İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
1332-1406 yılları arasında yaşamış olan Ortaçağ İslam-Arap düşünürü İbn Haldun, Tunus’ta (Mağrib) doğdu. Farklı ülkelerin toplum düzenini, insanların gelenek ve göreneklerini, yaşayış biçimlerini incelemiş, toplumlar arasındaki farklılıkların nedenini sorgulamış ve çalışmalarını gözlemci metot ile yürütmüştür. Düşüncesi, Mukaddime adlı eserinde mevcuttur.
Ehli sünnet mezheplerinden Eşariliği benimsemiştir. Maturidi düşüncede her şeyin yaratıcısının Allah olduğu, ancak irade ve niyet edenin tarafın insan olduğu savunulur. Buna karşılık Eşari yorumda insanın irade ve niyet etmesinde Allah’ın etkisinin olduğu (kaderiyye) savunulur. Allah, sürekli olarak yaratmaya devam edendir. İbn Haldun da bu görüşü benimseyerek; Allah’ın, tarihin her anındaki aktifliğini savunur.
İbn Haldun, toplumların oluşumunu yatay ve dikey eksenler ile açıklar. Yatay eksen ihtiyaçlar ve faydayı temsil ederken, dikey eksen nübüvveti temsil eder. Yatay eksenle kastedilen insanların, ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelmeleri durumudur. Allah’ın külli iradesiyle düzeni sağlaması, peygamberler göndermesi, toplum düzenini stabil hale getirmesi ise dikey ekseni sağlar. Yatay eksendeki durumun, dikey eksenle kesiştiği yerde toplumlar sürekliliklerini sağlarlar.
Coğrafi faktörlerin, iklimlerin, çevresel şartların toplumların niteliğini, kurulan yönetimlerin devamlılık sürelerini, üretim ilişkilerini, insan psikolojisini etkilediğini savunan İbn Haldun, iklim nazariyesini ortaya atmıştır. İklim nazariyesine göre, dünya üzerinde 7 iklim kuşağı vardır. Bunlardan 1. ve 7. iklim kuşağının etkili olduğu alanlar yaşam için elverişli değildir.
3. ve 5. İklim kuşaklarının etkili olduğu sınırlar geçiş iklim bölgeleri olarak değerlendirilir.
4. iklim kuşağı ise, mutedil coğrafyadır. Yaşam için en elverişli alanlara sahip olup, birçok medeniyete ev sahipiği yapmıştır. Tunus, Akdeniz, Horasan ve Maveraünnehir bölgelerini kapsayan bu ökümen alan, ‘’bereketli hilal’’ ve ‘’Geniş Mezopotamya’’ olarak da adlandırılır. Elverişli yaşam koşullarıyla insanlığın en kadim medeniyetleri bu alanda uzun yıllar hüküm sürmüştür. Ayrıca insanlığın merkezi, dolayısıyla da ticaretin merkezi olmuştur. Kur’an’da ismi geçen tüm peygamberler Mezopotamya’da yaşamışlardır.
İbn Haldun, vakâların sebeplerine inerek alemi anlamaya çalışmıştır. Bu yönteme, bilhassa kriz dönemlerinde ihtiyaç duyulur. Bu kriz dönemlerinde İbn Haldun düşüncesi ve yöntemi üzerinde yoğunlaşılması, sık rastlanan bir durumdur.
İbn Haldun, her toplumun; kendi şartlarıyla, içinde bulunduğu zaman dilimi de gözetilerek incelenmesi gerektiğini vurgular.
Yeni bir ilim (Tarih Felsefesi) ortaya koymasıyla, birçok bilim dalını çalışmalarında mecz etmesiyle İbn Haldun ‘’Big History’’ sınıfının kapsamlarına dahil edilmiştir. İnterdisipliner bilimsel hüviyete sahip olsa da, kendisinden sonra devam edecek bir gelenek oluşturulamamıştır. İbn Haldûn’un kendisinden sonra gereği gibi anlaşılmamasının muhtemelen en önemli sebebi, onun böyle bilinmeyen bir varlık alanını ilk defa araştırma konusu yaparak bunu bir ilim şeklinde temellendirme teşebbüsünde bulunmasıdır.[1]
İbn Haldun, tarih boyunca devletleri, devletlerin varlıklarının sürdürülebilirliği üzerine fikir geliştirmiştir. Devletlerin doğuş, gelişme, gerileme ve çöküş dönemlerinin olduğunu savunmuştur. Ona göre devletlerin bu süreçleri yaşamaları kaçınılmazdır. Yaşadığı dönemde ve öncesindeki devletlerin yaşam sürelerini incelemesi sonucunda devletlere ortalama 120 sene ömür biçmiştir.
