Tevfik İleri Bey ve refikası ile Konya’da, Mevlana Celaleddin-i rumi’nin çatısı altında tanıştım. 1953 senesi idi ve Tevfik İleri Bey de Maarif vekili bulunuyordu. Hepimiz Konya’ya davetli olarak gelmiştik. Henüz memleket, “inanmak ve sevmek” yasağının korkusundan kurtulmamış; sevdiği ve inandığı, bir Mevlana dahi olsa, onu gereği gibi dünyaya tanıtmaktan, yüzyıllar boyu ismi etrafında örgütlenmiş vicdani ve içtimai ahenkle öğünmekten onu, yarın da ağyarın da gözü önüne sermek, ve nihayet yüce velinin dünya görüşünü, insanlık anlayışını ve topyekun felsefesini dile getirmekten korkuyordu. Bu, zaman zaman beşeriyetin üstüne çöküp baskısı altına alan zulmet ve terör devirlerinin müşterek ruh haleti idi.
Onun için de büyük Mevlana’nın adı, bir seyyah öfkesinin, bir turist perdesinin ardına saklanmış bulunuyordu. Ve onun için de, yapılacak merasimin bir ayin değil, turistik bir festival olması lazımdı. Nitekim alnından vurulan damga da bu idi: Gösteri!.
Halbuki bugün, değil yalnız Türk cemiyeti, bütün dünya, bir manevi düzene, bir ruh sağlığına, bir kontrollü iç yapısına şiddetle muhtaç bulunuyordu. Çektiği ıztırap, kendi kendini tahribe götüren huzursuzluk ve anarşi ise, hep vicdanlara hükmedemez ve şuurdan şuuraltna yol bulamaz olmuş, vecd, irfan ve iman yokluğundan, yoksulluğundan idi.
Türkler ise, bir görünmez buyruk, bir sözü geçer kudret olan bu ruh nizamı ve bu gönül hoşluğunu, ta Şamanizm asırlarından dahi tanırdı.
Öyle ki, Orta Asya Türklüğü’nde yarı şair, yarı tabip, fakat vecdli ve şevkli bir sınıf olarak halkın içine karışan baskılar vardı ki, bunların hasta tedavileri, edebi ve manevi zevklerini dile getirmeleri, daha çok raksla ve sema yoluyla olurdu. Onun için de, Mevlevilikte üstün şeklini ve kabını bulmuş olan Sema, bir Orta Asya kaşesini ve hatırasını taşıyan tarihi gerçeklerdendi. Şimdi ise Türkler, bin yıl, işleye işleye kemale getirdikleri içtimai bir müessesenin tarihi haysiyetini çiğneyecekler, üstelik Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi bütün dünyanın alaka ve muhabbet mihrakı olan bir ulunun adını tuzak gibi kullanarak, onunla seyyah avlayacaklardı.
İnsan oğlu ruhu görmez, maddeyi görür. Madde ise, ister zevkten zevke veyahut elemden eleme düşsün, bir emir kulu olmaktan öteye geçemez. Gerçi göz yaşı döken de, tebessüm eden de bedenin uzuvlarıdır. Fakat aslında gülmek de, ağlamak da ruhdandır; onun isteği veya isteksizliğiyledir. Görünürde sağa sola yatıp kalkan, eğilen doğrulan ağaç ise de, onu tahrik edip ileri geri sallayanın rüzgar olması gibi…
Görünmeyen ruh, ister hayvani, ister ilahi manada olsun, çoşmak, galeyan etmek ihtiyacındadır. Müsbet menfi bütün tehassüslerinde de bedeni vasıta olarak kullanır. Ancak hayvani hislerin icbarı altına düştüğü zaman, bayağılaşır, süflileşir, kırar koparır, yıkıcı dökücü olur.
Manevi duyguların, tesir ve tahriki altına girdiği zamanlarda ise, yükseltici ve öğretici kesilerek beşeriyeti arıtır, temizler, ona nizam ve muvazene getiri.
Şu halde, günü birlik, ucuz ve yıkıcı zevklere daha kolay ve daha çabuk meyleden insan oğluna, elde edilmesi, feragat gibi, adalet gibi, sadakat ve muhabbet gibi ağır bedel isteyen manevi hazların kapısını her zaman açık tutmak gerekmektedir.
Halbuki asırlar asırları kovalarken, Türk cemiyetini mayalamış, gerek sanat, gerek iman, gerek vecd ve hal yoluyla, hesaba gelmez kazançlar sağlamış olan bu kapı, çoktan kapatılmıştı. Ne garip ki, şimdi biz çeyrek asır evvel çökertilmiş olan bu çatının enkazı ortasına çarpılmış bulunuyorduk. Hem de niçin! Filme alınacak bir “turistik gösteri”nin temaşacalığı için…
……..
