İlim ve Medeniyet

ABESE RUHU KİTAP İNCELEMESİ

Geçenlerde okuduğum Halis Kuralay abimizin Abese Ruhu isimli kitabından bahsetmek istiyorum. Kitap kısaca engellilerin toplumla, toplumlarında engellilerle olan imtihanından bahsetmektedir. Kendiside görme engelli olan abimizin bu eseri engellileri tanımamız, onların nasıl hissettiklerini anlamamız, onların ne beklediklerini hissetmemiz açısından oldukça önemlidir. Doğuştan engelli olmayanlar veya sonradan engelli olmayanlar olarak insanların engelli olanları anlaması mümkün değildir. Eseri okurken aklıma defalarca önemli yazarlarımızdan olan Cemil Meriç’in hayatı geldi. Kendisi de 38 yaşında gözlerini kaybediyor. Doğuştan âmâ olmakla sonradan âmâ olmak arasında herhalde dağlar kadar fark vardır. Üstadın âmâ olduktan sonra görmekle ilgili yazdığı şiiri yıllar önce ezberlemiştim. Çünkü nasıl ki samimi sözler, kalpten gelen düşünceler insanı etkiliyorsa şiirlerde öyle değil midir? Bu münasebetle beni oldukça etkileyen bu şiirle yazıma başlamak istiyorum.

Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle emrindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için parıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo, o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.

Görmeyen birine renkleri anlatmak, duymayan birine ezanı, sesi tarif etmek na-mümkündür. Üstadı gözleri görmese de kendisi çalışmaktan okumaktan mücadele etmekten asla geri durmaz ta ki vefat edene kadar. Yine yıllar öncesinden hatırladığım bir sahne vardır. Onun hakkında çekilmiş bir video izlemiştim. O videoda aklımda kalmış çok az bir şey var. Onlardan biriside Cemil Meriç’in son günlerinde kızıyla yaptığı görüşme. Hasta yatarken yatakta kızına ölümden korktuğunu söyler, o da ona Babacım senin ölümün normal bir ölüm olmayacak, öldükten sonra görüyor olacaksın der. Bu sahne de benim unutmadığım üzerimde tesiri olan bir sahnedir. Böyle bir girizgahtan sonra eserimizi incelemeye engellileri anlamaya çalışalım.

Evvela engelli denildiğinde sadece görme engelli, bedensel ve zihinsel engelli anlaşılmaması gerektiğinden bahsediyor yazarımız. Çok fazla engelli çeşidi olduğundan bahsettikten sonra bunların yaşadığı sorunları ve insanların engelli olan kardeşlerimize karşı yaşadığı sorunları dile getirmektedir. Eseri okuduğumuzda doğru bildiğimiz birçok yanlış olduğunu ayrıca görmekteyiz. Örneğin âmâ bir vatandaşımızı karşıdan karşıya geçirirken onun kolundan tutarak götürmek değil de onun sizin kolunuzdan tutarak götürmesi daha doğrudur. Bir âmâ ile tokalaşmak istediğinizde elinizi şaklatmanız âmâ kişinin sesin geldiği yere elini uzatacağı ve bu sayede tokalaşmanın mümkün olabileceği gibi pratik hayatta işimize yarayacak bilgiler vermektedir.

Her yaratılan şüphesiz güzeldir ve yaratılmasının bir sebeb-i hikmeti vardır. Bir insanın bedeninde bir organ çalışmıyorsa bu onun diğer organlarının çalışmadığı anlamına gelmez. Örneğin görmeyen birisi çok iyi duyabilir. Çok güzel sesi olabilir. Bir taraftan alan Allah diğer taraftan verebilir. Hz. Bilal’i Habeşi’de “ş” seslerini çıkaramayan bir sahabidir. Ezan okurken eshedü diye okur. Ama Allah resulü (sav) ezanı ona okutturuyordu. Dolayısıyla bir makinede bir parça çalışmıyorsa bu makinenin diğer parçalarının da bozuk olduğu anlamına gelmez.  Engelli olma durumu da böyledir işte.

