İnsanoğlu var olduğu andan beri ‘ben’ olma fikrini sınır koyarak korumaya çalışmıştır. Sınırlandırmanın ilk örneğini bedeni ile çevresi arasına koymaya çalıştığı bir takım örtü maddelerinde görmek mümkündür. Bu giyinişiyle çevreden kendi bedenini korumak ve ayırmaya çalışmıştır. Zaten açıkça görebiliriz ki neredeyse bütün sınırlandırma eylemleri ve uğraşları insanoğlunun çevredeki belirsiz tehlikelere karşı aldığı önlem niteliğindedir. Tarihin tozlu sayfalarını karıştırdığımızda tarım yapabilmek için elzem bir gereç olan çitin de aynı korkunun ürünü olarak neşet ettiğini görmek gerekir. Çit ile çevrilen bir arazi kendi dışındakine yani ötekine karşı bir güvenlik alanı oluşturmuştur. Aynı zamanda onu ekilebilir bir arazi ya da bir tarla niteliği ile onu diğer toprak parçalarından ayırmıştır. Yine bu bağlamda şehirleri dış tehlikelere karşı koruyan kaleler de çitin tarih içerisinde farklı bir tezahürü olarak karşımıza çıkmıştır. Çitlerin toprak bütünlüğünü koruduğu gibi kaleler de belirli bir insan topluluğu için güvenlik alanı oluşturmuştur. Yani hem mekânı sınırlandırmış hem de insanlara sığınmak için bir alan tesis etmiştir. Kale duvarları dışında kalan diğer bölgeler kale sakinleri için belirsizdir ve dolayısıyla onlar için çeşitli tehlikeler doğurma ihtimalini içinde barındırmıştır. Belirsizliğin insan üzerindeki çeşitli etkilerini günlük hayata yansıyan bir takım deneyimlerimizde ya da örneklerde görmek mümkündür. Daha önce bulunmadığınız bir mekânda elektriklerin gittiğinde gayri ihtiyari ve içgüdüsel olarak ufak bir ürperti ve korku ile yönümüzü tayin etmeye çalışırız. Yön tayini de sınırlamanın farklı bir teşekkülüdür. Bu minvalde sınırlandırmanın kişiye verdiği en önemli güç belirsizliğin giderilmesidir. Yani sınır koymak belirsizliği gidereceği gibi olaya bir şeyi bilme ve tanımlama boyutu ve ad verme gücünü de kişiye kazandırmış olacaktır. Tanımlama ve ad koyma işlemi hiç şüphesiz sınırlandırmanın en üst tezahürlerinden biridir ve bir nokta üzerine basmadan belli bir nokta-i nazara sahip olmadan belirli bir perspektife uyulmadan yapılamamıştır. Kısacası tanımın ne olduğundan çok nerede durduğun yani nokta-i nazarın önemi hâsıl olmuştur.
Bir sınır koyma yani bir tanımlama işlemi düşünün ki, nokta-i nazarı, perspektif menşei Avrupa; mekân sınırı Avrupa coğrafyası… Doğal olarak Arap Yarımadası, Mezopotamya, Batı Afrika’nın Akdeniz sahilleri ve Mezopotamya’nın doğusu Orta Doğu (Middle-East); Japonya, Kore Uzak Doğu diye tanımlanmaktadır. Bu anlayış çerçevesinde bakıldığında Batı’ya göre efradını cami yapan sosyo-kültürel ve ekonomik unsurlar kümesine gerek aynı dili gerek aynı dini paylaşan gerekse aynı menfaat coğrafyasını paylaşan unsurları eklemek mümkün olacaktır. Her ‘ben’ tasavvuru bir ‘öteki’ kavramını ortaya çıkaracağından aynı anlayışın ağyarını mani yapan unsurlar kümesi ise üçüncü dünya ülkeleri ve İslâm coğrafyasından başkası tahayyül edilemez bir hal alıyor. Kaçınılması zor bir şekilde öteki olarak tanımlanan coğrafyalarla kurulan sosyo-ekonomik ve kültürel ilişkiler sıfır toplamlı bir oyun haricinde bir şey ifade etmiyor. Ötekileştirme kavramı ise her dönemin konjonktürüne göre yapıldığı için II. Dünya Savaşı sonrası SSCB ve Demir Perde ülkeleri öteki konumunda oldular. 