Batı felsefe tarihinde en büyük kırılmalardan biri, 17. yüzyılda Descartes’ın etkisiyle dini önermelerin ispatının akıl zemininde ele alınması gerektiği tartışmalarıyla başlamıştır. Bu tartışmalarla birlikte Ortaçağ’ın öznesi olan Tanrı, bu görevini insan aklına bırakmıştır. Neticede Descartes, Tanrı’nın varlığı ve ruhun bedenden ayrı olması gerektiği konusunu merkeze alan bir eser kaleme almıştır. Bu metinde Descartes’ın Meditasyonlar adlı eseri temel kaynağımız olmuş; burada takip edilen yöntem de metin boyunca izlenmiştir. Descartes’ın tavrının bu şekilde olmasını daha anlaşılır kılmak adına, O’nun içinde bulunmuş olduğu yüzyılın felsefi ve bilimsel çalışmalarına kısaca değinilmiştir. Akabinde ilk beş meditasyon ele alınmış; gerekli görüldüğü yerlerde ayrıntıya girilmiştir. Altıncı meditasyonun içinde bulunduğu ana konu, kendi başına ayrıca derinlemesine tartışılmıştır. Özellikle de en fazla itirazın olduğu ruhun bedeni nasıl etkilediğine dair sorunun üzerinde durulmuştur. Son olarak Descartes’ın düalizmi çağdaş bilim ve felsefede nasıl ele aldığı hususuna çok kısa değinilerek metin tamamlanmıştır.
17. yüzyıl, Rönesans ve Reformasyon hareketlerinden sonra kendine özgü düşünme biçiminin oluştuğu bir yüzyıldır. “Her şeyden önce bu yüzyılın felsefesi yeni bir tarih duygusunun egemen olduğu bir felsefedir. O, dünyaya ve insana bu yeni bakışın bir sonucu olarak insanı eyleminin ve bu arada tarihin öznesi kılan yeni ve seküler bir tarih felsefesi geliştirir” (Cevizci, 2010: 269). Tanrı-özne tavrı, İnsan-özne tavrına dönüşerek bütün düşünce ve kurumların referans noktası olmuştur. Tanrı’dan mülhem varlık, bilgi, değer ve politikaya bakışın yerine, insanı merkeze alan bir refleksiyon gerçekleşmiştir. Diğer taraftan dini önermelerin eleştiriye maruz kaldığı ve din temelli tesis edilen bütün kamu ve kuruluşların otoritesinin sarsıldığı bir dönemdir. Böyle bir tavrın gerçekleşmesinde özellikle felsefi ve bilimsel gelişmeler yatmaktadır.
Felsefi ve bilimsel gelişmeler söz konusu olduğunda, bu yüzyılın ilk çeyreğinde Descartes, Galilei ve Bacon ön plana çıkmaktadır. Galilei’nin çalışmalarına baktığımızda;
“1604 yılında, tek yönlü olarak hızlanan doğrusal hareket olgusunu ve uzamlar yasasını keşfeder. Bir hareket sırasında katedilen uzam, zamanın karesiyle orantılıdır. Böylelikle, cisimlerin düşüşü yasası ortaya çıkar ve bu yasa, hareketi nesnenin bir niteliği olarak tanımlayan Aristoteles fiziğinin tartışılmasına yol açar. (…) Burada Aristoteles dinamiğinde karşımıza çıkan insan-biçimciliği hatırlamak gerekir: Doğal olarak durağan olan cisim, ona etki uyguladığımız için hareket eder. Bu noktada Galilei, doğal olguları yöneten yasaları matematiksel olarak ifade ederek, niteliksel ve insan-biçimsel bakış açısını devre dışı bırakarak bu alanda bir devrim yaratır. Doğanın matematik diliyle yazıldığı düşüncesinden hareketle elde edilen bütün bu sonuçlar, 1638 yılında, İki Yeni Bilim Üzerine Söylev’de dile getirilecektir. Toricelli ile birlikte kaleme alınan bu eser, Galilei’nin mekanikle ilgili bütün araştırmalarının sentezini sunar. Bu bağlamda Galilei, modern evren tasavvurunu inşa eden kişi olarak karşımıza çıkar” (Russ, 2019, 168-169).