Halis ağabey eserine Abese Ruhu ismini vermesinin sebebi Kur’an-ı Kerim’deki bir ayete dayanmaktadır. Kur’an-ı Kerim bir ayette âmâ birisine yüz ekşitilmesi durumu söz konusu ve bunun mukabilinde ayet inmesi söz konusudur. Orada yüzünü ekşitenin sevgililer sevgilisi Allah Rasulü (sav) olduğunu söyleyenler olsa da olmadığını söyleyenler de vardır. Bunlardan birisi de  Halis Ağabeyin eserinin girişinde yazısı bulunan bir  yazardır. Doğrusu benim bilmeye ilmim yetmeyeceği için ve ihtilaflı bir konu olduğu içinde en doğrusunu Allah bilir diyerek meseleyi anlamaya çalışalım.

Abese Suresi:

  • “(Peygamber) yüzünü ekşitti ve geri döndü.
  • Âmânın kendisine gelmesinden ötürü
  • Belki o temzilenecek,
  • Yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek.
  • Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince,
  • Sen ona yöneliyorsun,
  • Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin.
  • Fakat koşarak sana gelen,
  • Ve (Allah’tan) korkarak gelenle,
  • Sen onunla ilgilenmiyorsun.”

Ayetimizi bu şekilde verdikten sonra yazımıza devam edelim. Halis Ağabey 6 çocuklu bir ailenin âmâ olan tek çocuğudur. Ama aynı zamanda ailede Üniversite okuyanda tek çocuktur. Yani insanın okuması veya Rabbimizin bizlere güzel şeyler nasip etmesine âmâ olmamız engel değildir. Aksine Halis Ağabey’in âmâ olması onun Üniversite okumasına sebep olmuştur. Memleketinde okuması imkansız olduğundan İstanbul’a yatılı okulda okumaya gelir ve sonrasında ise sabrederek Üniversite bitirir ve hayata atılır. Diğer kardeşlerine okumak nasip olmaz. Yani şerde hayır, hayır da şer.

Yaşadığı sorunlar, âmâ olması onun hayata küsmesine sebep olmaz. Aksine Rabbine güvenir böyle nasip ettiyse Rabbim bir hikmeti vardır der ve haline şükrederek yaşamaya devam eder. Bir gün o zamanlar kabartma eserlerin az olduğu neredeyse Türkçe Kabartma eser olmadığı bir zamanda ona bir adam kabartma kitap hediye eder birisi ona. Bu kabartma kitabı okuduğunda görür ki incildir. Çok şaşırır ve çok üzülür. Daha sonra kabartma Kur’an çalışmasının da aynı zamanda öncülerinden olur. Çünkü her harfine sevap verilen kitabımızı görmeyen birisi nasıl olurda elinde tutarak okuyabilir. Okuyabilmesi için kabartma şeklinde basılması gerektir. Bu vakıayı öğrendiğimde aklıma gelenlerden birisi de yine yıllar önce izlediğim bir video idi. O video da engelli bir kardeşimiz en büyük hayalinin Kur’an-ı Kerim’i elleriyle tutup okuyabilmek olduğunu söylüyordu. Bir de kendi hayallerimize bakalım. Ne kadar nimet içerisindeyiz ne nimetin farkında ne de isteklerimiz makul.

Halis Ağabey’in eseri 200 sayfayı aşmış durumdadır. Böyle geniş çaplı bir eserden benim kısa bir yazıda kapsamlı bir şekilde bahsetmem oldukça zordur. Elbette yazım hitâma ererken şüphesiz eksik kalan yerler olacaktır. Buna rağmen eser hakkında yazmayı kafaya koymuştum zaten.

Dünyamız, çevremiz, okulumuz, evimiz ve hayatımızın her alanı insanların çoğunun durumuna göre düzenlenmiştir. Üniversite dersliklerinde oturduğunuzda sol elle yazan birisi için sol tarafta defteri koyacağınız yer bulunmaz. Sağ elle yazan birisi için yer bulunur. Çoğunluğumuzun özelliği neyse dünyamızı maalesef ona göre dizayn ediyoruz. Karşı tarafı düşünmediğimizden düşünmediklerimiz de bizim aramızda yaşamakta zorlanıyorlar, hor görülüyorlar vesayre.

Engelli kardeşlerimizin yaşadıkları sorunlara bir örnekte yazarımızdan verelim.

