ABDÜLHAK ŞİNASİ'NİN BOĞAZİÇİ YALILARI İSİMLİ ESERİ

KÜLTÜR SANAT KİTAP

Abdülhak Şinasi'nin Boğaziçi Yalıları İsimli Eseri

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Yalıları, İstanbul: Varlık Yayınları,1954.

Abdülhak Şinasi bu muazzam eserinde İstanbul’un güzelliklerinden ve tarihi eserlerinden bahsetmiştir. Şimdi kısaca eserin özetinden bahsetmek istiyorum. Bin bir güzellik barındıran Boğaziçi Yallıları İstanbul’a farklı bir güzellik katıyor.

Bu kitap Boğaziçi’nin bin bir çeşit güzelliklerini, tarihi eserlerini, ananelerini ve yalılar da geçen o müthiş bayram ve sazlı-sözlü mehtap gecelerinden bahis etmektedir. Bu eserin özelliği bütün güzellikleri ayrıntılarıyla dile getirmesidir. Diğer bir bakıma Boğaziçi’nin insan haritasını verir. Bu kitabı okudukça İstanbul’un güzelliklerine ve anlatılan her olaya hayran kalıyorum.

İnsanın Boğaz’da yaşaması için yalısı olması gerekir. Boğaziçi sanki bir göl ve burada her yalı bir göl ve burada her yalı biri diğerine, bu suların içinden geçen bir manevi rabıtayla, büyük ve gizli bir tesanütle bağlı ve birleşik gibiydi. Yazar Boğaziçi yallılarda geçen günleri ve Boğaziçi geceleri(Mehtap), boğazın hayran bırakan güzelliklerinden, çekici yeşil tepelerinden(Çamlıca), sandallardan, kayıklardan, mahallelerden bahsediyor. Ayrıca eski mezarlardan mesela: Rumelihisar, Anadolu sahilinde birçok yerlerdekilerden, Göksu deresindekilerden, Kanlıca yolunda hala duran mezarlıklardan, o zamanki adetlerden ve tarihi eşyalardan bahis eder. Yazar yalılarda geçen günleri ve saatleri anlatıyor. Boğaziçi yalılarında geçen bir devri, bir ömrü, bir mevsimi değil, bir tek günü bile, nasıl anlatmalı ki bu, bir gülü gösterip koklatmadan onu tarif etmeye benzer. Hizmetçi gelir, sabah çayını ve sabah gazetesini getirir, ilk açılan pencereden giren munis rüzgarlarla güneşli, neşeli, parlak ve genç yeni bir gün odanın içine dolar. Denize atlarken nasıl bir an üşüyeceğimizi düşünerek tereddütle durur ve sonra, duyacağımız soğuğun hazzına daha büyük bir acele ile dalarsak, bu günün hazzı içine yatağımızdan öyle atlardık. İşsiz, yavaş, hesapsız gün, altın ışıklarını ikindinin mavimtırak saatlerinde usulca eriterek ve sonra ne çabuk bir çiçek gibi solarak, koyulaşarak, daha içli ve mor saatlere, akşamın tahassürlerine, vedalarına girer ve bir musiki dinlerdi.

