Dünyada siyasi teoriler bakımından çok büyük etkiler uyandırmış isimler her zaman çalkantılı ve karmaşık hayatlar yaşamışlardır. Kimi bir aristokrat olarak teorilerini saraylarda formüle ederken kimisi ise fakirlik, hapis ve türlü işkenceler silsilesi içinde zorlu hayatlar yaşamıştır. Bu yazıda, Mihail Bakunin’in yaşamı, karşılaşmaları ve düşüncelerini ele almaya çalışacağız.
BAKUNİN’İN YAŞAMI VE DÜŞÜNCESİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Mihail Bakunin ise kendisinin de söylediği gibi bir burjuvadır fakat her şeyin aksine burjuva oluşu proletaryanın bütün dertleriyle dertlenişini engellememiştir. Aksiyon ve pratik adamı oluşu günümüzde Bakunin okumak isteyen birinin eline tamamlanmış bir Bakunin eserinin çok nadir geçişine neden olmuştur. Yazılarının çoğu ya bir kongrede okunmak üzere yazılmış, mektup olarak hazırlanmış veyahut birkaç parça notlardan derlemedir.
30 Mayıs 1814 tarihinde Tver şehrinin Premukino adlı bir köyünde bir malikânede dünyaya gelen Mihail Bakunin, mücadeleden kendini emekli ettiği hayatının son 2 senesi dışında hiçbir dönemde huzur içinde bir yaşam sürmedi. Babası bir diplomattı ve ataşe olarak uzun yıllar Floransa ve Napoli’de yaşamıştı. Bir Rus olmasına karşın içinde Rus milliyetçiliğinin zerresi yoktu. Mihail, 15 yaşında St. Petersburg’daki topçu okuluna girdi ve üç yıl geçtikten sonra genç bir subay olarak Minsk ve Polonya’nın Grodno kentindeki garnizonlara gönderildi. 1832’de ikinci görevi olan Polonya’ya şiddetli bir ayaklanmanın bastırılışından sonra varmıştı ve Polonya’nın içinde bulunduğu korkunç durum, bu kaliteli, genç ve centilmen subayı derinden etkileyerek despotizme karşı ilk şiddetli hislerinin içinde filizlenmesine yol açtı.
Bundan 2 yıl sonra ordudan istifa etti ve 6 yıl yaşayacağı Moskova’ya gitti. Moskova’da felsefe eğitimi gördü ve bu eğitiminde Fransız ve Alman düşünürleri incelemeye başladı. Alman felsefesinin o sıralar en etkili ismi olan Hegel üzerine yoğunlaştı. Rusya’dan Almanya’ya geçti ve burada Arnold Ruge ile ilk devrimci fikirlerinin formülasyonunu gerçekleştirdi. İlk kapsamlı eseri ise Deutsche Jahrbücher (Alman Yıllıkları) oldu.
Bütün derdi önce bölgesel olarak Avrupa’da başlamasını öngördüğü devrimin işçi kitlelerinin, pan-slavist ve pan-germen imparatorlukların tüm baskılarına rağmen, bilinçlenmesi, birleşmesi ve kolektif bir yapıda anarşizme geçişiydi.1 Sayısız dernek, açık ve gizli örgüt, federasyon ve topluluk içinde yer aldı ve bunların hiçbiri hükümetler tarafından yararlı kuruluşlar olarak değerlendirilmiyordu. Hollanda, İtalya, Fransa, Prusya, Belçika, Birleşik Devletler ve Jura İsviçresinde yüz binlerce işçi örgütledi. Enternasyonalin 1. Kongresine iştirak etti ve içindeki anarşist kitlelerin, Marx ve çevresi de dahil olmak üzere, saygısını kazandı, onlara önderlik etti. Bununla birlikte 1866 yılında Cenevre’de ilk kez toplanan Enternasyonalin İsviçre’deki kurucularındandı. Ne kadar içten ve öfkeli bir anarşist oluşu ise şu yazdıklarından anlaşılabilir;