Özellikle Bacon, modern bilim söz konusu olduğunda, deneysel yöntem anlayışının tesis edilmesi hususunda selefi düşünürlerden temayüz etmektedir. Batı Düşüncesinin Serüveni adlı eserinde Jacqueline Russ, O’nun için; “Bacon, bilimin kurucu unsuru olan modern deneysel metot düşüncesinin öncüsüdür ve bu konuda oldukça özgündür” (Russ, 2019, 173). der. Bacon’ın deneysel metodu olan tümevarım, özneyi doğaya, yani doğrudan nesnenin bilgisinin araştırılmasına iter. Bu metot ile nesnenin niteliği değil, niceliği ön plana çıkmış ve nesneye sorulan “neden varoldu?” sorusu yerini “nasıl varoldu?” sorusuna bırakmıştır.“Buna göre, insanlar doğal dünyanın, Tanrının müdahalesinden bağımsız olan olgularını, yardım görmeden araştırabilirler; onların araştırmalarının sonuçlarını vahye dayalı dinle de kurumlaşmış otoriteyle de bağdaştırmaları gerekmez” (Cevizci, 2010, 270).
Bu yüzyılın belirli bir düşünme tarzını tesis eden ve özel bir isimle anılmasını sağlayan en önemli filozof ise Rene Descartes’tır. “Descartes yeni bir akıl inşa eder (…) ve bu alanda beklenen entelektüel sentezi gerçekleştiren kişidir” (Russ, 2019, 175). Bu yazıda temerküz eden konu, Descartes’ın zihin-beden ayrımı olması sebebiyle O’nun felsefi düşüncesi ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır. Bu konuyu ele alma yöntemimiz Descartes’ın Meditasyonlar’da takip ettiği yöntem ile sağlanacaktır. Bunu tercih etmemizin sebebi Meditasyonlar’ın doğrudan ele alacağımız konuya işaret etmesi sebebiyledir. Nitekim birinci meditasyonun başında Descartes, “Tanrı’nın Varlığının ve İnsan Zihninin Bedenden Ayrı Olduğunun Kanıtlandığı Metafizik Üzerine…” (Descartes, 2019, 23) şeklinde bir ifade kullanarak bu eserin temel konularını açıklamıştır.Her bir meditasyon ele alınacak, gerekli yerlerde konunun anlaşılır kılınması için ayrıntıya yer verilecek ve Descartes’ın çeşitli eserlerine atıf yapılacaktır.
- Birinci Meditasyon: Kuşku Üzerine
Birinci meditasyonda Descartes kuşku duyulabilir şeylere ilişkin bir araştırma yapmaya başlar. Çocukluğundan beri Descartes’a öğretilen şeylerin ne kadar şüpheli olduğunu ve bu şüphelerin giderilmesi için bilimlerde sağlam ve kalıcı bir yöntem inşa edilmesi gerektiği düşüncesini ortaya koyar. (2019, 23) Nitekim Descartes Felsefenin İlkeleri adlı eserinin ilk maddesinde hakikati arayan için hayatında bir kez olsun her şeyden şüphe etmesi gerektiğini söyler (Descartes, 1997, 23). Böylece ilk olarak bilme vasıtalarına yönelir. “Bugüne değin çok doğrudur diye kabul ettiğim ne varsa hepsini ya duyularımdan ya da duyularım aracılığıyla edindim, ama bunların zaman zaman beni aldattıklarını anladım. Sağduyuya göre de bizi bir kez aldatana da bir daha asla güvenmemeliyiz” (Descartes, 2019, 25). Sağduyu kavramı, Descartes terminolojisinde doğruyu yanlıştan ayırt eden yeti ve bu yeti herkeste eşit bir şekilde dağıtılmıştır (Descartes, 2013, 25). Ayrıca Descartes’ta sağduyu kavramı evrensel bilgeliğe de işaret eder.[1] Descartes bu sağduyudan kaynaklı tavırdan hareketle her şeyden şüphe eder.
