İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Üst Haşiye: ”Esaslı bir adam değilim. Her seferinde heyecanımı yitiriyorum, yazamıyorum. Bugün bende bir haller var. Her gün bende bir haller var… Evet, kesinlikle yanlış yazmıştı şiirini şair; yalnızca ölüm Allah’ın emri değil ayrılık da var. Sonuçta ayrılık, ölümün içinde unuttuğu bir ağrı yani. Bir ölüm, yatağının altında birçok ayrılık bulundurur, ölene kadar sırtında taşırsın onları. Sonra birden yaşamını kaybettim diye bir gazeteye ilan çıkarsın. –Hükümsüzdür- Ölüm ve ayrılık garip duygular. Reklam arası gibi bir şey yani. Sonra asıl yaşamın reytingleri yükselir. Çıldırana kadar hiç bitmeyecek ebedi bir yaşam… Geç kalmış bir ayrılığın telkinini aşağıya not aldım; Tüm ayrılıklarımızı dergâh-ı izzetinde kabul et Allah’ım. Âmin. “
Üsküdar’dan bu yana bir diyarda, tek katlı okulu, esmer tenli çocukları, belindeki kuşağından şeker dağıtan nineleri ve artık nadir rastlanan çîrokbej dedeleri olan bir köyde değişti bütün hikâyesi… Çirokbejlik, toprak damlı evlerin üzerine boncuk boncuk karın yağdığı ve henüz kapitalizmin satın almadığı uzun kış gecelerinde, kapısı dışardan kitlenmeyen, insanın yüzüne gülen, aydınlık mı aydınlık, duvarları el örmesi halılar ile ahşap direkleri ince işlemelerle süslenmiş köy odalarında toplanan pirüpak dedeler icra ettiği büyük bir zanaattır. Tüm köy halkı odaya toplanır. Ceviz ve dut kurusu havanda dövülerek üzüm pestillerinin arasına yerleştirilip ikram edilir. Âşıklar göz göze gelir. Kronolojik aşk belaları yani eski kavuşamamazlıklar, ayrılıklar, kavgalar, geçip giden yıllar, yiğitler, hainler, varlık-yokluk-fukaralık, ani ölüm klişeleri yâd eylenir. Gölgeler kendi aralarında selamlaşarak hasret giderir… Odaya varanların karda bıraktığı izler kapanır ve nihayet hikmet dolu hikâyeler, rüzgârın türküsüne tutunup giden çirokbejlerin dillerinde hayat bulur.
Köy odasına hayran kalan genç, çirokbej dedesine -Bir Garip Ahmet Amcanın hikâyesini anlatsana- diye söyledi. Oysa daha geçen hafta anlatmıştı. Demek ki yetmemişti duyup şaşırdığı şey. -Bin kez anlattım ya, yetmez mi?- dedi. -Anlat be dede- dediler hep bir ağızdan. -Pestiller kuru kuru geçmiyor boğazımızdan. Hem geceler de çok uzun, anlatmazsan çok üşürüz…- Bir deri bir kemik, nur dolu alnı, çıkık bir çene, esmer ten, bembeyaz sakal ve bal gibi dökülen sözler…
Dede, kursaklarından geçecek ölüme ve ayrılıklara katlanmaya hazır yüzleri süzerek başladı hikâyesine;
Tenlerin esmerliğinin kavrulduğu sıcak yaz günlerinde, öğle yemeğini yedikten sonra Ahmet Amcayı tatlı bir uyku basardı. İçinin geçtiği, güneşin vücudunu sarıp ısıttığı ve ışıttığı, sineklerin bile sıcaktan sersemlediği bu yarım saatlik kestirmeden uyanınca, sadece evinin hanımı değil bütün ev ahalisi ayaklanırdı. Evde bir curcunadır alıp başını giderdi. Ahmet Amca bazen içli içli sızlanır bazen cık cık cık, tuh tuh tuh, diyerek etrafa sataşır, öksürük krizi tutar, balgam çıkartırdı. Evde herkes onun âdetini bilir, bu yüzdendir ki hemen onun için bir leğen hazırlarlar ve ibrik ile yavaş yavaş onun başından aşağıya buz gibi suyu dökerlerdi. Bu uzun debdebeden sonra Ahmet Amca biraz kendine gelir etrafını uzun uzun süzerdi. Artık konuşmak için gerekli mecali kendinde hissederdi.