İbn Haldun, insanın yeryüzünü imar etmesini ümran kavramı ile açıklar. Ümran, sadece yerleşik toplumlara has olmamakla birlikte, çeşit çeşittir.
İnsanlar, yaşamlarını idame ettirebilmeleri için birlikte yaşamak zorundadırlar. İnsan, tabiatı itibariyle devlet kurmaya meyillidir. Bu birliktelik sağlandıktan sonra toplumları bir arada tutan kuvvete ihtiyaç vardır. Bu faktör İbn Haldun’a göre asabiyedir. Asabiyet, aynı soydan gelenlerin veya başka bir sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusudur.[2]
Asabiye; göçebe toplumlarda soya dayalı (nesep asabiyesi), yerleşik toplumlarda ise sebebe dayalıdır (sebep asabiyesi). Göçebe topluluklarda yakın aile ilişkileri, birlikteliği sağlamakta ve onları dış tehlikelere karşı muhafaza mekanizması sağlamaktadır. Yerleşik topluluklarda ise ortak ideoloji, mefkure vb. faktörler sebep asabiyesini sağlamaktadır.
Asabiyet, nesilden nesile farklılık gösteren, refahın artması ve eksilmesiyle ters orantılı olarak artıp eksilen bir unsurdur.*
Toplumlarda yaşama biçimleri zamanla değişebilmektedir. Bedevi yaşamdan hadari yaşam formuna geçen toplumlarda asabiye zayıflar. Göçebe toplumların asabiyesi daha fazladır. Asabiyesi güçlü olan, diğerine karşı galip gelir.
Toplumların yerleşiklik seviyeleri arttığında refah düzeyleri artar. Artan bolluk beraberinde toplumlara dayanıksızlığı getirir. Atalet artar, toplumun savunma refleksinde azalma meydana gelir. Yerleşiklik sonucu mobilitenin azalması, savaşsızlık durumu; aktif göçebeler karşısında yerleşikleri güçsüz pozisyonda bırakır.
İnsanın refahı paylaşmama meylinin olduğuna da vurgu yapan İbn Haldun, insanın sürekli çalışma halinde olmasının gerekliliğini, nübüvvet etkisiyle bunu sürdürülebileceğinin altını çizer.
Asabiyet, Batı’da yapılan çalışmalardan “group feeling”, “esprit de corps”, “esprit de clan”, “gemeinsinn”,“nationalitatsidee”, “corporate spirit”, “feeling of solidarity”, “group solidarity”, “group will”, “communal spirit”, “social cohesion”, “martial spirit”, “solidarity”, “striking power ve social solidarity” gibi kavramlarla aktarılmıştır.[3] Birçok medeniyet tarihçisi İbn Haldun’un teorilerinden etkilenmiştir. Bunun en açık örneğini Arnold Toynbee’nin çalışmalarında görebiliriz. Toynbee de tıpkı İbn Haldun gibi döngüsel tarih anlayışına sahip olmuş, olaylara bu perspektifle yaklaşmıştır. Bu anlayış, başta Karl Marx olmak üzere diğer birçok düşünürün sahip olduğu lineer tarih anlayışından farklılık arz etmektedir. İbn Haldun’un öngördüğü sosyopolitik değişim modelini inceleyen Peter Turchin de sosyal sistemlerin, düz bir çizgi takip etmeyen, dinamik yapılar olduğunu savunmuştur.[4]
Karşılaştırma yaptığımız zaman, asabiye kavramına karşılık olarak verilebilecek kavramların kapsamının, İbn Haldun’un kullanımına nazaran daha kısıtlı olduğunu görürüz.
Furkan EMİROĞLU
[1] TDV İslâm Ansiklopedisi, TAHSİN GÖRGÜN, CİLT 19, SAYFA 543-555
[2] İslâm Ansiklopedisi, [ASABİYET– Mustafa ÇAĞRICI], CİLT 03, SAYFA 455
[3] Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn Haldun ve Mukaddime”, Mukaddime, çev. Süleyman Uludağ (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1988), s.120, 21
[4] Akif Kayapınar, İbn Haldun’un Asabiyet Kavramı: Siyaset Teorisinde Yeni Bir Açılım, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı: 15, 2006, s.83-114
*İbn Haldûn, Mukaddime, I, s.465
Yorum Yaz