Öncelikle Descartes şahit olduğumuz her şeyin birer rüyadan ibaret olduğunu düşünür. Sonuçta ben rüyada gördüğüm şeyleri, uyanık olduğumu sandığım zamanlarda da görmekteyim. Söz gelimi, şu an bir filozof üzerine yazı yazıyorum ve o yazıları yazdığımı hissediyorum. Aynı şekilde bu durum rüya gördüğüm vakitte de söz konusu olabilir. Yani benim rüya da olmam ile uyanık olmam arasındaki farkı ortaya koyabilecek keskin bir ayrım noktam yok. Descartes bu durumu şöyle dile getiriyor: “Meseleye daha dikkatli bakınca, uyanıklığı uykudan ayıran öyle bariz işaretler olmadığını açıkça görüyorum. Öyle şaşkınım ki, bu şaşkınlık neredeyse uyuyor olduğumu sanmamın doğru bir şey olduğuna beni ikna edecek” (2019, 26). “Bütün bir yaşantımız niçin sürekli bir düş olmasın?” (Cevizci, 2010: 303). Burada şuna dikkat edilmeli; evet ben rüya görüyorum fakat gördüğüm rüya nesnelerinin bir gerçekliği olması gerekir. Çünkü benim zihnimde nesneye ait bir görüntü olmadan ben o nesneyi hayal edemem. Yani duyumsanabilir şeylere ilişkin görmüş olduğum rüyanın nesnelerinin muhakkak bir varlığa sahip olması gerekir.
İkinci olarak Descartes, aldatıcı bir Tanrı olduğunu, hiçbir şekilde O’nun yeryüzü, gökyüzü, yer kaplayan cisimler, biçimler, büyüklük, yer gibi şeylere sebebiyet vermediğini ama hepsini bana varmış gibi gösterdiğini düşünür (Descartes, 2019, 28). Oysa Tanrı özü gereği iyiydi ve iyi olan bir Tanrı’nın benim ara sıra yanılmama izin vermesi muhaldi. Belki de beni aldatan kötü bir cin var ve iki ile üçün toplamının yirmi üç edecekken bu kötü cin bana bu rakamların toplamının beş ettiğini söylüyor ya da karenin dört köşesi olduğu düşüncesi yine bu kötü cinin beni aldatması olabilir. Bu şüphe ile Descartes iyice doğrudan uzaklaşmaktadır (Cevizci, 2010: 304).
Birinci meditasyonda kısaca Descartes’ın şüphe yöntemi ele alındı. Burada ele alınması gereken önemli sorunlardan biri de Descartes’ın neden böyle bir yöntemi, gerçeği aramak için seçtiğidir. Çünkü bu yöntem ile Descartes nihayetinde açık ve seçik yargılara ulaşacaktır. Kısaca bunun da üzerinde durmak gerekir.
Giriş bölümünde ele aldığımız üzere 17. yüzyıl, çeşitli felsefi ve bilimsel gelişmelerin yaşandığı bir yüzyıldır. Bu dönemde felsefe ve bilim iç içe girmeye başlarken diğer taraftan da felsefe ve bilimin konuştuğu yerde dinin de birtakım önermeleri vardır. Ancak burada sorun aklın ve deneysel metodun döneme hakim olması ile birlikte dini önermelerin itibarının sarsılmış, insanların ise neyi bilgi olarak kabul edeceği noktasında şüpheye düşmüş olmasıdır. Ayrıca daha önceki septik düşüncelerden kaynaklı şüphe, insanların düşünce dünyalarında yer etmeye başlamış, hatta edebi eserlere de yansımıştır. Descartes, adı bilinmeyen, Jean Silhon olduğu tahmin edilen kişiye, dönemin septik tavrına dair bir mektup yazmıştır:
“(…) Septiklerin, varlığı kesin olan maddi hiçbir şey olmadığını göstermek için öne sürdükleri en güçlü argümanları enine boyuna açıklamam gerekirdi. Aynı zamanda okuru, duyularla algılanan şeylerden düşüncelerini koparmaya alıştırmış olurdum; sonra da bir kimsenin maddi olan her şeyden kuşkulanması halinde bile onun yine de kendi varlığından hiç kuşku duyamayacağını göstermiş olurdum” (Clarke, 2016, 211).
