- 20. YÜZYIL KISA TARİHİ
- 20. YÜZYIL SİYASİ TARİHİ
- 20. YÜZYIL TARİHİ
- 20. YÜZYILDA NELER OLDU
- 21. YÜZYIL NE ÇAĞIDIR
- 21. YÜZYIL NE ZAMAN BAŞLADI
- 21. YÜZYILDA KAPİTAL
- 21. YÜZYILDA NELER OLACAK
- 21. YÜZYILDA SERMAYE
- 21. YÜZYILDA TÜRKİYE
- 3. DÜNYA SAVAŞI
- ANDRE FRANK GUNDER
- ÇİN
- GELECEKTE TÜRKİYE KEHANETLERİ
- GELECEKTE TÜRKİYE'YE NELER OLACAK
- GEORGE FRIEDMAN
- GEORGE FRIEDMAN GELECEK YÜZYIL
- GEORGE FRIEDMAN KİMDİR
- GEORGE FRIEDMAN KİTAPLARI
- GEORGE FRIEDMAN STRATFOR
- GEORGE FRIEDMAN TÜRKİYE
- HİNDİSTAN
- JAPONYA
- JOSEPH NYE
- JOSEPH NYE SOFT POWER
- JOSEPH NYE YUMUŞAK GÜÇ
- KEN BOOTH
- KEN BOOTH - THEORY OF WORLD SECURITY
- KEN BOOTH DÜNYA GÜVENLİK KURAMI
- KEN BOOTH GÜVENLİK
- Nasrettin Güneş
- RICHARD FALK
- RICHARD FALK KİTAPLARI
- Türkiye
- ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI
- ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI NASIL BAŞLAYACAK
- ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI NE ZAMAN OLACAK
- YİRMİ BİRİNCİ YÜZYIL
- YİRMİ BİRİNCİ YÜZYIL ŞİFRELERİ
- YUSUF TANER KILAVUZ
SUNUŞ
Bu yazıda, “21. Yüzyılın Sahibi Kim Olacak?” sorusu ile 21. Yüzyılda meydana gelen (2000-2015) ve gelebilecek olan gelişmelere ışık tutmaya çalışacağız. Bu zor soruya sınırlı bilgilerimiz ile dikkate şayan cevaplar vermek imkânsız olacağı için özenle seçilmiş kaynaklardan faydalandık. Ken Booth, Joseph Nye, Richard Falk, George Friedman ve Andre Frank Gunder gibi isimler bu konuda bize yol gösteren rehberler oldular. Onların bu konu üzerinde yazmış olduğu kitaplar ve makaleleri okuyup tahlil ederek tutarlı cevaplar bulmaya çalıştık. Bazı konular üzerinde farklı kaynakları kıyaslayarak öngörüsü daha sağlam olan cevabı bulmaya çalıştık. Örneğin Andre Frank Gunder yaptığı bir söyleşide, yenidünya güçlerinin Asya’dan çıkacağını ve Çin ile Hindistan’ın büyük bir küresel güç olacağını söylerken, George Friedman ise Çin’in büyük bir güç olacağını söyleyenlerin yanıldığını ve Çin’in 2030’lu yıllara doğru büyük bir kriz geçireceğini yazıyor. Friedman Çin’in şimdiki dinamizminin uzun süreli başarılar anlamına gelmeyeceğini savunarak bu tezini gerekçelendiriyor. İki yazarın da bu tezlerini gerekçelendirirken ortaya attıkları iddiaları ve materyalleri iyice okuyup tartıştık.
Konumuzla ilgili olarak üzerinde durduğumuz ilk kitap George Friedman’ın “Gelecek 100 Yıl” kitabıdır. Bu kitapta yazar Friedman yüzyıl boyunca meydana geleceğini öngördüğü bazı gelişmeleri yazmaktadır. Öngördüğü olaylar her ne kadar eleştirilip, gerçekleşmesi mümkün olmayan öngörüler olarak görülse de Friedman bu görüşlerini tutarlı gerekçeler ile temellendirmektedir.
Üzerinde duracağımız bir diğer kitap ise Ken Booth’un “Dünya Güvenliği Kuramı” kitabıdır. Bu kitapta daha çok akademik ve felsefi düşüncelere değinerek, George Friedman’ın aksiyon dolu öngörülerinden kendimizi soyutlayıp daha felsefi düşünceler üzerinde durduk.
Yine Joseph Nye ve Richard Falk’ın konu ile alakalı kaleme almış oldukları makalelerden faydalandık.
GİRİŞ
1900’lü yılların başında çok az kişi yirminci yüzyılın iki büyük dünya savaşına şahit olacağını öngörmüştü. On dokuzuncu yüzyılda iç savaşlar yaşayan Amerika’nın yirminci yüzyılda bir küresel süper güç olacağını tahmin etmek yine çok güçtü. İki büyük dünya savaşı sonrası büyük bir yıkım geçiren Almanya’nın ve İkinci Dünya Savaşı’nda iki atom bombası ile büyük bir felaket yaşayan Japonya’nın yirminci yüzyılın sonlarında dünyanın en büyük üçüncü ve dördüncü ekonomisi olduğunu söylemek olanaksızdı.
Aynı şekilde çok az kişi yirminci yüzyılda Rusya’nın ve Çin’in yükselişe geçeceğini, bilim ve teknoloji alanında ortaya çıkacak inanılmaz gelişmelerin olacağını, insanoğlunun uzaya çıkacağını ve aya adım atacağını öngörebilmişti.
Gelecekte devletlerarasında olabilecek savaşlar veya diğer ilişkileri öngörmek çok güç olsa da gelecekte olabilecek olayları öngörebilmek için bazı veriler vardır. Bu veriler bazı bilim dalları ile matematiksel veri haline gelip yorumlanmakta ve bu konular üzerinde öngörülerde bulunmaktadır. Oyun Kuramı[1] gibi bilim dallarıyla istatistik bilimiyle elde edilen matematiksel veriler, sosyal bilimler, politik bilimler, bilgisayar bilimleri ve felsefede kullanılmaktadır.
GELECEK 100 YIL
Dünyanın en çok sözü dinlenen stratejik araştırma şirketlerinden olan Stratfor’un kurucusu siyaset bilimci Dr. George Friedman, yirmi birinci yüzyıl için öngörülerini yazdığı “Gelecek 100 Yıl” isimli kitabına[2] kısa bir yirminci yüzyıl tarihi ile başlıyor.