Ahmet Amca mecali fazla bulursa, ev halkının yanı sıra köylülerde ayaklanırdı. Bu demde her seferinde bastonuna dayanır balkona doğru ağır ağır yürürdü. Önce kendi kendine biraz söylenir, sonra zalim felek hainsin ancak bizi oyalarsın türküsü ile giriş yapar vay çilekeş anam türküsü ile balkon seslenişini nihayete erdirirdi. Sonra köyün tamamına hâkim bir yükseltiye çıkar, rahmetli annesine seslenirdi. Artık ölülerle olan muhabbeti başlardı. Bunun üzerine köylüler kendi aralarında biraz üzülerek biraz gülerek “ Ahmet Amca yine ölülerle konuşuyor.” Gerçekten de Ahmet Amca köylerinden vefat etmiş insanlara dert yanmaya başalardı ta ki onları yorana kadar.
Adet üzere Allah Dostlarının Ocaklarına vardığı zaman annesine seslenirdi; “ İki gözümün nuru olan anam. Anne, sen ehlullahtandın. Allah ehli olanlar kabirlerinde her bir şeyi duyarlar. Anne, sesimi duyuyor musun? Huuu ana? Bilirim benim ölümümü istemezsin. Ana be, bulunduğun güzel bahçelerde ufacık bir kısmı da ciğerparen için ayır. Yakındır sana misafir oluşum.” Bu seslenişten sonra diğer ölülerin ismini hatırlamaya çalışarak bir an sessiz kesilirdi. Ufuklara doğru derin bir tefekküre dalardı…
Sonra yüksekçe bir seda ile Rahmetli Abdo’ya seslenirdi. “ Ooww Abdo. Vay Rehmetli Abdo. Doğru, yetişemedim seninle aynı zamana. Fakat ölümüne yakın olacağım. Sana arkadaş olacağım. Vallahi sen bu dünyada oldukça pintiydin. Zannediyorum öte dünyada pintilik edecek bir durum yoktur. Bundandır ki yanında geniş bir yer ayır bana.” Her seferinde Rahmetli Abdo’nun çocukları babalarının pintilik ile anılan hasleti üzerine darılıyorlardı, fakat hiçbir zaman Ahmet Amca’nın umurunda olmuyordu. Ne zaman Rahmetli Abdo’ya seslense dediklerini birkaç sefer tekrar ediyordu.
“Heeey gidi Adile Bacı.” Ahmet Amca çok mahzun bir tonla Adile Bacı’ya sesleniyordu ki Adile Bacı yaşadığı zamanlarda ölen herkese ağıtlar düzmekle meşhurdu. Sesi daha da mahzunlaşarak “ Ooovv Adile Bacı. Hadi kalk be. Benim için ağıtlar yak. Adıma ve boyuma layık lafları sırala. Kalk hadi. Her zamanki gibi, yok yok daha fazla. Kınalı saçlarını yol. Ellerini göğsüne göğsüne vur. Haykır, medet diye bağır. Vaay Ahmet Amca! Sürünün koçu. Yüce dağların yılmaz yiğidi. Obaların alpi. Efelerin efesi. Bahadır. Oooy Adile Bacım Utanma! Söyle. EY Ahmet Amca! Yiğitler yiğidi. Kaytan bıyıklı. Kalem kaşlı. Alaboz atın süvarisi. Belinde mermi şeridi ile dolaşan yiğit keleş.”
Bu demde Ahmet Amca’nın hanımı dayanamayıp avazı çıktığında öfkesini dillendirirdi. “ Hele söyle, ne zaman tüfek sahibi oldun? Ne zaman alaboz atın süvarisi olmaya nail oldun? Hatırlamıyor musun? Hani eşekten düşmüştün, kolunu kırmıştın da bir ay boyunca inlemelerinle ve sızlanmalarınla başımızı ağrıtmıştın.” Ahmet Amca bu söylem üzerine anlamamışlıktan gelerek, sözü başka yere çekip; “ Gudubet karı, huysuz. Adile Bacı gibi ağıt yakamadığın için böyle bağırıp çağırıyorsun. Ama Mollaların okuduğu, Allah’ın indirdiği Kuran’a yemin olsun ki öldüğüm gün benim tek gözyaşı bile dökme sakın! Ben öldüğüm zaman cesedimin başında durup da ceylan gibi iki kızın babasıydın, gökteki telli turnalar gibiydin, evimin ışığı, direği…” Bu esnada Ahmet Amca’nın hanımı onun sözlerini keserek “ Yeter, Allah’tan kork! Ayıp! Köyün maskarası olmuşsun. Yeter! Kimse senin gibi hastalanmıyor mu veya ölmüyor mu? Ayıp!”