‘’Tüm yaşamın erişilmez ve sonsuz yaratıcı kaynağı olduğu için yıkan ve imha eden içgüdüye güvenelim. Yıkma güdüsü aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür.’’2
1843 yılında Paris’e geldiğinde hayatında büyük çekişmeler yaşayacağı Karl Marx ile tanıştı. Uzun yıllar Marx, Engels ve Proudhonla irtibat halinde olan Bakunin o yılları 1871 yılında yazdığı bir yazıda, Marx ile olan entelektüel ilişkilerini, şöyle anımsayarak yazıya geçirmişti:
“Bilgi söz konusu olduğunda Marx, benimle kıyaslanamayacak derecede ileriydi ve halen de öyledir. O zamanlar ben politik ekonomi hakkında hiçbir şey bilmiyordum, henüz kendimi metafizik hastalıktan kurtaramamıştım ve benim sosyalizmim sadece içgüdüsel bir sosyalizmdi. Oysa Marx benden yaşça küçük olmasına rağmen çoktan ateist olmuş, bilinçli bir materyalist ve yetkin bir sosyalistti. Bugün savunduğu teorisinin temel sacayaklarını o dönemde kurmaktaydı. Sık sık görüşürdük. Bilgisi ve proletarya davasına olan tutkun adanmışlığı nedeniyle -oldukça kibirli olmasına rağmen- ona derin bir saygı duyuyordum. Hep bilgi verici ve nükteli olan konuşmasına her zamanki olağan küstahlığının eşlik etmediği nadir zamanlarda sohbetini büyük bir merakla dinlerdim. Ancak hiçbir zaman aramızda gerçek bir samimiyet kurulmadı -mizaçlarımız buna izin vermiyordu. Marx bana duygusal idealist diyordu ve haklıydı; ben ise ona kibirli, vefasız ve hilekâr diyordum ve ben de haklıydım.”3
Proudhon’u iflah olmaz bir idealist olarak değerlendirdi ve bunu İncil’i Roma Hukuku’nu ve metafiziği aşamamasına bağladı. Ona göre Proudhon’un en büyük talihsizliği doğa bilimlerini hiç okumamış ve böyle yöntemleri hiç benimsememiş olmasıydı. Onun dahiyane bir içgüdüye sahip olduğunu ve doğru yolu gördüğünü yazıyordu fakat idealist düşünce metodunun onu her defasında eski hatalarına düşürdüğünü not ediyordu. Onun hakkındaki en çarpıcı yorumu ise 1870 tarihli Fransızca bir yazısındaki şu parçayla özetlenebilir:
‘’Proudhon ebedi bir çelişkiydi; gayretkeş bir dahi ve idealist aldatmacalara karşı çıkan ama ne yazık ki kendisi bu aldatmacaların hakkından gelemeyen devrimci bir düşünür…’’ 4
Çok önceden beri Marx ve çevresine aşıladığı Marksist düşünce ile bir tür savaş halindeydi. Birkaç kez Marx’ın kendi denetimindeki gazetesi Neue Rheinische Zeitung’da bir Rus ajanı olmakla ve çar tarafından özel olarak görevlendirilmekle itham edildi.5 Defalarca bu teorik çekişme nedeniyle hakkında tutuklama kararları ve sürgün hükümleri çıkarıldı. Her defasında bu iddialardan aklanmasına karşın Marx böyle durumlarda her yöntemi kullanacak biri oluşunu ispatlıyordu. Enternasyonal’in kurucularından biri olan Marx’ı, Enternasyonal’e hakim olmak ve ona diktatörlük etmekle suçluyordu.6 Gerçekten de Marx çevresiyle birlikte, kendi teorisinde de olduğu gibi, Enternasyonal’de otoriter bir merkezileşme ve tek elden yönetimi hedefler gibiydi.