Descartes, felsefe okumayan Fransızların septik düşüncenin şüphesine düşmemeleri için Yöntem Üzerine Konuşma adlı eserini Fransızca yazar. Hatta görünüşte septik tavrı destekleyici bir argüman ortaya koyduğu anlaşılsa bile; O’nun amacı Fransızları bu kuşkucu düşüncelerden onların tavrıyla cevap vererek uzak tutmaktır (2016, 212). Ayrıca o dönemde Pyrrhonculuğun Ana Çizgileri adlı kitabın yayınlanması, filozof ve teologların birbirlerinin düşüncelerini çürütmek adına bu kitaptan yararlanmaları hem Katolik takipçilerin hem de Kalven takipçilerinin imanlarının sarsılmasına yol açtı (2016, 215). En nihayetinde böyle bir yöntemin seçilmesi, Descartes’ın yaşamış olduğu dönemde kuşkuculuk tavrının kendisine cevap verilmesi gereken yaygın bir düşünce olmasından kaynaklanmaktadır.
Descartes’ın neden şüphe yöntemini felsefi düşüncesini inşa etmek için kullandığı sorusu açıklanmıştır. Aslında şunları da eklemek mümkün: Dönemin septik tavrı insanlar arasında o kadar yayılmaya başladı ki, kendilerine, ortaya atmış oldukları düşünceleri çürütmek üzere yanıt verilmesi gerekiyordu. Nitekim bu yanıtı verenlerden biri de Descartes’ın en yakın mektup arkadaşlarından biri olan Mersenne’dir.
- İkinci Meditasyon: Zihnin Bilinirliği Meselesi
İkinci meditasyonda Descartes, zihnin bedenden daha kolay bilinebileceğine dair bir çıkarım yapar ve bunu akıl yürütmelerle ispatlar. Bu akıl yürütmeleri birinci meditasyonda yapmış olduğu şüphelenebilir şeyler üzerinden gerçekleştirir ve kendine şu soruyu sorar:
“O halde gördüğüm her şeyin sahte olduğunu varsayıyorum, yalancı hafızamın sunduğu hiçbir şeyin asla var olmamış olduğuna ve hiçbir duyumun olmadığına inanıyorum; cisim, biçim, yer kaplama, hareket ve yerde birer masal canavarı. Peki, hakiki olan ne? Belki de sadece şu: Hiçbir şeyin kesin olmaması. Ama şimdi sıraladıklarım dışında, bende en ufak kuşku uyandırmayacak başka bir şeyin olmadığı ne malum?” (Descartes, 2019, 33).
Bütün bu varolanlar bir hayal ürünü olabilir, yahut kötü bir cin tarafından bana öyle gösteriliyor olabilir, ya da belki de Tanrı beni ara sıra yanıltıyor olabilir. Diğer taraftan bu saydıklarımın hiç birisi var olmayabilir. Ancak ben bir şeyin farkındayım. Ben bir şeylerden kuşku duyuyorum ve bunun bilincindeyim. O zaman aldatıcı istediği kadar aldatsın, ben bir şey olduğumu düşünüyorsam; “O halde her şeyi yeterince ve dikkatlice gözden geçirdikten sonra şu önermeyi, yani “Benim, öyleyse varım,” önermesini ne zaman dile getirsem ya da zihnimden geçirsem, bunun zorunlu olarak doğru olduğunu kabul etmeliyim (2019, 34). Ayrıca bir şeyden emin olmak için benim neye ihtiyacım var? Burada olduğu gibi açık ve seçik[2] olarak algıladığım her şeyin doğru olduğunu kabul etmeliyim (2019, 48). Yine Descartes düşünen bir varlık olarak Ben’in varlığını Felsefenin İlkeleri’nin yedinci maddesinde:
“Kendilerinden en ufak bir biçimde kuşkulandığımız her şeyi bu şekilde yanlış göreceğimiz gibi aynı zamanda geri de çevirebileceğimizi varsayarken, ne Tanrı, ne gök, ne de yerin var olmadığını ve bir bedenimizin de olmadığını kolayca kabul ediyoruz; Ancak aynı bicimde tüm bu şeylerin gerçeğinden kuşkulanırken var olmadığımızı varsayımlarız. Çünkü düşünen nesnelerin, düşünürken gerçekten var olmadığını kavramak bize o denli aykırı geliyor ki, en şaşılası varsayımlara karşın şu “düşünüyorum, o halde varım” sonucunun doğru olduğuna ve bunun, düşüncelerini bir sıra içinde yönlendiren ve yöneten bir kimseye görünen ilk doğru sonuç olduğuna inanmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz” (Descartes, 2007, 53-54).