“Bir gün istiklal Caddesi’nin başındaki küçük mescide gitmiştim. Cemaat harici bir vakitti. Birkaç kişi namaz kılıyordu. Tahmin ettiğim tarafa yöneldim ve emin olmak için cemaate:

“affedersiniz, kıble bu yön müdür?” diye sordum.

Önce kimse bana cevap vermedi. Sorumu yineledim.

Cemaatten biri:

“Herkes bu yöne durmuş niye soruyorsun ki dedi.!”

İnsan bazen karşısındakinin engelli olduğunu bile fark edemiyor.  Onlarda yaratana ibadet etmekle mükellef olduklarından elbette camide namaz kılacaklar. Sürekli evde oturup namaz kılamazlar. Dışarıda işleri olabilir, camide namaz kılmak isteyebilir. Maalesef bazı camilerimiz engelli kardeşlerimiz için uygun değildir. Çünkü böyle bir bilincimiz yok. Herkesi kendimiz gibi zannediyor, herkesi tüm uzuvları eksiksiz zan ederek camileri, okulları ve dünyamızı inşa ediyoruz.

Şimdi sonradan engelli olan bir hanım kardeşimizin hikayesini sizlere aktarmak istiyorum. Eseri okurken oldukça etkilendiğim hikayelerden birisi de bu idi.

“17 yaşındayken omirilik felci olmuş bir hanım kardeşimiz anlatıyor: öncelikle tam 10 yıl sürekli yatağa bağımlı oldum. Doğuştan engelli olmak sonradan engelli olmaya kıyaslanınca nimet gibi bir şeydir. Fakat elinizde olanları, hele yürümek, koşmak gibi harika zenginlikleri kaybetmek öyle ağır gelir ki insana… zor oldu elbet. Ama bu benim imtihanımdı. Engelli olunca kulluktan çıkmamıştım ya. İman sahibi olmak, Allah’ın kulu olmak böylesi zor bir vakitte tutunulacak en güzel halat, sığınılacak en huzurlu yuva idi. Tüm zorluklarına rağmen o zamanlar daha ihlaslı mı? idim bilmiyorum annem bana leğen maşrapa getirir, abdestimi öyle alırdım. Şimdilerde kolayıma gidiyor dinimizde ruhsat verildiği için teyemmümü tercih ediyorum.

Evimiz merdivenli. Maalesef bir bedensel engellinin çekineceği konuların en başında merdivenler gelir. Ailem apartmanımıza benim eve rahat girebilmem için dışarıdan bir asansör yapmak istiyorlar. Halbuki ben evime hırsız gibi balkondan, camdan girmek istemiyorum. Belki sizler farkında değilsiniz ama evine herkes gibi zilini çalarak girmek, ne büyük bir güzelliktir. Bunu ancak bu imkandan mahrum olanlar fark edebilir.

Bir gün tekerlekli sandalyemin kilidini kapatmayı ihmal etmiştim. Sandalyem kaydı ve ben birden yere yuvarlandım. Kollarımı kullanarak yerde sürüklenerek istediğim yere gelebildim. O an fark ettim ki, kollarımı kullanabiliyordum. Bildiğim birçok bedensel engelli arkadaşım var ki kollarını kullanamıyorlardı. Kollarını kullanmanın ne büyük bir nimet olduğunun farkına vardım ve binlerce kere şükür ettim.

Bir gün bedensel engelli bir arkadaşımla bir toplantıya gitmiştik. Dönerken kolaylık olsun diye taksiyle dönelim istedik. İnanmayacaksınız ama tam bir saat taksi bekledik. Yanlış anlamayın, taksi geçmediğinden veya dolu geçtiğinden değil, taksiciler bizim gibi bedensel engellileri almak uğraşmak istemedikleri için bekledik. El kaldırıyoruz, taksi yanaşıyor, bakıyor ki bedensel engelliyiz bırakıp gidiyor. Bu nasıl bir sabır imtihanıydı. O günden sonra hangi insaflı taksiye binsem hep şunu söylerim: “aman beyefendi, olur ya günün birinde benim gibi bedensel engel bir insan arabanızı durdurmak isterse sakın geri çevirmeyin. Siz, başka taksi alsın diye düşünebilirsiniz. Ama böyle düşünen taksiciler yüzünden olabilir ki o gün bedensel engelli insan, hayata küser, dışarıya çıkmamaya yemin eder, suçlusu siz olursunuz.” O günden sonra artık bindiğim taksilerin istisnasız hepsine bunu söyler oldum.