11 Eylül sonrasında uluslararası terör kavramının gündeme gelmesi ve küreselleşen dünyada terörün de küreselleşmesi ile birlikte öteki olma sırası İslam’a geldi. Ancak sadece ‘Batı’ ‘Doğu’yu ötekileştirmedi. Doğu da doğal olarak Batı’yı öteki olarak tanımladı. Mehmet Akif’in ‘tek dişi kalmış canavar’ benzetmesi öteki olarak tanımlanan Batı’ya ithafen kullanıldı. Dolayısıyla mevcut tespitleri destekler nitelikte Batı-Doğu arasındaki insanoğlunun tüm yapıp etmeleri sosyal bilimlerde savaşlar tarihinden mürekkep olmuştur. Hâlbuki savaşlar bir tarafa her iki medeniyet de tarihin belirli dönemlerindeki iniş ve çıkışlarına bağlı olarak birbirlerini etkilemişlerdir. Fakat aralarındaki ilişkiler bir savaş tarihi olarak genç kuşaklara aktarıldığı için belli dönemlerde bilim ve tekniğe yapılan katkılarda bile bir tarafın ötekinin kalesine gol atmaya çalışmasının ötesine geçememiştir. Hâlbuki bilim-teknik lineer bir şey değildir. Kâğıdı Çin medeniyeti bulmuş, Mısır medeniyeti coğrafi şartlar gereğince kendine göre yorumlamış Mezopotamya medeniyeti ise kendi coğrafyasında kendine göre uyarlamıştır. Ancak Sanayi Devriminden sonra elde ettiği güç ile sınırları koyma ve tanım yapma yeteneğini kendinde bulan Batı, 800’lü yıllarda eski Yunan ve Latin kültürüne ait eserlerin Arapça’ya çevrilmesini basit bir tercüme hareketi olarak görmekten öteye geçemeyecektir. Aynı zamanda bu tercüme hareketini bilimime yapılmış bir katkı olarak niteledi. Aynı düşüncenin tezahürü ile ‘Medeniyetler Çatışması’ kavramı Huntington’dan önce Bernard Lewis tarafından kullanılmıştır. İbrahim Kalın’ın da söylediği gibi bu tanımlama Batı’nın İslam’a duyduğu tarihi cehaletin ilerisinde daha çok bilinçli olarak yapılmaktadır. Bu kez öteki olarak tanımlanan ‘İslam’ medeniyetler çatışmasının merkezine oturtulmuştur.
Son zamanlarda İslamofobi, medeniyetler çatışması gibi kavramların üzerine ezberleri bozacak bir şekilde kaleme aldığı ‘Ben, Öteki ve Ötesi’ İbrahim Kalın Bey’in müptelâlılarını celp etmeyi başarmıştır. İbrahim Bey meraklılarına lütf ettiği eserinde maksadını daha giriş bölümünde ‘İslâm ve Batı toplumlarının birbirleriyle temas ettikleri yer ve zamanlara yoğunlaşmak ve bu etkileşimden ortaya çıkan sonuçları anlamlı bir çerçeveye oturtmak’ olarak ifade ediyor. İki toplumun birbiriyle temas ettikleri noktaların anlamlı bir çerçeveye oturtulması yukarıda değinildiği gibi sıfır toplamlı bir oyun yerine karşılıklı kazan-kazan prensibine dayalı ilişkiler ile mümkün olacaktır. ‘Beyaz adamın yükü’ felsefesine uygun olarak dünyanın muhtelif coğrafyalarına demokrasi ve barış enjekte etmeye çalışmakla ya da İslâm’ı ve Müslümanları ötekileştirerek kendilerine bir güvenlik alanı oluşturmakla değil! Maksat karşılıklı ilişkilerin rasyonel, akılcı, bir şekilde sağlam bir zemine oturtulması ise, İbrahim Bey’in de ifade buyurduğu gibi basmakalıp, ayrımcı, önyargılı, peşin hüküm belirten tanımlamalardan uzak; açık, uzlaşmacı, ‘herkesin kendi kalarak’ sosyo-ekonomik ve kültürel ilişkilerin kazan kazan prensibine dayandığı ortak bir dil ile mümkün olacaktır.
Haçlı seferlerinden, Endülüs’e Rönesans ve Reform’dan 21. Yüzyıla kadar Batı ve İslâm arasındaki ilişkileri savaşlar tarihi anlayışından uzak; kültür, sanat, mimari, edebiyat, teoloji ve hukuk alanlarında da önemli yakınlaşmaların olduğunu idrak etmek isteyen her okuyucu için uzun solukla okunacak bir eseri Sayın Kalın tecrübelerinin süzgecinden geçirerek sunmuştur. Şimdiden ilgili ve meraklılarına keyifli okumalar diliyorum.