Kitap Hakkındaki Düşüncelerim

Ben Boğaziçi kitabını seçmemdeki amaç Boğaziçi yalılarını yani İstanbul’un herkesi kendine hayran bırakan, aşık yapan, baktıkça doyum olmayan boğazını daha iyi anlamak ve öğrenmek amaçla seçtim. İyi ki de seçmişim. Ben Türkiye’ye ilk geldiğimde İstanbul’u, Boğazı ve Çamlıca tepelerini iyice gezdim ve gördüm. İstanbul’u tanıdığımı zannetmiştim. Üniversite’de İstanbul ve Toplum Edebiyatı dersi alırken her derse girdiğimde, Hocamız İstanbul’u her anlattığında daha çok yanıldığımı anlıyordum. Meğer hiç tanımamışım. Bu kitabı aldıktan sonra ilk okuduğumda zor geliyordu kelimeleri anlamakta, bu da benim yabancılığımdan ileri geliyor olabilir. Sonra ikinci kez daha çok düşünerek resimlere ve boğaza bakarak okuduğumda her kelimenin altında yeni bir anlam yattığını gördüm ve okudukça zevk almaya başladım. Her okuyuşumda İstanbul’un tarihi yapılarının güzelliklerini daha iyi anlıyordum ve bu beni mutlu ediyordu. Kitabı okudukça yazarın anlattığı Boğaziçi yalılarında geçen günleri yaşamak istiyor ve o zamanki İstanbul’u görmek istiyordum.    Bu kitap çok güzel bir kitap sayfası az değil ama yazar İstanbul’un güzelliklerini, kültürünü ve o zaman ki yaşamı gayet güzel anlatmış ve ben bu kitabın hayranı oldum. İstanbul’un Boğaziçi yalılarını öğrenmek ve bilgi edinmek için güzel bir tarzda yazılmıştır. Tarihten, eski sultanlardan, köşklerden bahsediyor. Belli ki yazar kendi çocukluğundaki yalıları ve geçen günlerini ve olayları anlatıyor, biraz da eskilere gidiyor ve yaşadığı o güzel günleri, bayramları, kaldığı köşkleri, eşyaları, kayıkları, sandalları, ve sazlı sözlü mehtap gecelerini anlatıyor. Bu hatıralar yazarda silinmez bir iz bırakmıştır. Öyle bir zamanda ve boğazın gerçek orijinal görünüşünü havasını ve zevkini almanın duygusu ve anı unutulmamalıdır. Yazar erkeklerin nasıl hanımlara saygı gösterdiklerinden ve insanlar sıkıldığında yorgun hissettiklerinde sandallarla boğazı gezmeye çıktıklarını anlatıyor. Yazar o zaman ki kayıkçıların da farklılığını belirtmiştir mesela. Kayıkçıları o zaman kayıkla aynı renkte elbise giyerlerdi, terlememeleri için boyunları açık hilali gömlekler giyer, beyaz şalvarlar, beyaz çoraplar giyerlerdi. Ayaklarına basık yemeniler ve başlarına da fes giyerlerdi. Kayıklara kadınlı erkekli binilmezdi ya da herkes kendi ailesiyle binmeli idi. Bu gelenek adettendi. Kayıkçılar ayaküstü yelken sallamaz ve yüzü kayıkta oturanlara dönük kayığın uç tarafında otururdu. Fakat muhakkak ki, kayıklarla yapılan gezintilerin en unutulmazları, mehtaplı gecelerin saz âlemleri ve o birbirinden güzel gecelerin en emsalsizi, yine muhakkak ki, kısaca ''mehtap'' denilen, yalnız Boğaziçi'ne mahsus o saz geceleriydi. O gecelerde büyükçe, mesela bir balık kayığına yerleştirilen hanende ve sazendeler, ayın doğduğu sıralarda başlayıp, Boğaziçi'nin muayyen noktalarında dura dura ilerleyerek ve sonra yavaş yavaş dönerek, bütün Boğaziçi’n de kendi kayık ve sandallarıyla saz alayına katılmasıyla gittikçe genişleyen bir halka halinde, Boğaz'ın aşağılarına kadar inerdi.

Yazar, o zaman boğazda gezerken iki sahilden sırasıyla görünen gönül açıcı manzaralar, rengarenk evler, hülyalı yollar, beyaz saraylar, saray gibi yalılar, beyaz camiler beyaz ve ince minareler, bahçeler, parmaklıklar, köşkler, çeşmeler, ağaçlar, çiçekler, yirmi beş kilometrelik bir yolu tutardı. Şimdi yapılan gökdelenlerle beraber her yere asfalt döşeniyor ve bu da eski İstanbul’un doğal güzelliklerini kapatıyor ve bu saydıklarımızın çoğu görünmüyor ve yıkılıyor. Kitabı okurken hiç bitmesini istemiyordum öyle bir güzel anlatıyordu ki sanki kendimi o zaman da yaşamışım gibi hissediyordum. Sonlarına doğru bu güzelliklerin bozulduğunu ve yallıların söküldüğünü vurguluyor ve çok üzüldüğünü belirtiyor. Ayrıca ben kitabı okurken İstanbul ile ilgili çok şey öğrenmekle beraber, eski güzelliklere dokunmamak ve bize kalan tarihi eşyaları daha çok korumak için mücadele etmemiz gerektiğini anladım. Ve bu kitabı her kese tavsiye ederim.

Abdülhak Şinasi'nin Hayatı

Kendi duygularını ve çocuklukta yaşadığı olayları anlatıyor. Anne tarafından dedesi Muhtar Bey'in Rumelihisarı'ndaki yalısında doğdu. Abdülhak Şinasi Hisar'ın çocukluğu, Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca’da geçti. 1898’de Galatasaray Sultaniye’sine girdi.

Ailesine haber vermeden 1905’te Galatasaray Sultaniye'sinden ayrılarak Paris'e gitti. 1908'e kadar Paris’te École Libre des Sciences Politiques’e devam etti.

Paris'te Prens Sebahattin, Dr. Nihat Reşat Belger, Ahmet Rıza Bey ve Yahya Kemal ile sık sık görüştü. II. Meşrutiyet’in ilânından (1908) sonra Türkiye’ye döndü. Fransız ve Alman şirketlerinde, Osmanlı Bankası’nda, Reji İdaresi’nde, 1931’den sonra ise Ankara’ya yerleşerek Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı. 1948’de İstanbul’a döndü ve Ayazpaşa’da Boğazı gören bir apartmana yerleşti. Bir süre Türk Yurdu dergisinin genel yayın müdürlüğünü üstlendi (1954-57). 1963'te Cihangir’deki evinde beyin kanamasından öldü.

Edebiyata Mütareke yıllarında Dergâh ve Yarın dergilerindeki şiir, kitap tanıtma ve eleştiri yazılarıyla başladı.


İslam Şükrüoğlu

Not: Bu yazı 17.12.2013 tarihinde kaleme alınmıştır.

Yorum Yaz