- İstiklal Marşı için kaç şiir gönderildi
- İstiklal Marşı nasıl yazıldı
- İstiklal Marşını kim yazdı
- Mahir İz eserleri
- Mahir İz kimdir
- Mahir İz ve Mehmet Akif
- Mehmet Akif İstiklal Marşından aldığı ödülü nereye bağışladı
- Mehmet Akif Kimdir
- Mehmet Akif ve Mahir İz aynı dönemde mi yaşadılar
- Yılların İzi kitabı kime aittir
Mahir İz, bir neslin yetişmesinde emeği olan, şair, alim, dava adamı, Mehmet Akif’in “sıradan öğrencilerden değildir” sözüne mazhar olan, ilimden nasibi olan, devlete ve millete önemli hizmetleri bulunmuş, önemli şahsiyetlerden birisidir. Yılların İzi isimli hatıratında oldukça değerli bilgileri vermesinin yanında, bu millete hizmette gayret sahibi kimseleri tarihe kaydetmiştir. Tarih ilmi açısından da yazdıkları önemi haizdir. Tarihe kaydettiği şahsiyetler arasında bugün ismi maruf olan birçok isimde bulunmaktadır. Bunlardan birisi de İstiklal Şairi ama daha önemlisi İslam Şairi Mehmet Akif’e dair anlattıklarıdır. Bu yazımda onun Mehmet Akif’e ait anlattıklarını aktarmak istiyorum.
“Birinci Büyük Millet Meclisine Budur Mebusu olarak iltihak eden şair Mehmet Akif Bey, Taceddin Dergahı meşrutasında misafir olmuştu. Biz de Erzurum mahallesinde Duyun-ı Umumiye müdürü Asım Bey’in evinde oturuyorduk. Akif bey bize komşu gelmişti; bu komşuluktan faydalanarak tanışmak ve kendisinden feyz almak istedim. Karşımızda oturan Ankara Vilayeti Evkaf Müdiri Hayri Bey çok sevdiğimiz, efendiden, kibar bir zat idi; mahdumu Nizameddin Sadi ve Tevfik beylerle arkadaştık. Akif Bey’le muarefe için, kendilerinin eski dostu Hayri Bey delalet etti.
Üstad kabul buyurdu; her sabah bize kadar zahmet ederdi ve onun arzu ettiği eserleri, mesela Şeyh Sadi’nin Bostanı’nı ve tasavvufi bir eser olan Şems-i Mağribi Divanı’nı ve Harabat’ttan Farçsa müntehabatı okurduk. Bir aralık Alfonse Daudet’in Değirmenimden Mektuplar’ını tavsiye etti; “Biraz da Fransızcamız ilerlesin” diye onu okuduk.
Eskilerin “Kıraatü’t-talibi al’el-üstad” dedikleri şekilde okurduk. Yani talebe okur, hoca da dinler ve yanlışları düzeltirdi.
Bir gün Şems-i Mağribi Divanı’nda bir beyit geçti. Derince bir mana tasvirini ihtiva ediyordu. İzahat istedim. “Tahtellafz mana verelim” dedi. Anladım ki zihnini kurcalayacak meseleleri deşmek istemiyor. Bir kere şöyle bir beyit geçmişti:
Yani: “Senin bu kainattaki zuhur ve tecellin benmledir. Benim varlığım ise senin iledir. Bundan dolayı ben olmazsam sen zahir olmazsın. Sen olmasan ben olmazdım.” Manasındaki beyti okuyunca: “Bu, abdin Mabud’a bir nazı mıdır?” dedim, güldü.
Sabahleyin bizim ders bitince Balıkesir Mebusları Hasan Basri (Çantay) Bey ile, beraber oturdukları Müftizade Abdülgafur Efendi ve arkadaşlarına Muallakat okuturdu. Öğleden sonra Meclis’e gelir, yerine oturur, müzakereye başlayıncaya kadar Fransızca bir eseri tercüme ettğini görürdük. Gece yatsıdan sonra da yine Taceddin Dergahı’nın kıymetli misafirlerinden Hariciye Hukuk Müşaviri Münir (Ertegün) Bey’e Hafız Destanı’nı okuturdu.
