İlim ve Medeniyet

“BENİM ADIM ‘SURİYELİ’ DEĞİL”

 

dünyanın tüm üzgün çocuklarına ithafen…

Güm! Güm!

Neler oluyor? Niçin başım dönüyor? Babam nerde? Baba? Baba!

Ayağa kalkarken hala başım dönüyordu. Anneme dayanarak kalkabilmiştim. Annem neden öyle soluk ve korkmuş? Ben de korkuyorum anne. Biz kötü insanlar mıyız anne? Evlerimizi neden bombalıyorlar? Kim öldürmek istiyor bizi?

Annem enkazdan çıkarmak için beni sırtına, kardeşimi kucağına alıyor. “Babam nerde anne?” Cevap yok. Anne babam nerde? Dışarıda mı bekliyor? Saklambaç oynadığımızda hep şu duvarın arkasına saklanır babam. Duvar göçmüş. Duvarın altına baktın mı anne?

Dışarıda, tozu ciğerlerimize dolduran bir rüzgar esiyor. Rüzgar annemin sesini de mi götürdü? Annem vücudumuzu kontrol ediyor. Saçlarımın arasını karıştırıyor. Anne babamı arayalım, babam hep oynarken karıştırır saçlarımı.

Çadır bulmalıyız, diyor annem. Babam? Onu bulmayacak mıyız? Niye görmüyorsun anne?

Ellerim annemin elinde, peşinden koşmaya çalışırken bisikletimin arkasına bağladığım tenekeler gibiyim. Boş bir uğultu var içimde. Savaş şehrimizi yıkar gibi yıkıyor içimizi. Babam ilk bisikletimi aldığında dört yaşındaydım. O zaman Suriye’de savaş yoktu. Bisiklet sürebiliyordum.

Annem meydanda tanıdıklarımıza çadır soruyor. Anne, babamı sorsana! Sormuyor. Bir dükkanı tarif ediyorlar. Yıkıntılar içindeki dükkana geliyoruz.

Çadır 600 lira, diyor adam.

“Param yok, küpelerimi versem olur mu?” diyor annem.

Ne? Anne! O küpeleri babamla aldık sana. Onları mı vereceksin?

Olur, diyor adam. Olmaz desene be adam. Anneme bakıyorum kızgın bir şekilde. Annem gözleri ıslak ıslak çıkarıyor küpelerini, adama uzatıyor. Bu adamı yumruklamak istiyorum. Anne sırtımdan tutmasana!

Annem bir eliyle kardeşimi bir eliyle çadırı taşıdığı için bu defa tutmuyor ellerimi. Anne ellerimi tutsana… Eve dönerken hastanenin önünden geçiyoruz. Hastane, geçen sene savaş başladığında yıkıldı. Savaştan önce bisikletimle hastanenin önüne gelir, babamın odasının altında durur kornaya basardım. Babam beyaz önlüğü ile pencereden bana bakardı. Öteki mahalleye gitmek için izin isterdim, hemencecik verirdi.

Evimizin bahçesine geliyoruz. Ne ilginç. Evimiz yok artık. Bahçemizde bir yıkıntı ve annemin kurmaya çalıştığı bir çadırımız var. Göçük altında babam var. Babam öldü değil mi anne?

Bir yere gidecek olsak babamın müsadesi olmadan hayatta yollamazdı annem, kendi de gitmezdi. Sanıyorum izin alacak bir babam olmadığı için yıkılmış mahallemizden başka bir yere gitmeden bu çadırda tam bir yıldır yaşıyoruz.

Sekiz yaşına bastığım gün dayım bir muştuyla annemin gözlerini aydınlatıyor. Şehir muhasaradan kurtulmuş, buradan kaçıp bir çadır kente gidebilirmişiz. Muhasara ne demek? Çadır kent neresi? Orada oyuncaklar var mı?

Dayımın kullandığı kasalı bir motorun arkasına kardeşim ve annemle oturuyoruz. Dağ yollarından gitmekten midem bulanıyor. Üşüyorum. Çadırkent denilen yere beş gün sonra ulaşıyoruz. Burası toz ve kanalizasyon kokusundan yapılmış galiba. Motordan inerken terliğim su birikintisine şılap diye düşüyor. İlk çamur bulaşıyor üzerime. Kent nerede? Babamı da evimizde bıraktık… Eve dönmek istiyorum anne.

Burada en korkunç mevsim kış… Ne zaman yağmur yağsa çadırın içine su doluyor. Kar, çamurun korkunçluğunu beyaz bir canavar gibi örtüyor. Canavarların savaşı başlıyor o zaman. Her şey donuyor.. Donuyoruz.

Yardım tırı gelecekmiş, öyle dediler.. Annem kıyafetlerimi yıkamıştı ama hepsi kar yüzünden dondu. “Alma sakın, kırılır” diyor annem. Buzu çözülmeden alınca pantolonlar da kırılırmış. Giyecek bir şeyim yok ve merak içimi titretiyor. Pantolonu ipten alayım diyorum , kırılıyor sahiden. Ağlarsam gözyaşlarım da donar mı?

Tır geldiğinde bizi meydana topluyorlar. Bot ve mont dağıtacaklarmış. Uzunca bir sıranın ardından kendime ve kardeşime birer çift almak için uzanıyorum. Birileri hızlıca üzerime mont giydirip kaç numara ayakkabı giydiğimi soruyor. Üç yıldır ayakkabı giymiyorum ki… Ayağıma olacağını düşündükleri bir çifti verip fotoğrafımı çekiyorlar. Bizim fotoğraf albümümüz yok ki.. Babamın bile fotoğrafları yok. Zaten yüzünü de unuttum. Benim babam ve fotoğrafları bile öldü. Bu insanlar niye geldi?