Hepimizin imtihanı farklı Allah resulü boşuna kendinizden aşağıda olanlara bakın demiyor. İmtihanımızı abartmak, basit şeyleri büyüterek asıl gayemizi unutmak ancak gafillikle açıklanabilir. Asla engelli kardeşlerimizi küçümsemek için söylemiyorum. Yukarıda hikayesini anlattığım kardeşimiz imanın lezzetini tatmış bir kardeşimiz. İmanın lezzeti de herkese nasip olmaz diye düşünüyorum. Yukarıda hatırlarsanız Cemil Meriç’ten örnek vermiştik, bu kardeşimizde Rabbine gittiğinde inşaAllah yürüyerek gidecek. Ayaklarını tekrardan kullanacak, koşacak, kırlarda zıplayacak, cemalullah ile müşerref olacak inşaAllah. Çünkü sabrın sonu selamettir.

Şimdi ise yine eserden Fatma isminde bir kardeşimizin hikayesini anlatmak istiyorum. Bu beni etkileyen en çarpıcı hikaye idi. Bedensel engelli Fatma’nın çok sevdiği bir abisi vardır. O bir gün Sivas’a gelip konferans verecektir. Fatma’da annesine durumu açar ve gitmek ister.  lakin annesinin zorlanacağını düşünür, merdivenlerin engellilerin çıkması için uygun olmayacağını düşünür ve sonradan gitmekten vazgeçer. Lakin annesi onu götürmeye kızını mutlu etmeye karar vermiştir. Fatma heyecanla beklemeye başlar, o gün gelip çattığında ise o çok sevdiği yazarla görüşür. Sonrasında yazar çok etkilenmiş olacak ki Fatma’yı evinde ziyaret etmek ister. Şimdi yazarın kendi sözlerinden dinleyelim.

“ertesi gün dört kafadar çıktık yola Fatma Tatlı’yı aramaya… muhabbetle yolun nasıl bittiğini bile anlamadan vardık köye. Güneş daha yeni yükseliyor. Köyde karşılaştığımız birine sorduk Fatma’ların evini, o da bize  gösterdi:

“İşte şu karşıda gördüğünüz ev,”

Hem tarif etti hem de şaşkın bir vaziyette bize bakakaldı. Sabah sabah kim bunlar? Nereden geldiler? Fatma’dan ne isterler? Haklıydı o saatte dört yabancının ne işi vardı köyde? Biz tarif edilen eve doğru yürüdük. Bu sefer bizim kalp atışlarımız hızlandı. Fatma’yı küçük dünaysında ziyaret edeceğiz ve duasını alacağız. Fatma bizi görünce nasıl bir tepki verecek? Derken evin avlusundan içeriye girdik.

Avluya girdiğimizde Fatma’nın annesi elinde bir kova sütle çıkageldi. İnekleri sağmış eve girecekken bizi görünce kadıncağız şaşırdı. Heyecanlandı ne diyeceğini şaşırdı. Sadece sevinçle:

“Buyurun hoş geldiniz, ne güzel bir sürpriz bu! Neden akşamdan haber etmediniz, ona göre hazırlık yapardık? Neyse hele buyurun şöyle.” Diyerek sevinçle bizi karşıladı. Biz de dedik ki:

“Ablacığım biz ziyafete gelmedik, sizi ve kızınız Fatma’yı ziyarete geldik. Müsaade ederseniz ziyaret edip, duasını alacağız.”