1900’lü yıllarda Avrupa barış içinde ve zenginlik içinde yaşamaktaydı. Avrupa ticaret ve yatırım konularında dünyanın neredeyse her tarafıyla bir bağlılık içindeydi. Böyle bir durumda dönemin birçok etkin kişisi böyle bir ortamda bir savaşın olanaksız olduğunu düşünmekteydi. Onlar için gelecek şöyle belirlenmişti: “Barış ortamı içinde, zengin Avrupa dünyayı egemenliği altında bulunduracaktır.”
Birinci dünya savaşından sonra 1920’li yıllarda Avrupa yıkıcı bir savaş sonrası harabeye dönmüştür. Kıtadaki Avusturya-Macaristan, Rusya, Alman ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmış ve milyonlarca insan bu savaşta ölmüştür. Birinci Dünya Savaşı Amerikan ordusunun müdahalesiyle son bulmuş ve Amerika Birleşik Devletleri bu savaştan sonra büyük güç olarak dünyaya kendini göstermeye başlamıştır. Böyle bir ortamda başta ABD ve diğer Avrupalı devletler Almanya üzerindeki baskılarını artırarak kısa bir sürede tekrar bir savaşın ortaya çıkmasını engellediklerini düşünüyorlardı.
1940’lı yıllarda Almanya siyasi ve askeri yapılandırmasını yeniden tamamlayarak Fransa’yı işgal etmiş ve Avrupa’ya kafa tutmuştur. Avrupa’da bin yıllık Alman İmparatorluğu’nun yüzyıl boyunca Avrupa’nın kaderini belirlediğini görmekteyiz.
1960’lı yıllarda ise Almanya’nın büyük bir yıkım yaşadığını görüyoruz. İki büyük dünya savaşında aldığı yenilgi ile beraber Amerikan Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği tarafından parçalanmıştır. Diğer taraftan ikinci dünya savaşından sonra oluşan iki kutuplu dünyanın öne çıkan devletleri olan Amerikan Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki çekişmeler giderek kızışmaktadır. İki devlet de bölgeyi kontrol altında tutmak için nükleer silah tehdidinde bulunmaktadır. Fakat ABD okyanusların tümünü elinde bulundurarak, tam bir deniz hâkimiyeti oluşturup bir küresel süper güç olduğunu dünyaya göstermek istemektedir ve bunu büyük bir ölçüde başarmıştır. Amerikan Birleşik Devletleri’nin bu gücünün karşısında durabilecek tek devlet de Sovyetler Birliği’dir. Herkes bu iki güç arasında çıkabilecek sıcak çatışmalara kendisini hazırlamaktadır.
1980’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri herkesin beklediği gibi Sovyet Rusya tarafından değil, Kuzey Vietnam tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, Vietnam’ın komünizme geçmesiyle dünyada bir domino etkisi yaratacağını düşünerek girdiği Vietnam’dan 7 yıl sonra yenilerek çıkmıştır. Amerika bu yenilginin etkisini yaşarken diğer taraftan İran’da meydana gelen İran İslam Devrimi ile Ayetullah Humeyni ABD’nin İran üzerindeki etkisini yok etmeye çalışarak ABD’yi bölgeden uzaklaştırmaya çalışmış ve İran – ABD müttefikliğini bitirmiştir. ABD böyle bir durumda Sovyetler Birliği’ne karşı gücünü korumak ve onu zayıf düşürmek için Çin ile yakınlaşacak ve ABD başkanı ile Çin Devlet başkanı Pekin’de bir araya gelecektir.
Yirmi birinci yüzyılın başları, 2000’li yıllarda Sovyetler Birliği tamamen dağılmıştır. Diğer taraftan Çin ise, isim olarak komünist olmasına rağmen uygulamada kapitalist olmuştur. NATO Rusya’nın kontrolü altında tuttuğu bölgeler dahil olmak üzere Avrupa’yı kontrolü altında tutmaktadır. [3]
Friedman, yirminci yüzyılın başlarında yirminci yüzyılda yaşanan belli başlı olayları öngörmenin olanaksız olduğunu söylerken, gelecek hakkında öngörüde bulunmak için mutlaka bazı verilerin var olması gerektiğini savunuyor. Örnek olarak 1871 yılında Almanya, Rusya ve Fransa arasında sıkışmış bir imparatorluk olarak güvenli olmayan bir bölgede büyük bir güç olarak Avrupa’yı ve küresel sistemleri yeniden tanımlamak istiyordu. Yirminci yüzyılın ilk yarısı içerisinde meydana gelen çatışmaların çoğu Almanya’nın Avrupa’daki konumu hakkındadır. Friedman’a göre, Almanya’nın bölgeyi kontrol altına almak istemesinin Avrupa’da bir savaşa sebep olabileceği aslında pek çok Avrupalı tarafından öngörülebilir bir durumdur. Savaşın yeri ve zamanı hakkında bir öngörüde bulunmak güç olsa da bir savaşın çıkma ihtimali öngörülebilirdir.
Burada önemli olan bu denklemleri birleştirmektir. Yıkıcı birinci ve ikinci dünya savaşlarının ardından Avrupa’da imparatorlukların yıkılmasıyla bu denklem zorlaşmıştır. Ancak barutun bulunmasından beri savaşların bir felaketle sonuçlanabileceği de öngörülebilirdir.
Yine Amerika Birleşik Devletleri İç Savaş’tan sonra olağandışı bir güce sahip olmuştur. ABD’nin ekonomik gücü kendisinden sonraki ekonomik olarak dört büyük devletin gücünden fazladır. ABD’nin bu olağandışı güce sahip olmasını on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında öngörmek imkânsızdır. Amerikan ordusunun Birinci Dünya Savaşı’na müdahale etmesinden sonraki dönemde ABD’nin büyük bir güç olarak kendisini gösterdiğini görüyoruz.
