ARENDT VE EYLEM OLARAK SİYASET

SİYASİ DÜŞÜNCELER TARİHİ

Editörlüğünü Ahmet Okumuş ve Metin Demir’in yaptığı, Küre Yayınları’ndan yayımlanmış olan “Siyasal Üzerine Konuşmalar” adlı eserde, siyaset düşüncesi üzerine altı farklı akademisyenin Bilim ve Sanat Vakfı’nda gerçekleştirdiği söyleşiler derlenmiştir. Bu yazımızda Doç. Dr. Sanem Yazıcıoğlu’nun “Arendt ve Eylem Olarak Siyaset” başlıklı derlenmiş seminer metninden not düştüklerimizi aktaracağız.

Hannah Arendt, felsefe tarihi, fenomenolojik hermeunetik çalışmalarıyla bilinen bir düşünürdür. Fenomenoloji alanında Heidegger ve Jaspers’ten büyük oranda etkilenmiştir. Arendt’e göre politika tarihindeki temel sorunlardan biri kuram ile edim (teoria ve praksis) arasındaki ayrılıktır. Bu ikisi arasındaki farkın uçurum gibi olması, totaliter rejimlerin oluşmasına neden olacak kadar öneme sahiptir. Kuram ile edim arasındaki ilişkide kuramın/teoria’nın hiyerarşik olarak daha üst bir konumda yer alması, tarihsel çerçevede bu iki kavram üzerinden anlamlandırma sorununa neden olmaktadır. Arendt’in tüm çalışmalarının temelinde, bahsedilen kavram ikiliğine yönelik hesaplaşma vardır. Arendt, bu tartışmayı yeniden canlandırmak için vita activa ve vita comtemplativa terimlerini kullanmıştır. Vita activa, “İnsanlık Durumu” adlı eserde üç başlık altında çözümlenmiştir: iş, çalışma, eylem.

İnsanlık Durumu adlı eseri kuramsal açıdan Arendt’in temel kaynağı olarak görülmektedir. Arendt, bu eserinde, eylem alanını iş ve çalışma alanlarından ayırmakta ve bunun sonuçlarını ortaya koymaktadır. Sanem Yazıcıoğlu’nun da konuşmasında belirttiği gibi eser, aslında içerik olarak durum’dan ziyade insan olabilmenin şartlarını ele almaktadır.

Vita activa           iş, çalışma, eylem.                                                                             "İnsanlık Durumu"

 

Felsefi konumunun daha iyi değerlendirilebileceği eseri ise “Zihin Yaşamı” adlı çalışmasıdır. Bu eserinde Arendt, vita comtemplativa’nın isteme, düşünme ve yargılama başlıklarıyla çözümlemiştir. Bahsedilen iki kaynak, birbirlerinin mütemmim cüzüdür.

vita comtemplativa             isteme, düşünme ve yargılama                                         "Zihin Yaşamı"

Ayrıca Arendt, yaptığı tasnifte Aristoteles’ten büyük ölçüde etkilenerek kavramsal tasnif yapmıştır. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik adlı eserinde bilimleri teorik, prodüktif ve pratik olmak üzere üçe ayırmıştır. Arendt, yaptığı benzer tasnif ile Aristo’nun yaptığı ayrımı tekrar düşünme’yi hedeflemiştir. Yeniden düşünme (Rethinking), İnsanlık Durumu adlı eserin giriş bölümünde belirtildiği gibi Arendt’in temel amacı olmuştur. Arendt tarafından yapılan bu yeniden düşünme faaliyetinin sahip olduğu temel farklılık, düşünmeye konu olan şeyler arasında herhangi bir hiyerarşinin bulunmamasıdır.

Vita comtemplativa- düşünme, isteme, yargılama tasnifinde Arendt, Kant’ın düşüncesinden istifade etmektedir. Kant’ın üç temel eleştirisi bulunmaktadır:

Saf Aklın Eleştirisi’nde düşünme ve anlama etkinliğinin ilkeleri,

Pratik Aklın Eleştirisi’nde istemenin koşul ve ilkeleri,

Yargı Gücünün Eleştirisi’nde ise yargılamanın tartışıldığı görülmektedir.

Ancak Arendt, Zihin Yaşamı adlı eserini tamamlayamadan ölmüştür. “Yargılama” kısmı, yazar tarafından sonuç bölümü olarak planlanmıştır ancak tamamlanamamıştır. Arendt, yargılama bölümünü “kuram ve edimin sentezi”  olarak tasarlamıştır. Bu yüzden Arendt üzerine yapılan çalışmaların birçoğu bu bahis üzerinde yoğunlaşmıştır.