Bizim evde muallim arkadaşlarımızla her akşam yapılan toplantıya bir gece- bir düğün münasebetiyle- kimse gelmedi. Ben de yalnız oturmaktansa, Dergah’a gittim. Baktım, Üstad bir sedirin üstünde bağdaş kurmuş, Münir Bey de karşısındaki bir yer minderine oturdum, dinlemeye başladım. Mğnir Bey durakladıkça, Akif Bey gazeli kaldığı yerden alıyor ve ezbere tamamlıyordu. Elinde kitap yoktu. Bu ders bitinceye kadar belki üç, beş, on kere devam etti. Ben Akif Bey’in hafızasına hayran kaldım. Ertesi sabah bize gelince, bu hayretimi kendisine açtım. “Münir’e onsekizinci okutuşumdur” dedi. Yani onyedi kişiye daha evvel okutmuş, okuttuklarının onsekizincisi Münir Bey imiş. O zaman iş biraz tabileşir oldu.
Akif Bey ya okuri ya okutur, ya yazar, yahut fıkra söyler veya dinlerdi. Abes ve manasız sözden sıkılırdı. Uzatmadan keser, başka lakırdıya geçerdi.
Bir gün sade kahvesini getirmeye gitmiştim. Dönüşte elinde tashih edilmekten beyazı kalmamaış bri sahifeye baktığını gördüm. Kahvesini verdikten sonra, ben de dikkatlica baktım. Bir de ne göreyim? Asım’ın bir tashih sahifes. Ben birdenbire hayrette kaldım. Safahat’ı okurken bize öyle gelirdi ki, Üstad sanihalarını hiç düzeltmeden sahifelere geçiyor, çünkü ifadeler o kadar tabi ve selis ki, mısraların bir düşünce mahsulu olduğu katiyen hatıra getirilmiyor. Kendisine bu hususu söyleyince: “Sen ne diyorsun? Bir kelime için bir hafta düşündüğüm olur.” Diye cevap verdi, donup kaldım. İşte o zaman Cenab’ın Tiryaki Sözler’indeki bir cümlesini hatırladım. O zamanın eşsiz nesir üstadı, ince şairi Cenab Şahabeddin Bey: “Eserine uzun ömür dileyen, uzun zaman sarfeder.” Demişti. Safahat’ın bir mısraını değiştirmek mümkün olmadığına göre, bu söz mahz-ı hakikattir.
Mühim gördüğü tarihi vak’aları nazmetmek, eski adeti idi. Bir gün, Fatih’teki yanan evimizden nasılsa, kurtulan ve Medine’de “Kadı” İken babamın Haydarabad’dan getirttiği Kenzu’l-Ummal isimli “Hadis” kitaplarını istedi. Oradan Haccetu’l-Veda’ı tedkike başladı. Peygamberimizin son hutbesini nazmetmek istiyordu, galiba kısmet olmadı.
Yine bir sabah, ders başlamadan önce kahvesini içerken, bir gün evvel mecliste geçen çok hareretli bir toplantıdan bahsettim. O müzakerelerde söz söylemek daha çok “Hoca Efendi”lerimize düşüyordu, mevzuun icabı öyle idi. Ben müzakere sırasında zabıtta bulunurken bu suküta tahammül edemeyip, o geceki toplantımızda arkadaşlara karşı heyecanla içimi dökmüş ve hararetle tenkitte bulunmuştum. Müftiler, dersiamlar, meşayih hepsi susmuştu. İnandığını her zaman olduğu gibi söylemekten çekinmeyen Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve emsali birkaç kişiden başka kişiden başka cesaretle konuşacak kimse çıkmamıştı. Ben ulemamızın bu mutadi sessizliğine tahammül edemediğim için, Üstadın huzurunda da aynı heyecanla konuştum. Başını önüne eğip, sol elinin yumruğunu sağ avucuna aldıktan sonra: “İşte adam onlar, Avni Beyler, Selahaddin Beyler, Bize şeytan-ı Ahres derler.” Dedi. Bu cümle üzerine, başımdan bir tas sıcak su dökülür gibi oldu. Ben sözlerimde kendisini hiç hatırımdan geçirmemiştim. Çünki o, gerektiğinde sözünü sakınmazdı. Her ne kadar “aleni” celselerde konuştuğu görülmedi ise de “hafi” celselerde icap edince çok konuşmuştu. Bahusus koskoca altı cilt Safahat’ıyla bütün memlekete karşı haykırdığını her bildiği halde, ben onu nasıl kasdedebilirdim? “Haşa, sizi kasdetmiyorum” da diyemedim, bir müddet sakit kaldık.
Haksızlık Karşısında Susmak
Akif Bey’in sözü bir hadis-i şerif’e işaretti. Medine’de hocanın karşısında Camiü’s-Sagir adlı hadis kitabını okurken rastlamış olduğum hadis-i şerifi hatırladım.