Ancak yirminci yüzyıldaki ve yirmi birinci yüzyılın başındaki gelişmeler bize gelecek hakkında bazı öngörülebilir durumlar sağlamaktadır. Yirmi birinci yüzyılın hemen başında 11 Eylül 2001’de New York’ta meydana gelen İkiz Kuleler saldırısının ardından Afganistan ile Ortadoğu’nun kapısını aralayan Amerika Birleşik Devletleri 2003 Irak Savaşı ile kalıcı olarak Ortadoğu’ya girdi. Afganistan’da bulamadığı terörist (el-Kaide) gruplarının Irak’a geçtiğini ve Irak’ın teröristlerle bağlantısı olduğunu temelde bahane göstererek İngiltere desteği ile Irak’a savaş açtı ve Irak’a 150 bin askerle girdi. ABD’nin Irak’ı El-Kaideci gruplara destek verdiği ve barındırdığı suçlaması hiçbir zaman doğrulanmasa da ABD’nin amacı Irak üzerinden İslam ülkelerini kontrol altında tutmaktı. ABD Afganistan ve Irak’ta yenilgi denecek bir durum ile karşı karşıya kalmasına rağmen hiçbir zaman güçlerini buralardan çekmedi. George Friedman, ABD’nin Cihatçı gruplarla olan savaşını şöyle açıklıyor: “Yirmi birinci yüzyılın başlangıcına Amerikan Çağı’nın şafağı olarak baktığımızda göreceğimiz ilk şey halifeliği yeniden yaratma arayışında olan Müslüman bir grubun yaptığı eylem olmuştur. Onların nihai hedefi Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan büyük bir İslam İmparatorluğu oluşturmaktır. Kaçınılmaz olarak, onlar dünyanın birinci gücü olan Birleşik Devletler ile çatışmak zorundadır. Birleşik Devletler buna İslam Dünyasına saldırarak yanıt verecektir. Ancak onun amacı zafer kazanmak değildir. Zaferine ne anlama geldiği hiç de açık olmayacaktır. Onun amacı basit bir şekilde İslam dünyasını karıştırmak ve bir İslam İmparatorluğunun ortaya çıkmasını engelleyecek bir oluşum yaratmaktır.”
Amerika Birleşik Devletleri’nin bu rolünü, 2010 Aralığında Tunus’ta başlayan ve Körfez ülkelerinden küresel süper güçlere kadar etkisini gösteren Arap Baharı olarak adlandırılan halk ayaklanmalarında daha net görüyoruz. Tunus’ta bir meyve satıcısının kendisini yakarak başlattığı ayaklanmalar kısa sürede Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye ve daha birçok ülkede etkisini gösterdi. Tunus, Mısır ve Yemen’de cumhurbaşkanları görevlerini bırakmak zorunda kaldı, Libya’da ise devlet başkanı Muammer Kaddafi koalisyon güçleri tarafından yapılan bir saldırı sonucu muhalifler tarafından öldürüldü. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki bu devletlerin ortak özelliği Müslüman ülkeler olmasıydı. Halk ayaklanmalarının oluşmasında etkisi gözükmeyen koalisyon güçleri ayaklanmalardan sonra oluşan yeni sistemlerde etkilerini göstermeye başladı. Mısır’da bağımsız bir seçimle başa geçen ülkenin ilk sivil cumhurbaşkanı Muhammed Mursi askeri darbe ile görevinden uzaklaştırıldı ve yerine Mısır’ın askeri vesayetini temsil eden Abdulfettah Sisi geçti. Sisi’nin ilk icraatları Mursi’nin aksine İsrail ve ABD ile ilişkilerin düzeltilmesi oldu. Diğer tarafta Libya’da, Yemen’de ve Rusya, Çin, İran, ABD gibi küresel güçlerin üssü olarak gördüğü Suriye’de devam eden iç savaş halk ayaklanmalarından sonra batılı güçlerin müdahalesini gösteriyor. Halk ayaklanmalarından sonra istikrarı sağlayan ve daha reformist bir yapıya kavuşan tek ülke Tunus oldu. Bu istikrarın sağlanmasında dış güçlerin daha az müdahalesi ve geçici hükümeti kuran Gannuşi’nin entelektüel felsefi birikiminin büyük etkisi oldu.
Görüldüğü üzere yirmi birinci yüzyılın ilk yılları ABD, ya kendisi ya da koalisyonlarla İslam ülkeleri üzerindeki kontrolünü devam ettirmekte ve bu ülkelerde karışıklıklar meydana getirmektedir. ABD başta olmak üzere dış güçlerin bu ülkelerde etkisi olmazsa İslam ülkeleri çok büyük gelişmelere sahne olacak ve şüphesiz ABD’nin de korktuğu “İslam İmparatorluğu” yolunda adımlar atılacaktır. Yirmi birinci yüzyılda ABD bölgedeki karışıklıklardan getiri sağlarken barıştan getirisi olan tek ülke ise Türkiye olacaktır.
Friedman, yirmi birinci yüzyıl askeri operasyonlardan daha fazla ABD’nin karşısındaki güçleri zayıflatmak için yaptığı bir dizi müdahalenin dönemi olacağını söyleyerek, ‘ABD – Cihatçı Taraftarları Savaşı’nın 2020’li yıllara kadar devam edeceğini iddia etmektedir.
2020’den sonra Rusya ile ikinci soğuk savaş süreci başlayacaktır. Rusya eski yarım küre etkinliğini devam ettirmek istemektedir. Rusya’nın etkinliğini artırmak istemesi şüphesiz ABD ile yeni bir çatışmaya neden olacaktır. ABD, Rusya karşısında güç oluşturmak için üç Baltık ülkesi olan Estonya, Letonya ve Litvanya ile birlikte Polonya’yı destekleyecektir.
Rusya elindeki güçlerini kullanmaktan çekinmeyecektir ama içsel sorunlar, nüfusunun azalması ve altyapı sorunları sebebiyle birinci soğuk savaşında olduğu gibi yenilecektir.
Yirmi birinci yüzyıl için en çok yazılan öngörülerden biri de Çin’in Rusya’dan sonra ABD’nin rakibi olacağıdır. Çin’in en büyük ikinci ekonomiye sahip olması ve büyük bir dinamizme sahip olması onu ABD’ye karşı küresel bir güç yapacaktır. Ancak Friedman’a göre ABD’nin sonraki rakibinin Çin olacağını söyleyenler yanılıyor. Friedman Çin’in küresel bir güç olamayacağını şu üç başlık ile gerekçelendiriyor:
“İlk olarak, Çin haritasına yakından baktığınızda, fiziksel olarak çok soyutlanmış bir ülke görürsünüz.(Çin Kuzeyde Sibirya, Güneyde Himalayalar ve orman ile çevrilidir.)
İkinci olarak, Çin yüzyıllardır büyük bir donanma gücüne sahip olmamıştır ve bir donanma oluşturmak, yalnızca gemi yapmak değil, iyi eğitimli ve deneyimli denizcilerin yetiştirilmesini gerektirmektedir.