Tevfik İleri Bey’i bir kere daha, 28 Nisan talebe hareketleri sırasında gördüm, İstanbul’a gelmişti. Karşılıklı dertleşip ayaklanmaların tahlilini yaparken, şahıs ve zümre menfaatleri adına tarih boyunca, halkın ve gençliğin hep aynı taktikle kışkırtıldığını, sahte heyacanların meydana getirdiği kütle psikozlarının, gözleri görmez, kulakları duymaz ve gerçekleri anlamaz hale nasıl düşürüldüğünü, nihayet, robotlaşmış ve şartlanmış bu ham malzemenin istenilen hedefe ne derece kolaylıkla sevkedildiğini konuşuyorduk. Anarşiyi bir zevk veya ekmek kapısı yapmış kalabalıkları, bu derece başıboş bırakmanın hata ve tehlikesine de temas ederek ciddi tedbirlere ihtiyaç olcuğu keyfiyeti üstünde durduk.
Tevfik İleri Bey, her hal ü karda doğruyu kabul eden insandı. Buna rağmen: “Hakkın var,” diyemedi ve : “Neden ben anlamıyorsun,” der gibi saffetle şu itirafta bulundu: “Amma biz iktidara aşk ile geldik. Kötülük yapamayız, kimseyi kıramayız!” dedi.
Bu, bir siyaset adamından ziyade, cemiyetin ta içinden, derinlerden gelmiş has ve halis bir vatan evladının söyleyebileceği en güzel sözdü.
Gerçekten memleketine hizmet etmek, iyi işler görmek isteyen bu civanmert, bu dürüst insan, muhalefetin topuna tüfengine karşı, şu berrak ve samimi hayat felsefesiyle çıkmanın mümkün olmadığını, belki son dakikada, kendisi de anlamıştı. Amma iş işten geçmiş, suikast hazırlıkları muvaffak olmuş ve memleket, altından zor kalkacağı silleyi yiyerek ikiye bölünmüştü.
27 Mayıs’dan sonra Yassıada’ya her fırsatta mektup yazdım. Sansürlü ve tahditli olmasına rağmen, gelen cevaplarda o cehennem havasından bir nişan dahi yokru.
Tevfik İleri denilen kahramanın efsanevi bir ruh taşıdığını çok iyi biliyorum. Ancak, Yassıada macerası, onun eğilip bükülmez şahsiyetini, celadet ve imanını küçük bir zümrenin malumu olmaktan çıkarıp, bütün Türk milletine hatta bütün dünyaya aşikar etmişti.
Yüksek Adalet Divanı adını taşıyan Yassıada mahkemesi, Tevfik İleri Bey’in karakter yapısına salabet ve samimiyetine, sanki Allah tarafından tutulan bir aynanın ta kendisi olmuştu.
Tevfik İleri Bey’i ölümünden bir hafta evvel Ankara Hastahanesi’nde ziyaret ettim. Bünyece adeta iflas halinde olmasına rağmen, huzurlu bir ruh iklimi içinde mütebessim ve memnun idi. Baştanbaşa yara olan dudaklarından sesi zor çıkıyor ve müşkülatla nefes alıyordu.
Türk tarihinin bir yüz karası olarak kalacak Yassıada’da, mertliğin ve kahramanlığın cezası olan her çeşit işkenceye tabi tutulmuş, fakat bir abide gibi yılmamış, yıkılmamıştı. Amma, zindan, hapis ve dayak fasılları bitip nihayet diğer mahkum arkadaşlarıyla beraber Kayseri hapishanesine nakledildikten sonra, hastalanmış ve mukadder akıbetin yaklaştığı anlaşılınca da buraya nakledilmişti.
Artık Tevfik İleri adını taşıyan bu vatan ve iman abidesi, ölümle diz dize idi. Bunu kendisi de biliyordu. Amma zevcesi ve evlatlarıyla beraber olmaktan mesut, gene de gülümsüyor ve konuşmak istiyordu. İnsana saygı veren manzara, bu sönmek üzere olan gözlerde intikam gibi, kin gibi, hatta öfke ve hatta hoşnutsuzluk gibi beşeri zaaflardan bir çizgi dahi olmasıydı. Hatta o, bu temiz, bu saffetli bakışlarıyla etrafına kuvvet ve teselli verdiğinin de farkındaydı.
Hem fazla konuşarak hastayı yormamak ve hem de, oda kapısında, bir caniyi bekler gibi nöbet tutan jandarmanın müsaadesini suistimal etmemek lazımdı. Ayrılacağım zaman, yüzü tekrar tebessümle aydınlandı ve tatlı ile acıyı birleşmiş, çektiklerini unutmuş ve bağışlamış bir mümin kişinin ferahlığı ile ve hoş görürlüğü ile: “Memnunum, sırtıma yediğim yumrukları bile seviyorum!” dedi.
Bu, imanla yücelmiş ve arınmış bir inanmışın, tarihin hafızasına emanet ettiği son söz idi.
Yazının sahibesi (sultanı) Samiha AYVERDİ’dir.