Hanımının sözleri Ahmet Amca’nın bir kulağından girip ötekinden çıkıyordu. Yüksek bir sesle ölülerle olan sohbetine devam ediyordu. “ Adile Bacı! Ahhh kim senin yerini tutup da arkam sıra Vaaay yüksek kapılı süslü sarayların misafirler ağırlayan sultanı diye ağıt yakacak? Kim ağıt yakıp da gözyaşlarını kınalı avuçları ile silecek? Kim? Kim? Oooyyy Allah’ım. Neden benim ruhumu Adile Bacımdan evvel almadın? Vaayy Adile Bacım! Ha senin ağıtlarınla uğurlanmayan ölü, ha imamın telkinleri olmadan Allah’a giden ölü…”
Telkin lafı diline dolanınca, Ahmet Amca yönünü mescide çevirip köy imamına sesleniyordu;” Hooov Seyda, hele bana bak. Ben öldüğüm vakit telkini Fatiha Suresi gibi sessizce veya burnundan okuma sakın. Vızıldama. Mırın kırın etme. Yüksek sesle söyle. Teker teker söyle, acele etme. Duyayım. Anlayayım. Günahım senin boynunadır. Vasiyetim de budur. Bak herkes bizi dinledi ve şahit oldu.”
Vakit geçmiyordu ki hanımı onun bu hali üzerine onunla kavga etmesin. Yine vakit geçmiyordu ki o halini ölülere arz etmesin. Ama bugün sabah namazı evvelinde Ahmet Amca’nın hali her zaman ki gibi değildi. Sağ tarafında bastırılamaz bir acı ile uyandı. Sol tarafına dönünce acısı daha da arttı. Döndükçe acısı artınca çok melül bir sesle hanımına seslendi:” Vay hanım! Ooyyyy! Hanım kalk hele. Bana bir dön, şu halimi gör.” Hanımı uyandı, ne gördüğüne ne de duyduğuna inanabildi. Çünkü kocasının hali pek fena ve garip görünüyordu. Ölüleri andırır şekilde yüzünden kan çekilmişti. Hanımı onun bu halini temaşa edince iyice korkuya kapıldığından olsa gerek, her sefer yaptığı gibi sorguya çekmedi onu; “ Hayırdır, ne diye dünyayı ayağa kaldırıyorsun? Yine ne oldu?” Ürkek bir bakış ve mahzun bir sesle “ Ahmet, evimin direği. Sana ne oldu böyle?” Ahmet Amca nefes alış verişlerinde zorlanarak çok kısık ve derinden bir sesle “ Hanım, her sefer karnımda hissettiğim acıyı bu sefer yüreğimde hissediyorum. Ruhum çekiliyor sanki.” Hanımı onun yanı başında oturunca gördü ki alnı boncuk boncuk terlemiş. Eliyle terleri silince fark etti ki soğuk soğuk terlemiş. O an bunun hayra alamet olmadığına kanaat getirdi. Derken, çocuklarını uyandırdı ve en büyüklerini imamı çağırmaya gönderdi. Çocuk babasının durumunu imama izah edince, imam inanmayarak öfkeli ve alay dolu bir sesle sordu: “ Baban, hasta düşünce vukuatsız durur mu?” Çocuk: “ Seyda, anam dedi ki; onun hali çok kötü görünüyor.” Böylece imam yola revan olup Ahmet Amca’nın evine varınca gördü ki bu sefer durumu ciddi. Elem dolu bir sesle dudakları titreyerek; “ Ahmet Dayı, geçmiş olsun hayır ola inşallah. Nasılsın?” Ahmet Amca kapana kapılmış tilki misali, kısık ve takatsiz gözlerle çok melül bir sesle; “Seyda, canım çok acıyor. Ruhum çekiliyor.” İmam elini Ahmet Amca’nın alnına koydu ve birkaç ayet okudu. Vakit geçtikçe Ahmet Amca daha da halsiz düşüyordu…
Öğleden önce, Ahmet Amca’nın etrafının oldukça kalabalık olduğu bir saatte, birden başı yana düştü. İmam yüksek bir sesle: “ Kullu nefsin zâikatul mevti summe ileynâ turceûn.” (Ankebut-57)
Öğle namazından sonra Ahmet Amca aslı ile buluşturulurken. Köylüler dikkat kesildiler ve baktılar ki imam yüksek sesle, tane tane telkin veriyor. Kabristandan dönüşte de kendi aralarında söyleşirken şöyle diyorlardı; “ Vallah kardaş, ne hastalığı ne de ölümü diğer insanlar gibiydi. Daha önce bizim köyde hiç böyle garip bir ölüm görmedik.” AYRILIK MIYDI? ÖLÜM MÜYDÜ? GÜZEL TELKİNDİ.
-Spasî ji bo Mamoste Bavê Nazê-
Oktay KAYMAK
Yorum Yaz