Üçüncü olarak, Çin hakkında endişelenmenin gereksizliği için daha derin bir neden vardır. Çin doğası gereği olarak durağan değildir. Bu ülke ne zaman dış dünyaya karşı kapılarını açsa, kıyı bölgesi zenginleşmektedir fakat Çin’in büyük çoğunluğu gelişmemiş olarak kalan iç bölgelerde yaşamaktadır. Bu, gerilim, çatışma ve durağan olmama durumuna neden olmaktadır. Bu aynı zamanda ekonomik kararların politik nedenlerle yapılması anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda etkin bir yapı oluşturulamaz ve çöküş meydana gelir. Çin, ABD’nin Rusya’ya karşıt bir güç olarak bulunmasını istediği bir tampon bölge olacaktır.”
Friedman büyüyen Çin ekonomisini şöyle tanımlamaktadır: “Şimdiki Çin dinamizmi uzun dönemli başarıla anlamına gelmeyecektir”
Diğer taraftan yüzyılın ortasında yeni güçler ortaya çıkacaktır. Bu güçler Japonya, Türkiye ve Polonya olacaktır.
Friedman Japonya’nın güçlü ve istikrarlı bir ekonomiye sahip olmasıyla öne çıkararak onun 2050’li yıllarda büyük bir güç olacağı öngörüsünü ortaya attığı 2009 yılında Japonya dünyadaki en büyük ikinci ekonomiye sahip ülkeydi. Ancak 2010 yılında Çin ekonomisi Japonya’yı geçerek dünyanın en iyi ikinci ekonomisi oldu. İkinci dünya savaşından büyük bir felaketle çıkan Japon mucizesinin altında yatan en önem etkenlerden biri de 70-80 yaşlarına kadar iş hayatında çalışmanın olmasıydı. 1990-2000’li yıllara kadar Japonya üretiyordu, ancak yirmi birinci yüzyıl ile Japonya’da ciddi nüfus sorunları kendisini göstermeye başladı. Bazı ekonomistlere göre Japonya ekonomisi gittikçe kötüleşecek ve değer kaybedecektir. 2009-2015 yılları arasında Japonya’nın ekonomik verilerine baktığımızda gerçekten Japon ekonomisinin gerilediğini görüyoruz. Bu açıdan Friedman’ın Japonya ile ilgili öngörüsünde yanılabileceği de muhtemeldir.
Friedman’a göre yüzyılın ortalarında ortaya çıkacak diğer bir güç de Türkiye olacaktır. Balkanlar, Kafkaslar ve Arap Dünyası ile güçlü bir etkileşimi sebebiyle Türkiye bölgedeki etkinliğini artıracaktır. Türkiye’nin mevcut hükümet döneminde uyguladığı dış politikası ile bölgedeki etkinliğinin genişletmesi ile ekonomik ve askeri gücünün artması Friedman’ın bu öngörüsünü desteklemektedir. Türkiye ekonomik ve askeri gücü itibariyle bölgedeki en kilit ülke konumundadır.
Yine ortaya çıkacak olan bir diğer güç Polonya olacaktır. Polonya’nın şimdiki ekonomik, siyasi ve askeri gücünün zayıflığı Polonya’nın böyle bir konuma geleceğini imkansız göstermektedir. George Friedman kitabından belki de en çok bu konu üzerinden eleştirilmektedir. Çok fazla bir güce sahip olmayan Polonya’nın büyük bir güç olacağını öngören Friedman bu öngörüsünü aslında tutarlı bir görüş ile desteklemektedir. ABD Rusya’ya karşı bir güç oluşturmak için Doğu Avrupa’da Polonya ve Baltık ülkelerini destekleyecektir. Polonya Almanya’nın zayıflamasıyla güçlenecek, bu güçlenmede Amerika Birleşik Devletlerinin büyük bir desteği olacaktır. Polonya, Ruslara karşı ABD’yi destekleyecek ve ABD’nin oluşturduğu koalisyon içinde öncü bir devlet olacaktır.
Friedman’a göre yirmi birinci yüzyıl ortalarında yeni bir dünya savaşı çıkacaktır. 2050’ye gelindiğinde dünya güçleri büyük bir gerilim içinde olacaklardır. Amerika Birleşik Devletleri, yirmi birinci yüzyılın yeni büyük güçleri olan Türkiye’nin ve Japonya’nın etkinliklerinden büyük rahatsızlık duymaktadır. Özellikle Orta Asya ve Avrasya’daki hakimiyet kurmalarından son derece rahatsızdır. Doğu Avrupa’da Rusya’ya karşı oluşturduğu koalisyonun en güçlü ülkesi Polonya ABD ile doğal müttefik haline gelmiştir. Türkiye, Ukrayna’yı ele geçirip, Akdeniz’e hakim olmaya çalışırken Polonya ile karşı karşıya kalacaktır.
Yirminci yüzyılda benzerini gördüğümüz iki kutuplu sisteme bu yüzyılda da şahit olacağız. Yine bir kutupta Amerika Birleşik Devletleri yer alırken bu sefer diğer kutupta Türkiye ve Japonya ittifak kurarlar.
ABD, Türkiye ve Japonya’yı büyük bir tehdit olarak görmesine rağmen ilk olarak sıcak savaşa girmek istemez. Türkiye ve Japonya’nın başka ülkelerin sınırlarına saygı göstermediğini, insan haklarını çiğnediğini iddia eder, ekonomik ambargolar uygular.
Yine bu yıllarda uzayda müthiş gelişmeler yaşanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri uzayda insansız bir ordu kurmuştur ve Yıldız Savaşı Sistemi adını verdiği teknoloji ile dünyanın her yerine dakikalar içinde hipersonik insansız uçaklar gönderebilecek bir duruma gelmiştir. ABD bu sistemini Türkiye’ye de doğrultur ve Türkiye’ye ültimatom verir. Ukrayna ve Balkanların kontrolünü Polonya’ya bırakması, Kafkasya’dan çekilmesi ve istediği zaman boğazdan geçmeyi ister.
Bunun karşısında Türkiye, ABD’nin kendisine saldıracağına ve Japonya’yı da yanına alarak savaşa girmekten başka çaresi olmadığına inanmıştır.
Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatan ilk saldırı Kasım 2050’de ABD’nin uzay sistemini hedef alan Japonlardan gelir. Bundan sonra savaş hem uzayda, hem de karada devam eder. Türkiye, Polonya’dan kurtulmak için Almanya’dan yardım ister. Almanya, ABD’yi böyle bir savaşta yenmenin imkansız olduğunu bilmesine rağmen Türkiye’yi karşısına almamak için müttefik olmayı kabul eder.