diyerek ele alır. Descartes böyle bir akıl yürütmeyi zihnin bedenden daha kolay bilinebileceğini gösterme adına yapmış ve bunu yine aynı meditasyonda bal mumu örneğiyle daha anlaşılır kılmaya çalışmıştır. Balmumu örneğini kısaca ele almak gerekirse; bir balmumunu erittiğimizde geriye ondan sadece yer kaplaması kalır. Yani duyumsadığımı sandığım renk, koku, his, görü, ve ses artık eriyen o balmumunda yok. Yine de ben bu balmumundan bahsedebilir miyim? Ya da balmumunu erittiğimde onun yer kaplaması artar ve ben tam olarak duyum ile bir balmumunun varlığını bilemem. Bu şey gibi dışarı baktığınızda üzerinde elbise giyinmiş birçok insan gördüğünüzü sanırsınız; oysa insan olduklarını nereden biliyoruz. Belki onlar yürüyen makineler. Ama benim zihnim onların insan oldukları yargısına varır.
Bundan mütevellit ben ancak balmumunu zihnimle açık olarak bilebilirim.[3] İkinci meditasyonda Descartes, zihnin bedenden daha rahat bilinebileceğini açıkça ortaya koyar ve bizim altıncı meditasyonda ele alacağımız zihin-beden ayrımı konusuna dolaylı olarak işaret eder.
- Üçüncü Meditasyon: Aşkın Olanın Varlığı
Üçüncü meditasyona baktığımızda ise Descartes, Tanrı’nın varlığına ilişkin argüman ortaya koyar. O’nun Tanrı’nın varlığına ilişkin yapmış olduğu bu kanıtlama daha önce Ortaçağ’da dile getirilmiş ontolojik kanıtlamadır. Kısaca bu argümana göre, “(…) benim sonsuz, sınırsız, her şeyi bilen, her şeye kadir ve kendinden başka var olan her şeyin yaratıcısı olan yüce Tanrı’yı anlamamı sağlayan fikir, kesinlikle kendi içinde, sonlu tözleri temsil eden fikirlerden daha fazla nesnel gerçeklik taşır” (Descartes, 2019, 56). Bir başka deyişle zihnimde var olan idelere ya da fikirlere ilişkin nesnelerin bir geçekliğe sahip olmaması düşünülemez. Burada şunu ayırt etmek gerekir: Zihnimin üretmiş olduğu birtakım varolması muhal canlıları imgelemimin üretmesi onların salt bir varlığa sahip olduğu anlamına gelmez. Fakat bu yaratığın parçalarının bir gerçekliği olmadan da zihin onu düşünemez. Burada kendi daha az yetkin olan şeyin gerçekliği, kendi en mükemmel olan bir varlıktan daha gerçek olamaz ya da en mükemmel olan yalnızca düşüncenin bir ürünü olamaz.
“Bir şeyin hiçlikten çıkması mümkün değildir ve daha yetkin olan şey, yani kendi içinde daha fazla gerçekliği olan şey, daha az yetkin olandan çıkamaz. Bu çıkarım sadece fiili ya da biçimsel gerçekliğe sahip sonuçlar bakımından değil, aynı zamanda tek nesnel gerçekliğe sahip oldukları düşünülen fikirler bakımından da tartışılmaz doğrudur” (2019: 57).