Marx’ın entelektüel bakımdan teorik çarpıklıklarına bolca işaret eden Bakunin, komünist düşünce tarzındaki otorite, devlet, merkeziyetçilik ve toplu kontrol mekanizmalarıyla bağdaşamıyordu. Marksist teoride devletin her zaman genişlemeye zorunlu bir yapı olarak tarif edildiğini biliyordu. Yıkılmamak için bir devletin yegâne zorunluluğu ise fetih politikasıydı ve Marx bu fetihlerin her zaman büyük katliamlar, hak ihlalleri ve toplumsal vahşetler getirdiğini not ediyordu. Standart bir devletin yok olmamak için her zaman büyümeye mahkûm olduğunu söylüyordu ve saldırgan devlet politikalarının devletin kendi içsel doğası dolayısıyla engellenemez bir şekilde ortaya çıktığını belirtiyordu.7
Her zaman özgürlüğe ve her anlamda eşitliğe vurgu yapan Marx’ın, Bakunin tarafından görülen en büyük çelişkisi ise Marx’ın kendisinin de bir devlet kurma hayalinde oluşuydu. Ancak bu devlet onun da dediği gibi proletarya yönetiminde olacaktı.8 Bakunin bu proletarya yönetiminin insanın doğası gereği hiç de hedeflendiği gibi olmayacağını söylüyordu. Bir işçinin iktidara gelişiyle birlikte artık onun bir işçi olamayacağını, artık bir işçi gibi düşünemeyeceğini, yönetici proletaryanın kimlik değiştireceğini ve devletin yeni zalim hükümdar kastının bu sınıf olacağını vurguluyordu. Anarşist terminolojide ise devletin tanımı toplum ile bireye, zor yoluyla dayatılan siyasal otoriteyi uygulayan kompleks baskıcı kurumlardı. Fakat her şeyin ötesinde Bakunin’in Marx’a olan asıl itirazı onun ikiyüzlülüğüydü. Her söylevinde devleti kötüleyen ve bir cani gibi gösteren Marx, ideal komünist topluma geçişte, sözde, geçici devlet yapısının zorunlu olduğunu söylüyordu.9 Kendisi de Bakunin’in ona yönelttiği bu eleştiriler gibi bildiği üzere bu hiçbir zaman geçici bir devlet olmayacaktı ve tabiatı itibariyle geçici de olması mümkün değildi. Bakunin, Marx’ın aslında hiçbir zaman devlete ve otoriteye düşman biri olmadığını ve teorisinde de asıl düşmanlığının mevcut hükümet otoritesine olduğunu yazıyordu.10 Marx’ın asıl düşmanı mevcut Alman yönetimiydi ve mevcut yönetim bir kez yerini proletaryaya bıraktığı vakit, artık Marksist teoride devlet kötü bir kavram değildi.
Bakunin’in felsefesindeki yönetim modeli ise olabildiğine federatif olarak şekilleniyordu. Kilise, ordu, mahkemeler, okullar, bankalar ve onlara bağlı olan tüm kurumların kökü kazınmalıdır diyordu. Dini bir dayatma gerçekleştiremeyecek güçsüz dini kimseler, halktan oluşan ve sadece işgali önleme amaçlı düzenli olmayan bir ordu, yerel federatif seçimle gelen mahkeme sistemi ve yargıçlar, komünlerin kendilerinin karar verdiği öğretmenlerle çalışan bir okul sistemi amaçlanıyordu. Bankaların yerine ise tek bir banka kurulacak ve bu banka da Mübadele Bankası olacaktı. İsminden de anlaşıldığı üzere kapitalist terminolojideki anlamını karşılamayan bu kurum herkese ihtiyacı olanı vermekle görevli oluşunun yanısıra istatistik ve iskân ile alakalı konuları da denetleyecekti. Yerel yönetim yapısı ise köylerden oluşan komünler, komünlerden oluşan federasyonlar, federasyonlardan meydana gelen kantonlar (bölgeler) şeklinde olacaktı.
Kendi anarşist düşünceleri ise daha çok bir manifesto ve bildirge mahiyetinde olarak yazılıyordu. 1864 yılında gizli bir Enternasyonal Devrimci İttifak kurmuş (daha ziyade Enternasyonal Kardeşlik olarak tanınır) ve bu örgüt programını ve tüzüğünü birbiriyle bağlantılı üç belge halinde 1865-1866 yıllarında yayınlamıştı: Uluslararası Aile, Devrimci El Kitabı ve Ulusal Bildirge. Bu belgeler ile birlikte kendi doktrininin ana hatlarını ortaya koymuştu. Devrimci El Kitabı ile ilan ettiği ilkeler ise şu ölçekte çarpıcılığa sahipti:
II. Tanrı kültünü insanlık sevgisi ve saygısıyla değiştirerek, gerçeğin tek ölçütü olarak insan aklını; adaletin temeli olarak insan bilincini; toplumdaki düzenin tek kaynağı olarak bireysel ve ortaklaşmacı özgürlüğü öneriyoruz.
III. Eylemleri için kendi bilinçleri ve kendi akıllarından başka hiçbir onay arayışına girmeme, öncelikle kendilerine ve daha sonra gönüllü olarak kabul ettikleri topluma sorumlu olma özgürlüğü, her erişkin kadının ve erkeğin mutlak hakkıdır.
IV. Bir insanın özgürlüğünün bir başka insanın özgürlüğüyle sınırlandığı doğru değildir. İnsan, tümüyle hemcinslerinin serbest rızasıyla akseden ve tanınan kendi özgürlüğünce gerçekten özgürdür, onların özgürlüğünde doğrulama ve genişleme bulur. İnsan yalnızca eşitçe özgür insanlar arasında gerçekten özgürdür; bir tek insanın bile köleliği tüm insanlığı çiğner ve herkesin özgürlüğünü etkisiz hale getirir.