2050’de başlayan Üçüncü Dünya Savaşı 2052’de sona erer. Japonya, Türkiye ve Almanya harabeye dönmüştür. Sonuç olarak, sivilleri hedef almayan ileri teknoloji uçaklar sayesinde bu dünya savaşında sadece 50 bin kişi ölmüş ve ABD’ye uzayda istediğini yapmasına imkan verecek bir anlaşma imzalanmıştır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında milyonlarca insan hayatını kaybetmişti. Ancak öngörüde bulunulan Üçüncü Dünya Savaşı’nda az sayıda insanın hayatını kaybedeceği, teknolojik gelişmeler ile gerekçelendirmektedir.
Bu anlamda üç dünya savaşı şu şekilde sınıflandırılmaktadır: Birinci Dünya Savaşı ilk defa zehirli gazlar kullanıldığı için kimyacıların, İkinci Dünya Savaşı ise füzeler ve nükleer silahların kullanılması nedeni ile fizikçilerin savaşı olmuştu. Üçüncü Dünya Savaşı ise gen terapisinde devam eden buluşlar sonucu insan benzeri yapıların savaştığı biyoteknolojinin savaşı olacaktır.[4]
2060’da hâlâ İslam dünyasının liderliğini elinde tutan Türkiye, Washington’la arayı düzeltecek ve yeniden sevilen müttefikler listesine adını yazdıracaktır.
George Friedman bilimkurgu tadında yazdığı kitabında öngördüğü çoğu şeylerin yanlış çıkabileceğini ve hangi ülkelerin neler yapacağı konusunda da yanılabileceğine rağmen emin olduğu şeyin yirmi birinci yüzyılın yine Amerikan yüzyılı olacağını savunuyor olmasıdır. Friedman’ın CEO’su ve kurucusu olduğu STRAFOR[5] şirketini (düşünce kuruluşu) inceleyince yazdığı öngörülerin daha anlamlı mesajlar içerdiğini görüyoruz. STRATFOR dünyanın lider özel istihbarat ve öngörü firması olarak dünyada adından sıkça söz ettirmektedir. Bu kuruluşta çalışanların çoğunluğunu CIA’den emekliye ayrılmış ajanlar oluşturmaktadır. George Friedman “Gelecek 100 Yıl” isimli kitabını da yine bu çalışma arkadaşlarının destekleriyle yayınlamıştır.
Bu açıdan bakınca aslında kitapta yazılan öngörülerin bilimkurguyla değil jeopolitik bir şekilde yazıldığı ve her bir öngörünün farklı anlamlar taşıdığını görebiliriz. Yani kitap aslında yirmi birinci yüzyılda neler olacağından çok, Amerikan Birleşik Devletleri’nin yirmi birinci yüzyıl politikasını anlatarak, ABD’nin bu yüzyılda neler yapacağını göstermeye çalışıyor.
Bu kitapta sonuç olarak ABD’nin “terörle mücadele” ve “demokrasi” söylemleri ile girdiği İslam ülkelerinde uzun süre daha kalacağını ve IŞİD[6] gibi ya da farklı devlet dışı aktörlerle bu ülkeleri kontrol altında tutacağını anlıyoruz.
DÜNYA GÜVENLİĞİ KURAMI
Konumuzla ilgili olarak üzerinde duracağımız bir diğer kitap Ken Booth’un “Dünya Güvenliği Kuramı” kitabıdır. Ken Booth bu kitabında her ne kadar Amerika’yı savunsa da yer yer Amerika’yı eleştirdiği yerler de olmuştur. “Yirmi birinci yüzyılın sahibi kim olacak?” adlı bölümde yazar George Orwell’ın 1984 adlı kitabını esas almış ve bu bölümü 1984 kitabında yer alan Gerçeklik Bakanlığı ile bağdaştırarak anlatmaya çalışmaktadır. Ken Booth bu kitabında özellikle medyanın insan hayatındaki yeri ve yönlendirmesi, gazetecilerin dünya üzerinde olan olaylardaki durumu, İslamiyet’in dünya sistemindeki durumu ve dışlanmışlığı ve yer yer Amerika’nın jeopolitik durumu hakkında bilgi vererek kitabının bu bölümünü tamamlamıştır. Kitaba ilk olarak Felicia Langer adlı İsrail askeri mahkemelerinde bir İsrailli olarak Filistinlileri savunmuş ve gazeteci Janine di Giovanni Langer’ın eserlerinden ilham almıştır. Langer’in Giovanni’ye söylediği söz aslında İsrail’de yaşayan Filistinli azınlıkların durumunu bir nevi özetlemektedir. Langer: “Küçük seslerle ilgili yaz, kendileri hakkında yazamayacak olan insanlarla ilgili.” Bu sözüyle aslında Filistinli azınlık olan halkın İsrail Devleti içinde bir söz hakkı olmadığının bunu da ancak medya yoluyla dünyaya anlatabileceğini göstermek istemiştir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Ken Booth, Orwell’in 1984’ünde söz ettiği Gerçeklik Bakanlığı üzerinde durmaktadır. Bu bakanlık geçmişi geleceğe göre yeniden kurarak, geçmişin yanlışlarını yalanlarla örterek, tarihi bugüne geçmişten farklı olarak yansıtıyor. Gerçeklik Bakanlığı bağlı olduğu Parti’nin daha sonra ‘tarihe geçerek doğru haline gelen’ yalanlar peydahladığını biliyordu. Baş sloganlarından biri de şuydu: “Geçmişe hükmeden geleceğe de hükmeder; bugüne hükmeden geçmişi de hükmeder.” Burada ilk olarak aklımıza gelecek sorular şunlar olmalıdır: Ken Booth’a göre bu yargının karşılığı Amerika’nın kendisidir. Peki Amerika 19.yüzyıldan önce dünyanın hakimi miydi? Ya da Amerika’nın şu anki pozisyonundan dolayı geçmişin de sahibi olması cümlesi ne derece doğru? Özellikle 16. yüzyıla hakim olan Türkler şuan dünyaya hükmedebiliyor mu?
Yine bu konuda bir diğer önemli unsur basın ve medya organıdır. Yalanlar üzerinde bir sistem inşa eden hükümetin yalanları bazı medya organları tarafından susturuluyor ve yalanlarının üstü örtülüyordu. Fakat basın hükümetlerin yalanlarını ortaya çıkarmak ve halka karşı sorumluluğunu yerine getirmeyen hükümetleri sorumlu kılmaya çalışmak konusunda önemli araçlardan birisiydi. John Pilger bunu, “Tell Me No Lies” adlı kitabında dile getirmiş ve ‘devletler yalan söyler’ tabiriyle tanıdığımız gazeteci I.F Stone tarafından övgü almıştır. Tarihe tanıklık eden bu kişiler arasında My Lai katliamındaki Seymour Hersh, Çeçenistan’daki Anna Politkovskaya (Putin Rusya’sında bir suikast sonucu öldürülmüş) ve Irak Savaşı’ndaki Robert Fisk vardır.