“Haksızlık karşısında sükut eden (hakkı söylemeyen) dilsiz şeytandır”
Bu ne büyük sözdü, demokrasinin ruhu idi. Hak ancak böyle korunurdu. Bu, kuvvetli bir iman eseri idi. İnanan adam önce hakkı korumakla mükelleftir. Nasıl olur da kendileri tatbik etmezdi? Bu sükut neden olabilirdi? İkinci seçimi garanti altına almak için mi idi? Hadiseleri görmeyen ve muhitini bu kadar tanımayan kimse nasıl ikinci seçimden ümit edebilirdi?
İşte bu iman zaafı, bir milletin ruhunu tereddiye sürüklemek için kafi idi. Montesquieu’nun “Her millet layık olduğu idareye mazhar olur” sözünü söyleyişinden bin sene evvel, büyük hikmet ve hakikatleri bütün cihana ilan eden son Peygamber Hazret-i Muhammed (s.a.v.) “Siz nasılsanız ona göre idare olunursunuz” üsturunu vaz’etmişt. Montesquieu’nun ilham menbaı o idi. Fakat Şark kültüründen bihaber Garp hayranları, bütün sosyal kaideleri Garp medeniyetinin vaz’ettiğine inanıyorlardı.Çünkü din sosyolojisi, din psikolojisi kimse tarafından ele alınmamıştı. Medrese kültürü bu lüzuma hiç yönelmemişti. Son asrın bütün ictimaiyat ve ruhiyat nazariye ve kanunları Kur’an ve hadislerle bin üç yüz sene evvel vaz’edilmişti.
İstiklal Marşının Yazılması
Yeni kurulan devlet için bir “Milli Marş” yazılması hususunda Büyük Millet Meclisi’nin altı ay müddet vererek açtığı “İstiklal Marşı Müsabakası”na muhtelif şairlerin gönderdiği tam 724 şiir gelmişti. Bunlar maarif vekaletinde tekil edilen bir komisyonda incelenmiş ve içlerinden 6 tanesi seçilerek Meclis matbaasında bastırılıp mebuslara dağıtılmıştı. Maarif Vekili bulunan Hamdullah Suphi Bey, müsabakaya (nakdi mükafat vaat edilmiş olması yüzünden” iştirak etmemiş olan şair Mehmet Akif Bey’e müracaat ederek, yazmasını istemişti. Bunun üzerine Mehmet Akif Bey (ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem, ayrıca yazarım.” Diyerek teklifi kabul edip, ikamet etmekte olduğu Taceddin Dergahı’nda, “Kahraman Ordumuza” ithaf ettiği İstiklal Marşı şiirini yazdı.
İstiklal Marşı sadece bir şiir değil, ruhları çoşturan bir hamaset ve belagat abidesi idi. Meclis’te Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından okunduğu zaman heyecan ve tezahürat son haddini bulmuştu; her mısraı, her kıt’ası sürekli alkışlarla karşılandı. Nihayet 12 Mart 1337 (1921) günü Meclis’te verilen takrirler reye konup “İstiklal Marşı” olarak kabul edildi ve müteakiben bütün mebuslar ayağa kalkarak Maarif Vekilinin tekrar okuduğu İstiklal Marşı’nı, ayakta dinlediler.
Marşın kabulünden sonra Meclis Muhasebecisi Necmeddin Bey, kanunen müsabakayı kazanana verilecek olan 500 lira nakdi mükafatı getirdi ise de Akif Bey, “Ben müsabakaya girmedim, bu para bana ait değildir” diye reddetti. Fakat muhasebecinin “Kanun metninde mükafatın, kazanana verileceği yazılıdır. Sizin marşınız kabul edilmiştir; bu para sizindir, Meclis kasasında kalamaz. Siz, usülen tesellüm edin, sonra istediğinizi yaparsınız.” Diye ısrar etmesi üzerine Akif Bey, parayı alıp “Sarıkışla Hastahanesi”ndeki yaralı gazilere hibe etmiştir.
Seneler sonra bir gün, Saraçhanebaşı’ındaki evinde kendisini ziyaret ettiğim Akif Bey’in çok samimi ahbabı olan Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya Bey, bu mesele açıldığı zaman bana şu hatırasını anlattı: Şair Akif Bey’e “Yahu sen bu parayı neden almadın? Sırtında palton yok. Üstelik bana da ikiyüzelli lira borcun var. Alıp da barı borcunu verseydin.” Dediğim zaman, merhum sert bir eda ile “Borç başka, bu iş başka” diye bana mukabelede bulundu. Halbuki, ben, Akif Bey’in karakterini iyi bildiğim halde, sırf bir latife olsun diye mahsus böyle söylemiştim.
İstiklal Marşı ile ilgili bu hatırayı Akif’in karakter ve seciyesini ifade emesi bakımından kaydediyorum”