V. Herkesin özgürlüğü bu nedenle yalnızca herkesin eşitliği halinde gerçekleşebilir. Özgürlüğün eşitlikle gerçekleşmesi, hem ilkece hem de gerçekte, adalettir.
VI. Eğer insan ahlakının bir temel ilkesi varsa, o da özgürlüktür. Hemcinslerinin özgürlüğüne saygı duymak görevdir, onları sevmek, onlara yardım etmek, hizmet etmek ise erdemdir.
VII. Devletin çıkarı için özgürlüğü feda eden de dahil tüm yetkelerin mutlak reddi. İlkel toplumun hiçbir özgürlük kavrayışı yoktu; ve toplum geliştikçe, insan, akılcılığının ve özgürlüğünün tam uyanışından önce, insani ve kutsal yetke tarafından denetlenen bir evreden geçti. Toplumun siyasi ve ekonomik yapısı şimdi özgürlük temelinde yeniden örgütlenmelidir. Bundan böyle, toplum düzeni toplumsal örgütlenmedeki tüm katmanların özgürlüğü denli bireysel özgürlüğün en büyük olası gerçekleşmesinden doğmalıdır.
VIII. Toplumsal yaşamın siyasi ve ekonomik örgütlenmesi, mevcut durumda olduğu gibi tepeden –merkezden, zorunlu merkezileşmeyle birliğin empoze edilmesiyle yönetilmemelidir. Tersine, tabandan tepeye doğru –çevreden merkeze doğru– özgür birlik ve federasyon ilkeleri uyarınca yeniden örgütlenmelidir.
IX. Siyasi örgütlenme. Her ulusun siyasi örgütlenmesi ve iç gelişimi için somut, evrensel ve bağlayıcı bir norm belirlemek olanaksızdır. Her ulusun yaşamı hepsi için eşit derecede geçerli bir örgütlenme modeli kurmayı olanaksızlaştıracak ölçüde farklı tarihsel, coğrafi ve ekonomik koşullar bütününe bağlıdır. Böylesi herhangi bir girişim kesinlikle uygunsuzdur. Bu, yaşamın yalnızca sonsuz farklılık altında yeşeren zenginliğini ve kendiliğindenliğini boğar ve, dahası, özgürlüğün en kökten ilkeleriyle çelişir. Bununla birlikte, kimi tümüyle gerekli koşullar olmaksızın özgürlüğün kılgısal gerçekleşmesi sonsuza dek olanaksız kalacaktır.11
BAKUNİN’İN İNSAN, TOPLUM VE ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞLARI
Mihail Aleksandroviç Bakunin, son nefesini verene kadar bütün ömrünü anarşist felsefeyi ve politik doktrinlerini formüle etmek yolunda harcadı. En büyük hasmı ise devlet ve her türden dini otoriteydi;
‘’Oysa biliyoruz ki, otorite özgürlüğün inkârıdır. Tanrı, daha ziyade Tanrı kurgusu, yeryüzündeki her türlü köleliğin entelektüel ve ahlâki kaynağı ve bu köleliğin kutsayıcısıdır ve göksel bir efendinin varlığı biçimindeki korkunç ve sinsi kurgu yok edilmediği sürece insan asla tamamen özgürleşemez.’’12
Özgürlük denilince ilk olarak onun en ateşli savunucusu olan liberal felsefeden başlamak gerekir. Liberallerin devlet karşısındaki tutumları konusunda Bakunin onları ikiyüzlülükle suçlar. Aynı zamanda doktriner liberal sıfatını da yakıştıran Bakunin devletin işlevlerini yerine getirmek üzere oluşturulan her yapının zorunlu bir kötülük olduğunu ve uygarlığın gelişmesi için, devlete atfedilen işlevlerin ve hakların sürekli olarak azaltılması gereğini savunan kimseleri böyle tanımlar: liberaller der. İkiyüzlülüklerini ise pratikte devletin varlığı veya istikrarı ciddi bir tehditle karşı karşıya geldiğinde, en az monarşistler ve Jakobenler kadar fanatik devlet savunucuları olmalarına dayandırır.13 Ona göre bu liberal hizipte yer alanların, liberal ilkeleriyle doğrudan çelişerek devlete duydukları sadakat iki şekilde açıklanabilir: Sınıf çıkarları doktriner liberallerin büyük çoğunluğunu pratikte burjuvaziye dahil eder. ‘’Kabarık bir sayıya sahip olan bu saygın sınıf, yalnızca kendisi için özel haklar, ayrıcalıklar ve mutlak yetki ister.’’ Meşhur laissez faire ve laissez aller felsefesiyle yaşayan bu liberallere bir ekonomik anarşizm modelinden yararlandıklarını yakıştırır ve bu modeli de sadece kendileri için kullanmaya istekli olduklarını ifade eder.14 Çünkü, ‘’kitleler anarşiyi suiistimal etmeksizin yaşayamayacak kadar cahildir’’ der. Her hakkı ve yetkiyi yalnız kendileri için isteyen liberallerin devletin tarafına geçtikleri zamanı, işçilerin artık sömürüldüklerini anladıkları ve mevcut devlet ayrıcalıklı yöneten sınıfıyla birlikte liberalleri de yıkmaya kararlandıkları zaman olarak tahayyül etmek mantıklı olur.