Basın ve medya ile ilgili önemli yazılarından birisini de Howard Friel ve Richard Falk yazmıştır. New York Times’da İsrail-Filistin çatışmasına takiben İsrail politikası ve olumsuz davranışlarını görmezden gelerek durumu yanlış temsil ettiği ve Filistinlilerin acısını ve deneyimini göz ardı ettiği sonucuna vardığı bir yazı yayınladılar. Yine Linda Melvern 1994’te “United Nations” adlı kitabında İngiltere’nin ikiyüzlü ve yalancı olduğunu söyleyerek bu konuda medyanın sicilinin pek de parlak olmadığını gösterdi. Bu konuya da en iyi örneği Ruanda’dır. Ruanda’yı örnek göstererek İngilizler hakkında bu kanıya varmıştır. Linda Melvern’in bu kanısına karşılık olarak İngiliz üst düzey bir yönetici şu sözleri sarf etmiştir. “Hepimiz Steven Spielberg’in Schilder’in Listesi filmi eşliğinde ağladığımız yılda olduğunu hatırlatmak istemiştir.”
Medya ile ilgili önemli hususlardan bir diğeri ise kitle aldatmacasıdır. Modern çağda 2003’teki Irak Savaşına giden yolda bu zirveye ulaşmıştır. Çünkü Irak’a giren Amerika’da yapılan açıklama kitle aldatmacasının olduğunu gözlerimizin önüne seriyor. Blair’in ‘El Kaide ve Irak arasındaki bağlantıları biliyoruz” şeklinde açıklama yaparak Irak’a giren Amerika’nın bir nevi savunmasını hazırlamıştır. Her ne kadar kitle aldatılmaya çalışılsa da asıl doğrunun böyle olmadığı diğer medya organları tarafından dünyaya duyurulmaya çalışılmıştır.
Ken Booth bu bölümü yazarken özgürleştirici realizm için temel olan üç siyasi yönelimi ortaya koymuştur: Eşitliği arttırmak, Küreselleşmeyi insanileştirmek ve İnsanlığı icat etmek olarak tasvir etmiştir.
Eşitliği arttırmak yönelimi üstünde dururken ‘egemen meziyet’ kavramını önemsemiştir. Çünkü egemen meziyet kavramı kendi egemenlik iddiasında bulunduğu vatandaşların tümünün kaderine eşit derece duyarlılık göstermeyen hiçbir hükümetin meşru olmadığı görüşünü ileri sürmüştür. Eşitliğin ilerletilmesi Bernard Crick ve Brian Berry tarafından güzelce temsil edilmiştir. Yazarlara göre eşitlik, bir tarihi olan arzu edilebilen siyasi bir değerdir. Eşitlikçi prensipler farklı yerlerdeki insanları farklı zamanlarda harekete geçirmiştir. Bunun İngiliz geleneğindeki en iyi örneğini 1381 Köylü Ayaklanması’nın sloganı olarak belirtmişlerdir. “Adem kazarken ve Havva eğirirken / O zamanlarda soylu beyler kimdi?” Köylü Ayaklanması’nın aslında en iyi açıklaması bu cümlede belirtilmiştir. İslamiyet’e göre ise eşitliğin en iyi açıklaması Veda Hutbesinde belirtilmiştir: “Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.” 1381 ayaklanmasıyla bağdaştıracak olursak Veda Hutbesinde de belirtildiği üzere hiçbir insanın diğer insana karşı bir üstünlüğü yoktur ve eşitliği bozacak her türlü sosyal sınıf statüsü ortadan kaldırılmalıdır.
Diğer bir yönelim olan küreselleşmeyi insanileştirmek başlığının altında ise en önemli şeyin para olduğunu görüyoruz. Lucie Cabrol’un da dediği gibi “Para her şeyi değiştirebilir. Para, yemek yiyip dans edebilir. Para, kirliyi temiz kılabilir. Para, cüceyi uzun boylu yapabilir.” Eşitliğin sağlanması ve gücün insanileştirilmesi için para insani çıkarlar için kullanılır. Belirteceğimiz üzere Amerika’nın şuan bu durumda bulunmasının ana sebeplerinden biri Çin ve Hindistan’ın izlediği politikalar olarak gösterebiliriz. Çin siyasi-iktisadi küreselleşme projesi altında Amerika’nın yerini alsa ve Hindistan da jeopolitik potansiyelinin azamisini gerçekleştirse belki de dünya ekonomisi ve siyasi faktörleri Asya çevresinde dönecektir. Yani küreselleşme sonsuza kadar Batı’nın renkleriyle boyanmaya yazgılı değildir. Çin ve Hindistan tutumunu bu yönde geliştirirse belki de artık Batı değil de Asya yönlü Doğu’nun hakimiyetinin daha fazla olduğu bir dünya görebiliriz.
Ken Booth’un son yönelim olarak ifade ettiği insanlığı icat etmek adlı başlık altında aslında Hammurabi’nin 4000 yıl önce belirttiği bir dizi yasayı içeren görüşler yer almaktadır. Burada bir insanın er ya da geç taraf olması gerekir. Eğer insan olmaya devam edecekse – günümüzde de bu böyledir- insanlar bir çıkarı olsun veya olmasın bir gruba tabidirler. Bu gruba tabi olmakla beraber grubun beraberinde getirdiği gereklilikler ve zorunlulukları da gerçekleştirmeye ihtiyaç duymuşlardır. Aslında insanların insan olarak ifade edilmesi ve bir takım haklara sahip olması 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile olmuştur. Bunu da en iyi açıklayan ve makalesinin merkezini insan ve insan hakları üstüne yazan Richard Falk olmuştur.
SAHTE EVRENSELLİK VE DIŞLANMANIN ÖRNEĞİ: İSLAM ÖRNEĞİ
Richard Falk bu makalesinde sahte evrensellik ve İslam’ın asırlar boyunca dışlanışını dile getirmiştir. Falk, bazı metinler kısa ve uzunluğuna bakılmaksızın anlam bütünlüğünün önemsenmesi gerektiğini bizlere göstermiştir. Nietzsche’nin Twilight of Gods, George Kenran’ın X makalesi uluslararası ilişkiler için önemli metinler olmakla beraber, önemli bir kitle okuyucusuna sahiptir. Bu metinlerden de anlaşılacağı gibi o zamanlarda asıl olan devlet değil medeniyetti. Devlet ve devletçi kimliğinin önem kazanması son yıllarda olmuştur. Aslında Falk’ın bize göstermek istediği şey çok açıktır. Siyasi tarih ile uluslararası ilişkilerin ayrıldığı nokta olan civilization (medeniyet) kavramını bu makalede bize açıkça belirtmiştir.