“Ne demek hocam müsaade edin bana biraz, Fatma’yı hazırlayayım az sonra sizi içeriye alacağım.” Deyip koşarcasına içeriye girdi. Bir an önce bu sevinçli haberi Fatma’ya vermeliydi. Ne kadar da çok sevinecekti kızı şimdi. Yıllardır yaşadığı hüznü bir nebze de olsa unutacaktı. O rüzgar gibi içeri girdi, bir tefekküre daldık. Bir an Fatma’nın yerine koydum kendimi. İsterseniz siz de deneyin, empati yapın. Yıllardır dört duvar arasında yaşıyorsunuz. Emsallerinizin kimi gelin olmuş, yuva kurmuş, kimi çalışıyor tarlada, bağda, bahçede kimi de okuyor üniversitede. Siz de dört duvar arsında ya tavanı seyrediyorsunuz ya da duvarı.o duvarların dili olsa da söylese Fatma’nın yaşadıklarını, söylediklerini… ve siz her gün aynı şeyleri tekrar ediyorsunuz. İyileşme ümidiniz olmadan bekliyorsunuz size verilen sürenin dolacağı zamanı. İstediğiniz zaman ziyaretçi bile bulamazsınız köyde. Herkez kendi işinde ve bir uğraştadır.

Biz bunları düşünürken Fatma’nın annesi göründü kapıda:

“Hocam buyurun kızım sizi bekliyor.”

Tek katlı bir köy eviydi Fatma’nın yaşadığı ev. Genişçe bir bahçesi vardı. Biz kapıdan içeri girdiğimizde evin köşesinde yatağının üzerinde oturuyordu Fatma. Bizi görür görmez gözlerinden yaşlar süzülüverdi. Aynı zamanda tebessüm ediyordu. Sevinç gözyaşının nasıl bir şey olduğunu o gün Fatma’dan gördüm. Fatma sevinç gözyaşları dökerken, annesi, babası, dedesi, ninesi başladı ağlamaya. Derken Senai abi de katıldı kervana. Yürek olsun da dayansın. Oda da müthiş bir sessizlik ve hepimizde gözyaşı vardı. Ziyaretimiz sebebiyle ev sanki cenaze evine döndü. Halbuki biz Fatma’yı sevindirelim, onu sevindirmenin sevincini yaşayalım diye gitmiştik. Bu ortamı yumuşatmak için ona bazı sorular sorduk. O da ne? Fatma’ya ne sorduysak Kur’an-ı Kerim’den bir ayet-i kelimenin mealiyle cevap veriyor. Ayet hatırlamadıysa bir hadis-i şerifle karşılık veriyor. Fatma Kur’an-ı Kerim’le konuşuyor. Merak ettik Fatma’nın Kur’anla olan ilişkisini, muhabbetini.

En yakında bulunan Kur’an mealine ilişti gözümüz. Alıp baktığımızda en son okuduğu bu mealde Âl-i İmran suresi’ne gelmişti. Kur’an’la dostluğu ise şöyle söylüyor:

“Hocam canım sıkıldığında benim en samimi dostum ve sırdaşım Rabbimizin bize emanet ettiği Kitabımız Kur’an-ı Kerim’idir. Onu elimde tutacak dermanım yok. Annem önüme bir  yastık koyuyor üzerine de kitabımı böylece okuyabiliyorum. Gücüm sadece sayfalarını çevirmeye yetiyor.”

Fatma’nın Kur’anla olan muhabbeti bize çok şey söyledi. O defa kaçıncı defa anlamak ve yaşamak için okumuştu kitabımızı. Elinde derman olmadığı halde çaresizliğe sığınmamıştı.Tembelliğe sığınak aramamıştı. Küsmemişti Rabbine. Her fırsatta okumaya ve anlamaya gayret etmişti. Onun bu hali kendimizi sorgulamamız gerektiğini anlattı bize…

…. Sivas’a dönünceye kadar kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Hala herkes ziyaretin atmosferinden kendini kurtaramamış görünüyor. Bütün ziyaretçilerin dillerinden dökülen ortak cümle:

“İyi ki ziyaret etmişiz. Hissemize çok şey aldık. Allah’ın ne güzel kulları var böyle.”

Bu ziyaretimizi kendine  has o güzel üslubuyla Senai abi şöyle yazdı köşesinde:

“Fatma Kalbi Kıyamda!”

….. Fatma ile yapılan şu konuşmaya da dikkat edelim.

…. “Din ne demek Fatma?”

“Borç demek Hocam.”

“Dün günü peki?”

“Herkesin borçlu olduğu gün. Herkes borç içinde. Her an her şey her şeyden borç istiyor, borç alıyor. Herkes borçla var alıyor. Ödünç yaşıyor.”