Liberal felsefedeki bireysel özgürlük ve toplumsal düzene de bir hayli vurgu yapar Bakunin. Liberallerin bireysel özgürlüğü toplumun bir yaratımı veya tarihsel bir ürünü olarak görmediğini söyler. Çok daha eski bir şey olduğunu ve Tanrı tarafından insanlığa bahşedildiğini savunurlar der.15 Bu tespiti ise 19. ve 20. asrın liberallerine bir değerlendirmedir. Günümüzde liberal doktrinin din, felsefe, ahlak ve toplum konularının üzerine çok daha az kafa yorduğunu biliyoruz. Bakunin’in liberallerin en büyük çürüklüğü olarak tarif ettiği ise toplumsal sözleşme teorileridir. Kendisinin ve anarşizmin diğer büyük temsilcilerinin de belirttiği gibi devlet organı baskı yoluyla, bilhassa fetihlerle ve korkuyla kurulmuş yapılardır. Büyümeye, gelişmeye ve genişlemeye -eğer yaşamak istiyorsa- mecburdur. Gizli ve görünmez bir anlaşmanın insanlar arasında mülkiyete, hayata, çıkarlara ve karşılıklı bağımlılıklara dayanan bir güvence oluşturması düşüncesi aptallığın daniskasıdır.
‘’Liberaller, tarihteki hiçbir devletin sözleşmelerle yaratılmadığını ve tüm devletlerin fetih ve zor yoluyla kurulduğunu çok iyi bilirler.’’16
Topluma vurgu yapar Bakunin: etkisi altında bulunduğu doğal toplumsal nüfuza karşı çıkabilmesi için, bireyin en azından belli bir ölçüde kendisine karşı başkaldırması gereklidir. Her halükârda, içinde doğduğu topluma karşı başkaldırması, bir bireyin insanileşmesi için kaçınılmaz bir eylemdir. Kişinin topluma karşı başkaldırısı ise devlete karşı başkaldırısına kıyasla çok daha zordur. Çünkü, toplumsal otorite, keyfi ve formal olarak değil, tabii bir yöntemle dayatılır. Ve toplumsal otoritenin birey üzerinde, devlet otoritesinden çok daha fazla etkili olmasının nedeni de budur. Kendilerinin tanrıları gibi davranan bireysel özgürlükçü düşünceye karşı doğanın hakimiyetine ve üstünlüğüne dikkat çekmek gerekir. İnsan zavallıdır, kusursuz olmanın peşinden giden her savaşçı bir yenilgiyle karşılaşmaya hazır olmalıdır. Mutlak kusursuzluk ve insan merkeziyetçiliğine benzer bir hümanizma yaratma peşinde olan bütün kapitalist temelli doktriner yapı Bakunin tarafından kuşatma altına alınmıştır:
“İnsan kitleleri öylesine zavallı, öylesine güçsüz bir görünüm ve öylesine bir ruh, irade ve inisiyatif yoksunluğu arz ederler ki, onlarda ölümsüz ruha veya özgür iradenin en ufak bir izine rastlayabilmek için, kişinin kendisini muazzam bir şekilde kandırma kabiliyetine sahip olması lazım. İnsanlar başka şeyler tarafından tamamen belirlenmişlerdir: Dışsal doğa, yıldızlar ve yaşamlarının maddi koşulları tarafından belirlenmişlerdir; geçmiş yüzyıllar boyunca özenle hazırlanmış olan yasalarla, muazzam düşünce ve önyargı silsileleriyle belirlenmişlerdir ve yaşamları, doğdukları andan itibaren tüm bu olgular tarafından istila edilmeye hazırdır.”