İslamiyet’in dışlanması peygamber döneminden süregelen bir tartışmadır. O dönemlerde de günümüzde aslında tartışma ülkeler üstünlüğü değil dinler üstünlüğüdür. Yani savaşların birçoğu aslında dini sorunlardan ortaya çıkmıştır. Günümüzde de İsrail-Arap ve İsrail-Filistin çatışmalarıyla devam etmektedir. Peki, İslamiyet’in dışlanmasının ana sebebi nedir? İslamiyet’in yıllarca Batı hegemonyasında sesini çıkarması diğer devletleri telaşlandırılmıştır. Böylece gruplar halinde toplanan diğer devletler bir nevi İslamiyet’in büyümesini engellemek istemişlerdir Batı’nın asıl yapmak istediği İslam’ın medeni katılım hakkından mahrum bırakılmak istenmesidir. Bazı tartışma platformlarında Müslümanlar ses çıkararak Batılılara karşı ayakta durmuş, bazı platformlarda ise Batı’nın üstün olduğu (İsrail örneği) görülmüştür. İslamiyet’in jeopolitik açıdan dışlanması bir gerçektir. Fakat beraberinde olumsuz sonuçlar da doğurmuştur. Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetsel Dönüşüm ve Müslüman Dünya” kitabı İslami zeminin hazırlanması ve İslam’ın karşılaştığı güçlükler ve zorluklara ışık tutmaktadır. Batı, İslamiyet’in dışlanması için kitle iletişim araçlarını kullanarak tüm dünya karşısında İslamiyet’i lekelemek istemiştir. Son olarak, Körfez Krizi’nde, karşı tarafın da halkı Müslüman olan birçok devlet tarafından desteklenmiş olmasın rağmen, Saddam gittikçe artan İslami fundamentalizm tehlikesinin bir sembolü olarak takdim edilmiştir. Batı’nın küresel hegemonyası bilhassa TV yoluyla İslam-Batı tartışmasını körüklemektedir. Buna da Batı örnek olarak Ayetullah Humeyni’nin İslami Devrimi ve Tahran’daki Amerikan Elçiliği’nin mallarına aylarca el konulması ve işkenceli yargılamalarla örneklendirilmektedir. Özellikle kitle iletişim araçlarıyla İslam Devletleri yasadışı ve sahtekâr devletler olarak nitelendirilmiştir. Yani İslam TV’de terörist ve değer çiğneyen olarak gösterilmiştir. Aynı şekilde BM içinde de İslamiyet’e karşı bir önyargı vardır. BM içinde genel sekreterlerinin hiçbirinin Müslüman inancına sahip olmaması da bunu bize açıkça göstermektedir. BM içinde de İslamiyet’e karşı bir dışlanış söz konusudur. Richard Falk’a göre dışlanmanın gerçekleşmesi büyük ölçüde sahte evrenselliğin bir sonucudur. Burada ‘sahte’ diye nitelendirdiği evrensellik; İslamiyet’i dışlamak için Batı medeniyetinin kendi hegemonyasını gizlemek için kullandığı bir maskedir. Bu maske, onu takan ve seyreden arasındaki fark aşikâr olmadığı sürece işe yaramaktadır. Gerçek evrensellik ise dünya düzeninde yapı taşı olan medeniyetler arasındaki hakkaniyet kıstasıdır. Bunun da en iyi örneğini bize David Held ve Daniel Archibugi ‘ kozmopolit idare(cosmopolitan governance)’ başlığı altında yeni bir boyut kazandırarak anlatmışlardır.
Belirttiğimiz gibi Richard Falk bu makalesinin merkezine insan ve insan haklarını koymuştur. İnsan hakları günümüze 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile gelmiştir. Ama Batı hegemonyası ve sahte evrensellik bunu dışlamıştır. 60 ve 70’li yıllardaki Kuzey-Güney ayrımı bunu en iyi şekilde açıklamaktadır. Kuzey-Güney ayrımı, Üçüncü Dünya ve Bağlantısızlar Hareketi coğrafi, tarihi, jeopolitik ve gelişmişlik düzeyine göre genel bir sınıflandırmaydı. 80’lerde ise küresel reform hareketi Margaret Thatcher ve Ronald Reagan öncülüğünde neo-liberallerin geliştirdiği pazar mekanizmalarının büyük tepkisiyle karşılaştı ve Üçüncü Dünya ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı akamete uğradı. Buradan geriye kalan ise ‘gelişme hakkı’ olmuştur. Bunun ana nedeni ise dezavantajlı ülkeleri korumak ve gelişmeye müsait olan devletlerin gelişimini sağlayarak dünya ekonomisinde yer almasını sağlamaktır. İnsan hakları söylemine bağlı olarak dünya düzenine karşı ilk medeniyetler arası başkaldırı 1980’lerde ve 1990’larda yerli hakların toplu mücadelesi sonucu meydana gelmiştir. Bu mücadele; dışlanmaya, ırkçılığa ve sosyal sınıflanmaya karşı olan bir ayaklanmadır. İnsanlar bu olaylardan ve 1948 Evrensel Beyanname ile daha bilinçli olmuş ve haklarını aramaya başlamışlardır. Böylece kör tutumun yetersizliği ortadan kaldırmış ve uluslararası kurumlarda dışlananlara hak arayışı girişiminde bulunmak için bir kapı aralamıştır.
21. YÜZYILDA KÜRESEL GÜÇ DEĞİŞİMLERİ ÜZERİNE
Yirmi birinci yüzyıl hakkında kuvvetli görüşleri olan diğer bir siyaset bilimci Joseph Nye’dir. Nye bu yüzyıldaki en önemli kavramın küresel güç değişimleri olacağını söyleyerek, güç değişimlerine şahit olacağımızı ortaya atıyor.
Nye, güç değişimi ikiye ayırıyor: “Birincisi ‘güç geçişi’, gücün ülkeler arasında değişimi. En basit söylemle, güç Batı’dan Doğu’ya kayıyor. Diğeri ise ‘güç yayılması’ gücün her devletten, Batı ya da Doğu’dan, devlet dışı aktörlere geçişi. Bu ikisi, yüzyılımızdaki iki büyük güç değişimidir.”