Dünya, bireylerin eylem ve birliktelikleri ile inşa edilmektedir. Bahsedilen üç alan da, insan yaşamının bütünlüğünün saplanması yolunda zorunlu birer koşuldur. Ancak bu koşullar kendiliğinden eylemi ortaya çıkaramaz. İnisiyatif bu noktada ikinci önemli gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Arendt’e göre İnisiyatifsiz eylemden bahsedemeyiz. Eylem, konuşmadan bağımsız düşünülebilecek bir etkinlik değildir. (s.19)

Konuşmalarında Sanem Yazıcıoğlu, Arendt’in siyaset kuramının bu üç uzamın bir bütün olarak ele alınması gerektiği ancak birbirleri arasındaki farklılıkların korunması gerektiğini hatırlatarak bahsettiği meseleleri şu şekilde özetliyor:

  1. “Dünya” kavramına ihtiyaç vardır. Arendt, dünya’yı "iş" ile ilişkilendirmiştir.
  2. “Yeryüzü” kavramına ihtiyaç vardır. Biyolojik gereksinimlerin karşılandığı alan olmasıyla yeryüzü "çalışma"ya karşılık gelmektedir.
  3. Kamusal alanla temsil edilen “çoğulluk” koşulu. Tek başına konuşmanın/eylemde bulunmanın anlamı olmamaktadır.

İnsanlık Durumu’nda “eylem”e yapılan vurgunun beraberinde inisiyatif kavramı çözümlenmektedir. Kavram Latince “initium” -araya girme- fiilinden türemiştir.  Doğum ile insanların arasına gelme, ikinci olarak insanların inisiyatiflerini kullanarak topluma dahil olmaları yönünde Arendt iki farklı şekilde ele almıştır. Saydıklarımızdan ikincisini “ikinci doğum” olarak nitelendirmektedir. Arendt, cesaret ve kahramanlığı bahsettiğimiz dahiliyetin ön şartı olarak görmüştür. Bu insanlar içinde eylemde bulunma/görülme ve eylemi başkalarına anlatmasıyla gerçekleşmektedir.

1950’lerde “ben ve başkası” arasındaki ilişki Arendt için önem arz etmiştir. Başkası karşısında görünür olmanın yanında, insanın kendisine de görünür olması, kendisini gerçekleştirmesi durumu söz konusudur. İnsanın kendisi olabilmesi için başkasıyla ilişki içinde olması temel bir hareket noktası olarak görülmüştür.  Çünkü insan, bir eylemde bulunana kadar/bir şey konuşana kadar ne yaptığını/yapacağını bilmemektedir. Tarihi bulunuşunumuz bu süreç ile anlam bulmaktadır.

Arendt’e bir başka temel sorun ise geleneğin kaybolması olgusudur. Gelenek ile kastedilen kimliklerin çoğulluğa ve anımsanmaya dayalı olarak aktarılmasıdır. Özellikle kendisi 20. yüzyılda gösteren bu olgu ile ortak kimliğin yitirilmesi, konuşmanın olmaması ve çoğulluktan çokluğa doğru olan evrimledir. Böylece ortak kamu alanının yerini bireylerin olmadığı “kitleler” almaktadır. Arendt, ele alınan kavramların unutulduğu bir durumda ne ile karşılaşılacağını irdelemiştir. Örneğin, çoğulluk olgusunun yitirilmesi ile şiddet ve totaliter rejimler meydana çıkacaktır. İnisiyatifini kullanamayan bireyler bir kimlik oluşturmaları olası gözükmemektedir. Teoria’nın praksis’den üstün kabul edildiği totaliter rejimlerde bireyin inaktif olma durumu ortaya çıkmaktadır. Bu rejimlerin baskılaması ile praksis’e imkan tanınmamaktadır.

Yöneten-yönetilen ayrımını bir sorun olarak ele alan Arendt, taraflar arasında bir hiyerarşik durumun varlığına vurgu yapıyor. Taraflardan bir tarafın bilen ve inisiyatif yetisine sahip olması, diğerinin ise buna riayet eden ve etkinsiz/eylemsiz kalan taraf olduğuna işaret ederek bunun sonucunda sorumluluğun devredilebildiği, inisiyatif alan kişinin muğlak olduğu bürokratik bir zincir ortaya çıkmaktadır. Arendt, bu yeni durumu “hiç kimse yönetimleri” olarak adlandırmaktadır. Totaliter rejimler, gücünü bu kaynaktan almakta ve böylece birey oluşumunu baskılamakta ve kimlik oluşumuna müsaade etmeyen merkezi bir yönetimi sürdürmektedir. Nasyonel sosyalizmin tırmanmakta olduğu yıllarda Arendt, bu husus üzerine anlama çabası sergilemiştir. (s.26) Yazıcıoğlu’nun soru-cevap kısmında belirttiği gibi Arendt’in saydığımız olumsuz durumların mercek altına alınması, şiddet ve eylemsizlik üzerine sebep-sonuç ilişkilerinin irdelenmesi, onun aktif düşünce yıllarında karşılaştığı kaotik ortam ve yaşadığı göç durumlarından kaynaklandığı söylenebilir.

Furkan EMİROĞLU

Furkan EMİROĞLU
Furkan EMİROĞLU

Research Assistant in Political Science

Yorum Yaz