Emma Goldman, “Almayı arzuladığımız kadar özgürlüğümüz vardır.” der.17 Tanrı’nın otoritesine karşı oluşan başkaldırıyı tabii olarak, devlet tarafından temsil edilip meşrulaştırılan insani, bireysel ve toplumsal başkaldırı devam ettirir. Bu noktada, devlet biçiminde örgütlenen bir toplumun resmi ve bu yüzden diktatoryal olan imtiyazları ile, resmi ve yapay olmayan bir toplumun üyelerinin doğal nüfuzu ve eylemleri arasında kesin ve keskin bir ayrım yapmak durumundayız.
İnsana doğduktan sonra içinde bulunduğu toplum tarafından zorunlu bir şekilde A posteriori aşılanan kuramları ise itiraf etmek gerekir. İnsan, belleğinde bazı normlar, kurallar ve değerler bütünüyle birlikte doğar. Yaşadığı çevresi, iş ve okul hayatı, aile ortamı gibi temel alanlarda bir takım pasif bağımlılıklarla karşı karşıya gelir. Düşünme fırsatı dahi bulamadan birtakım temel değerlerimiz halihazırda toplum otoritesi tarafından dikte edilmiştir. Bu durum sonrasında feshedilemeyen bir modus vivendi örneğidir.
Her yeni nesil, olgun düşünce yaşına eriştiğinde, geçmişteki nesillere olduğu gibi, kendisine de bir hareket noktası olarak hizmet eden, entelektüel ve ahlâki emeği için hammadde sağlayan hazır düşünce ve anlayışlara hem kendisinin hem de toplumun sahip olduğunu görür…Bunlar doğa, insan ve adalet tarafından, bireylere, sınıflara, toplumsal katmanlara, aileye, mülkiyete, devlete verilen görevler ve haklar tarafından ve insanlar arasındaki ilişkileri etkileyen pek çok diğer faktör tarafından yaratılan anlayışlardır. Tüm bu düşünceler, birey henüz bağımsız bir varlık olduğunu fark etmeden çok önce, onun kafasına sokulmakta ve aldığı eğitim tarafından koşullandırılmaktadır. Birey, ait olduğu toplumun politik, dinsel ve ekonomik kurumlarının evrensel bilincini ve kolektif önyargılarını ifade eden, kutsanmış olan ve açıklanabilen bu ayrıntılı kuramları çok sonradan keşfeder. Bu ön yargılar bireye öylesine aşılanmıştır ki, kişisel olarak bu önyargıları savunma niyetinde olmasa bile tüm entelektüel ve ahlâki alışkanlıklarından ötürü, isteksiz bir şekilde bu kötülüklerin destekleyicisi olur.18
Proudhon’dan bir alıntıyla yazıyı bitirmek isterim: ‘’Devlet, kilisenin küçük kardeşi, her türlü despotizmin ve ayrıcalığın tarihsel kutsanması, tüm siyasal ve ekonomik köleliğin nedeni ve gericiliğin özü ve ana merkezidir.’’
Erkan BATMAZ
Kaynakça:
1 Sam Dolgoff, Bakunin, Kaos Yayınları, 2009, s.18.
2 A.g.e. s. 57.
3 A.g.e. s. 14.
4 A.g.e. s. 15.
5 Neue Rheinische Zeitung. Nr. 36. Köln, 6. Juli 1848.
6 Sam Dolgoff, Bakunin, Kaos Yayınları, 2009, s.34.
7 Mihail Bakunin, Tanrı ve Devlet, 2017, s.245-271.
8 Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Yar Yayınları, 2015, s. 74-75.
9 Lenin, “Gotha Programının Eleştirisi Üzerine”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yay., Kasım 1969, s.141.
10 Mihail Bakunin, Tanrı ve Devlet, 2017, s.254.
11 Sam Dolgoff, Bakunin, Kaos Yayınları, 2009, s.78-99.
12 A.g.e. s.252.
13 A.g.e. s. 247.
14 A.g.e. s. 247.
15 A.g.e. s. 248.
16 A.g.e. s. 248.
17 Alix Kates Shulman, Red Emma Speaks, Humanity Books, 1998, s.137.
18 Sam Dolgoff, Bakunin, Kaos Yayınları, 2009, s.252.