Güç geçişi ile ilgili Nye verdiği bir konferansta şunları söylemektedir. “Güç geçişinden bahsettiğimizde, genellikle Asya’nın yükselişinden bahsederiz. Hakikaten Asya’nın dirilişi ya da geri dönüşü denilmeli. 1800’lerdeki dünyayı düşünürsek Dünyayı düşünürsek dünya nüfusunun yarısından fazlasının Asya’da yaşadığını ve dünyadaki üretimin yarısından fazlasını karşıladıklarını görürsünüz. Çabucak 1900’lere ileri saralım: dünya nüfusunun yarısı — yarısından fazlası– hala Asya’da yaşıyor, ama toplam üretimin sadece beşte birini karşılıyorlar. Ne değişti? Endüstri Devrimi, yani aniden, Avrupa ve Amerika dünyanın merkezi haline geldiler. 21. yüzyılda göreceğimiz şey ise, Asya’nın giderek dünya nüfusunun yarısından fazlası olmaya ve üretimin yarısından fazlasını karşılamaya dönüşüdür. Bu önemli bir değişimdir”
Nye güç yayılmasını da günümüzde bilgisayar ve iletişim maliyetlerinin düşmesiyle bağdaştırarak herkesin kendince bir güç olduğunu söylüyor. Eskiden dünyanın birkaç yerine eş zamanlı ulaşmanın büyük bir maliyet gerektirdiği ancak günümüzde çok basit bir şekilde internet üzerinden bunun rahatlıkla yapılabildiğini söyleyen Nye, bu sayede güçler sahnesinin kalabalıklaştığına değiniyor. Sahnenin kalabalıklaşması ise ABD çağının kapandığına ve devletlerin bittiği anlamına gelmiyor. Artık sahnede devletler yalnız değil, bir çok aktör var. Bazı aktörler iyi olurken bazıları ise kötüdür. El-Kaide’nin 11 Eylül saldırısı veya IŞİD’in Kuzey Irak’ta Musul’u işgal etmesi güç yayılması ile devlet dışı aktörlerin sahneyi devletlerle paylaştığını gösteriyor.
Joseph Nye güç değişimi çerçevesinde güç geçinin ve güç yayılmasının üç boyutlu bir satranç oyunu gibi birbiriyle iç içe olduğunu ifade ederek, güç değişimini şöyle özetliyor: “Yüksek tabaka: ülkeler arasında ki askeri güç. Amerika tek süper güçtür ve muhtemelen de öyle kalacaktır. 10 veya 20 sene daha Çin bu yüksek tabakada -askeri güçte- Amerika’yı geçmeyecektir. Bu üç boyutlu satranç oyunun orta tabaka: Ülkeler arasında ki ekonomik güçtür Güç çok kutupludur. Amerika, Avrupa, Çin ve Japonya birbirilerini dengeleyebilirler. Bu üç boyutlunun en alt tabakası, milletler üstü ilişkiler tabakası, hükümet dışı hareket ederek sınırları geçen şeyler, iklim değişikliği, ilaç ticareti, mal akışı, salgın hastalıklar, bütün bunlar hükümetin kontrol edemediği ve sınırları aştığı şeylerdir. Kimsenin görevli olmadığı şeyler buna tek kutuplu ya da çok kutuplu demek mantıksız olur.”
Nye’e göre güç düzensiz bir şekilde dağılmaktadır. Bu düzensiz dağılmadan dolayı ortaya çıkacak sorunları çözmenin tek yolu iş birliği ve beraber çalışmaktır. Bundan dolayı yumuşak güç çok önemli olmaktadır.
SONUÇ
Sonuç olarak, birçok insan yirmi birinci yüzyılda neler olacağını tartışıyor. Bazıları yirminci yüzyılın tekrar edeceğini ve dünyanın yine büyük felaketlere şahit olacağını söylüyor. Diğer taraftan Andre Frank Gunder, Joseph Nye gibi sosyal bilimciler Asya’dan yeni güçlerin ortaya çıkacağını ve yeni dünya düzeninde bunların Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı durabileceklerini savunurken; George Friedman, Ken Booth gibi isimler de yirmi birinci yüzyılda ortaya çıkacak güçlerin ABD’ye karşı duramayacaklarını ‘ABD’nin yirmi birinci yüzyılı kendisine göre kurguladığını’ söyleyerek öngörüde bulunuyor.
Bu yazıda yirmi birinci yüzyılda bizleri nelerin beklediği konusu üzerine yazılan ve konuşulan ön görüleri incelemeye çalıştık. Üzerinde durduğumuz birçok ayrıntı bizi yanıltabilir. Fakat genel bir yirmi birinci yüzyıl öngörüsü noktasında George Friedman’ın görüşlerine katılıyoruz. Aslında hangi ülkelerin güç kazanacağı ve ABD’ye nasıl karşı çıkacakları konusundaki ayrıntılarda da yanılabiliriz. Fakat emin olduğumuz şey yirmi birinci yüzyılda uluslararası sistemi şekillendirmede kilit ülkenin Amerika Birleşik Devletleri olacağıdır ve diğer ülkeler ise bunun etrafında şekilleneceklerdir.
Yusuf Taner KILAVUZ – Nasrettin GÜNEŞ
KAYNAKÇA
- Ken Booth,Dünya Güvenliği Kuramı, “21. Yüzyılın Sahibi Kim Olacak?”
- George Friedman, Gelecek 100 Yıl, 21. Yüzyıl İçin Öngörüler
- Joseph Nye, “21. Yüzyılda Küresel Güç Değişimleri Üzerine”
- Richard Falk, “Sahte Evrensellik ve Dışlanmanın Örneği: İslam Örneği”, Bir İnsan Hakkı Olarak Medeni Katılım, İslam’ın Kaygılı Tavrı ve Çağdaş Dünya Düzeni’nin Belirgin Farkı, İslam’ın Kaygılarının Değerlendirmesi
- Söyleşi: Mustafa Özel, Andre Frank Gunder, “21.yüzyılın Sahibi Kim olacak?”
[1] Game Theory, John Forbes Nash, “Nash equilibrium”
[2] George Friedman, “The Next 100 Years; A Forecast for the 21st Century”
[3] George Friedman, “Gelecek 100 Yıl (21. Yüzyıl İçin Öngörüler)”, s19
[4] Doç. Dr. Sait Yılmaz, “21. Yüzyılda Neler Olacak?”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
[5] Jeopolitik Analiz Kuruluşu (Strategic Forecasting, Inc)
[6] “Irak Şam İslam Devleti” Örgütü