Öyleyse Mâlik ne demek söyleyebiliriz artık. Kimseye borcu olmayan. Herkesin borç aldığı. Herkesin varlığını ödünç aldığı. Asıl Sahip. Demek ki, kim kime ne veriyorsa hepsi O’ndan alıp da veriyor. Şu borç gününde hepimiz her teşekkürü O’na borçluyuz. Yani Elhamdülillah.

Bütün şarkıları yarım bırakıyor. Fatma’nın sesinde saklı o yumuşacık bilgelik. Sözlerin hemen hepsi kuru kalıyor içine doğru kanayarak büyüttüğü hikmet deryasının yanında. O da bildiğimiz gençlerden işte. Tek farkı, yürüyememesi. Sadece 22 yaşında. Onlu yaşlarından bu yana giderek gücünü kaybeden kaslarıyla fiziksel olarak hızla yaşlanmanın dramını yaşamış. Önce ayakuçlarına basa basa da olsa yürümeler. Sonra dizlerinde zorlanmalar. Gençleştikçe ihtiyarlama. Çaresiz oturup kalma. Yaşı ilerledikçe aczin  arttığı o ihtiyarlık günlerini gencecik yaşında tamamlamak nasıl bir duygu olsa gerek? Ayrılırken, tembihledim.

“Sana gelen herkese her gün sadece bir ayet bir de hadis anlatacaksın.”

İtiraz etmedi. Fırsat bulduğumda ben de alıyorum ayet ve hadis haberlerimi Fatma’dan. En son:

“Bugünkü ayetiniz Kevser Suresi’nin hepsi olsun dedi.” Dedi.

Fizik tedavi seansını bekliyordu. Araya tarif edemeyeceğim tatlılıktaki o gülüşünü kattıktan sonra ekledi:

“Benim Kevserim annem! Ya sizinki?”

Durdum sadece. Sustum. Göğsüme doğru iniveren soğuk hançeri bir yerinden yakalamaya çalıştım. Nasıl gafletti bu? Onca yıl oku oku da, bir kere olsun “Sana Kevseri verdik.” Diyen Rabbinin sözünü üzerine alınma. Neydi sahiden Kevserim benim? Neydi?….”

Ben de hiç bu şekilde düşünmemiştim. Düşününce de aklıma maalesef bir şey gelmedi. Bulamadım. Ben de soruyu bu yazıyı okuyanlara yöneteyim sahi sizin Kevseriniz nedir acaba?

Yazıyı bu şekilde sona erdirdikten sonra bazı vurgulamak istediğim hususları dile getirmek istiyorum. Bu hacimli kitabın yazarı bir âmâ. Bir çok önemli iş başaran engelli kardeşimiz var. Engel onların aklında, ruhunda ve hislerinde değil demekki. 80 milyonluk Türkiye’de kaç kişiye kitap yazmak nasip oldu veya Boğaziçinde okumak bir de âmâ olarak. Tüm bu zorluklara karşı isyan etmemek, çalışmak ve öğrenmeye açık olmak.

İkinci bir husus Halis Ağabey bir zorlukla karşılaştığında, bir sorun ile karşılaştığında o sorunu çözmeye çalışmıştır. Kabartma İncil verilmesi karşısında sadece çok üzülüp, ağlasaydı ama filiyatda hiç bir şey yapmasaydı bir katkı sunabilir miydi? Ben âmâyım dese ve otursa evinde, ya da Allah korusun isyan edip kendisini içkiye verseydi. Bugün biz Halis Abinin eserini okuyor olamazdık. Lakin bizler doğu milletleri tüm organlarımız düzgün çalışmasına rağmen, maddi durumumuz iyi olmasına rağmen, tarihten gelen bilincimiz olmasına rağmen, karşılaştıklarımız ufak zorluklar karşısında pes ediyor, engel hızlıca ruhumuza sirayet ediyor ve kendimizi aciz addederek bir şeyler yapmaktan vazgeçiyoruz. Ucuz sözlerden, karşı tarafa suç atmadan, sadece bağırıp çağırmadan öteye gidebiliyor muyuz? Kendimizi yetiştirip, ilimle, bilimle karşılaştığımız sorunlara cevap arıyor muyuz?