Çadır kentteki ikinci yılımızın sonunda Antakya üzerinden Türkiye’ye geçiyoruz.. İstanbul’a gidecekmişiz. İstanbul’da okula gidebilirim değil mi anne? Keşke babam…

Savaştan önce bir yıl okula gidebilmiştim. Savaş başlayınca öğretmen olan annem evde ders çalıştırıyordu. Sonra babam ve çadır… Sonra uzunca sessizlik… Babamın cesedini gömemeyeyince annemin sesini eğitim hayatımla birlikte gömmüştük galiba…

Okula kayıt oluyorum. Ancak burada herkes bana kötü bakıyor, kötü şeyler söylüyor.. Tenefüste karnıma yumruk atıyor, kitaplarımı karalıyor, dalga geçiyorlar. Öğretmenlerim sorularıma cevap vermiyor. Ne yaptım size? Bu okulda da sokakta da sadece “Suriyeli”yim. Suriyeliler savaşır, ben de sizinle savaşırım o halde…

Kötü ilk ve orta okullardan geçip kötü bir liseye geliyorum. Bunca kötülüğün içinde ben de kötü biriyim artık.

Canımızı kaybetmemek için mi bu kadar çok şeyi kaybediyoruz?

Hiç kimseyi sevmiyorum. Okuldan sonra akşam olana kadar evin ilerisinde çalılığın olduğu izbe bir ağaçlık var. Orayı seviyorum, binalar ve insanlar yok. Orada Suriyeli değilim. Ağaçlar gibiyim, bazen bir karınca gibiyim, bazen kendim gibi sadece… Orada düşünebiliyorum. Babam beni böyle görse… Babam iyi ki beni böyle görmüyor.

Onuncu sınıfta dönem sonundayız. Kaçarcasına okuldan çıkarken mescidden biri yanıma koşuyor. Selam verip adımı soruyor. Ne fark eder ki? Hepiniz için ‘Suriyeli’ değil miyim? Cevap vermiyorum, bu defa “ Benim adım Abdullah, nasılsın?” diyor. Başımdan gitmeyecek mi bu? Hâlâ gülümseyerek yüzüme bakıyor. Kötüyüm demek istiyorum ama dümdüz “iyi” deyip yola devam ediyorum. Ertesi gün yine beni buluyor. Sonraki gün yine ve yine… Güvenmiyorum ona. Niye beni sevsin, niye benimle arkadaş olsun ki..

Abdullah benden vazgeçmiyor. Zamanla, beraber halı saha maçlarına gidiyoruz. Daha çok arkadaş edinmeye başlıyorum. Beni seviyorlar. Maçtan sonra yatsı namazını kılmak için sırayla birinin evine gidiyoruz. Anneleri saatin geç olmasından yakınmıyor, bize çay, çorba ikram ediyor, sofra kuruyorlar.

Abdullah hafta sonları bana ders çalıştırıyor. Anlamadığım konular giderek azalıyor. Anlamak rahatlatıyor, öfkemi yatıştırıyor. Abdullah beni anlıyor. Okuldaki kavgalarıma rağmen yanımdan gitmiyor, oysa defalarca kovdum… O beni değiştiriyor. İlginçtir ki değişmem için de hiçbir şey söylemiyor. Abdullah’ı tanımak saklandığım duvarlardan çıkarıyor beni.

Babamla beraber göçük altında kalmış kimliğimi bulup çıkarmalıyım. Ben kötü biri değilim! YÖS’e girip doktor olmak istiyorum, babam gibi. Okuldakilerse “Suriyeli değil mi, hepsi aynı..” diyor. İnsan yargılarına tutsak kalıyor en çok. Bense iki yıl boyunca geceyi güne katık edip çalışıyorum. Abdullah bir an olsun desteğini esirgemiyor..

Cerrahpaşa İngilizce Tıp Fakültesini kazandığım vakit okuldakilerin gözleri yine üzerime dönüyor. Bu defa tiksinen bakışları hayret nazarına dönüşmüş. Hayret! Suriyeli olmam insan olmadığımı mı, çalışınca başaramayacağımı mı gösterir?

Müdür sene sonu için konuşma yapmamı istiyor. Kabul ediyorum ancak hazırlık yapmak niyetinde değilim. Buraya ta en başında hazırlıksız geldim. Beni hazırlıksız yakaladılar. Hazırlıksız ve hesapsız çıkacağım yine karşılarına.

Tören günü ismimden ziyade yine Suriyeli kimliğimle anons ediliyorum.

Başım dönüyor. Anne ellerimi tut.. Baba…

“Benim adım Abdulkerim, Suriyeli değil. Buraya geldiğimde kötü şeyler yaşadım, çok kötü şeyler… Ben de onlardan eksik kalmayıp kötü bir insan oldum. İçimde kocaman bir karanlık

büyüdü. Yalnız ve tedirgindim. Öfkeliydim. Ta ki elimi bırakmayan iyi insanlarla karşılaştım. İyi arkadaşlarım bana umut oldu, hayatımdaki en iyi şey onlarla tanışmaktı. Bana Allah rızası için sevmek nasıl bir şeymiş onu öğrettiler. Bizi birbirimize bağlayan dindi ve din bizi iyi kıldı. Elhamdulillah….”

Fatıma Şule DEMİRTAŞ

Exit mobile version