Geçen gün memleketimden (Tokat’dan) İstanbul’a gelmek için otobüse binmiştim. Otobüste yol arkadaşım ise bir Suriyeli idi. Kendisi de benim gibi ziyarete gelmişti diye hatırlıyorum. Bana insanlarla anlaşamadığından bahsederek burada İngilizce bilen yok dedi.? Ben üniversite mezunları belki biliyordur gibisinden durumu kurtarmaya çalıştım ama ne hacet görünen köy kılavuz istiyor mu? İngilizce öğrenmek bir gösterge sadece, yoksa kültürlerine ve dillerine hayranlığım yok bu örneği verirken.

Sözlerime ruhuma tercüman olan Mehmet Akif’in Şark adlı Şiiriyle son vermek istiyorum.

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbûsu,
Asırlar var ki, İslâm’ın muattal, beyni, bâzûsu.
«Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? » diyorlar. Gördüğüm: Yer yer,
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
«Gazâ» nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! …..
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perîşan yurda başvurdum.
Mezarlar, âhiretler, yükselen karşında dûrâdûr;
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr!
Derinlerden gelir feryâdı yüz binlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çenber, bükük boynunda İslâm’ın!
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta!

* * *

İlâhî! Gördüğüm âlem mi insâniyyetin mehdi?
Bütün umrânı târîhin bu çöllerden mi yükseldi?
Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyyetin yurdu?
Bu kumlardan mı, Allâh’ım, nebîler fışkırıp durdu?
Henüz tek berk-ı îman çakmadan cevvinde dünyânın,
Bu göklerden mi, yâ Rab, coştu, sağnak sağnak, edyânın?
Serendib’ler şu sâhiller mi? Cûdî’ler bu dağlar mı?
Bu iklîmin mi İbrâhîm’e yol gösterdi ecrâmı?
Harem’ler, Beyt-i Makdis’ler bu topraktan mı yoğruldu?
Bu vâdîler mi dem tuttukça bîhûş etti Dâvûd’u?
Hirâ’lar, Tûr-i Sînâ’lar, bu âfâkın mı şehkârı?
Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Rûhullâh’ın esrârı?

* * *

Cihânın Garb’ı vahşet-zâr iken, Şark’ında, Karnak’lar,
Herem’ler, Sedd-i Çin’ler, Tâk-ı Kisrâ’lar, Havernak’lar,
İrem’ler, Sûr-i Bâbil’ler semâ-peymâ değil miydi?
O mâzîler, İlâhî, bir yıkık rü’yâ mıdır şimdi?
Ne yapsın, nâ-ümîd olsun mu Şark’ın intibâhından,
Perîşan rûhumuz, hâib, dönerken bâr-gâhından?
Bu haybetten usandık biz, bu hüsrân artık elversin!
İlâhî! Nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin,
Serilmiş sîneler kâbûsu artık silkip üstünden,
«Hayat elbette hakkımdır! » desin, dünyâ «değil! » derken?

İstanbul, 19 Eylül 1334 (1918)

Mehmet Akif Ersoy

Şarkı çok gezdin ne gördün sorusuna ne cevap veriyor Akif? Akif şaşırıyor Rabbine soruyor. Allah’ım okuduğum medeniyetimiz bu mu? Gördüğüm alem mi insaniyetin mehdi? Diye soruyor Akif. Şuan ülkemize baktığımızda, coğrafyamızın ülkelerine baktığımızda çok ilerleme kaydetmiş miyiz?

Okuduğum bu değerli eser beni çok farklı düşüncelere daldırdı. Bazen üzdü bazen de sevindirdi. Nihai olarak hasıl olan düşünce ise Rabbimiz’in ilahi kanunu çok açıktır. Çalışana çalıştığı kadar vereceğini taahhüt ediyor. Bizlerde çalışır, kendimizi iyi bir şekilde yetiştirirsek geleceğin güzel olacağından şüphemiz olmasın Allah’ın izniyle. Akif’i, Cemil Meriç’i, Halis Kuralay’ı ve burada zikrettiğimiz güzel olayları unutmamak, hayatımıza değer katacak kıssalar çıkarmak ümidiyle…

Ozan DUR

Exit mobile version