Üçüncü meditasyonda Descartes Tanrı’nın varlığına ilişkin argüman üretirken daha ayrıntılı birtakım akıl yürütmeler ortaya koyar. Fakat bu metnin temel meselesi bu olmadığından oradaki tartışmanın ayrıntılarına girilmemiştir.[4]
- Dördüncü Meditasyon: “Doğru” ve “Yanlış” Üzerine
Dördüncü meditasyonda önermelere ilişkin doğru veya yanlış yargılarımız tartışılmıştır. Zaten daha önce üçüncü meditasyonda bu doğruluk ve yanlışlık yükleminin yalnızca yargılara has olduğu söylenilmiştir (2019, 52). Burada daha çok doğru ve yanlış yargıların nereden kaynaklandığı ele alınmaya çalışılmıştır. Herhangi bir önermeye ilişkin yanlış yargının Tanrı’dan mebni olmadığı; insanın doğasında varolan noksanlıktan kaynaklandığı, ayrıca insanın Tanrı’dan aldığı doğruyu ayırt etme yetisinin kendisinde sonsuz olmadığından kaynaklandığı ifade edilmiştir (2019, 77). Ayrıca şu önemli ayrıntıda gözden kaçırılmamalıdır: Descartes’ın düşüncesinde “(…) yanlış, salt bir olumsuzlama değildir, daha çok bir şekilde bende olması gereken bir bilginin yokluğu ya da yoksunluğudur” (2019, 77). Burada diğer yandan Descartes, kavrama yetisi ve irade kavramlarını ayrıntılı bir şekilde ele alır. Nitekim yanlışların kaynağının sorgulanması sürecinde insanın yapıp etmelerini etkileyen temel olgulardan ikisi de zihnin fonksiyonları olan kavrama ve irade yetisidir. Burada şunu da ayrıca ifade etmek gerekir: Hata yapmayı istemememize karşın neden hata yaparız? Çünkü irade ya da istenç alanımız, anlayış ya da kavrama alanından daha geniştir. Yani anlayışın bilgisi sınırlıdır fakat iradenin istenci bir yönden sonsuzdur (Descartes, 2007, 73). Burada konu Descartes’ın ele aldığı şekliyle ayrıntılı olarak tartışılmamış sadece işaret edilmiştir. Bunun sebebi daha önce de söylenildiği gibi, yazıda esas ele alınması gereken konunun daha kompleks hale getirilmemesi içindir.
- Beşinci Meditasyon: Madde ve Tanrı İlişkisi
Beşinci meditasyonda maddi şeylerin özü ve yine Tanrı’nın varlığının delilleri konusu ele alınmıştır. Tanrı’nın varlığının burada tekrar ele alınması; maddi şeyleri bilmenin imkanının O’nun varlığına dayanmasından kaynaklanmaktadır. Bu meditasyonda maddi şeylerin özünün ne olduğuna daha ayrıntılı bakacağız. Nitekim üçüncü meditasyonda Tanrı’nın varlığına ilişkin argümanlar ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Gerekli görüldüğü yerde bu argümanlara atıf yapılacaktır.
Descartes burada ilk olarak Tanrı’nın varlığına ilişkin uslamlama ortaya koyar. Bu akıl yürütmeye göre öz ve varoluş meselesi üzerinden yine Tanrı’nın varlığı kanıtlanır. Şöyle ki, benim bir dağ hayal etmem doğal olarak akla vadiyi de getirir. Yani ben dağı vadisiz ya da vadiyi dağsız düşünemem. Ama ben onlar arasındaki bu zorunlu ilişkiden hareketle onların zorunlu olarak varolduğunu söyleyemem. Böyle bir zorunluluk söz konusu değildir. Ancak Tanrı söz konusu olduğunda O’nun varoluşunu özden ayrı düşünmem O’nun doğası gereği muhaldir. Dolayısıyla Tanrı vardır (Descartes, 2019, 92). Descartes maddi şeylerin özü ve onların bilinebilmesini Tanrı’nın varlığına bağlı kılmıştır. Buna ilişkin Descartes: “(…) başka her şeyin kesinliğinin bu gerçeklik üzerine kurulduğunu o kadar iyi görüyorum ki, bu olmadan herhangi bir şeyin tam olarak bilinmesi asla mümkün değil.” İfadesiyle ancak Tanrı’nın varlığının bilgisinin, her şeyin bilgisini mümkün kıldığını göstermektedir. Artık Tanrı’nın bilgisi sağlandıktan sonra “açık ve seçik şekilde anladığım şeylerin de doğru olmak zorunda olduğunu anlamış bulunuyorum” (2019, 97).
Descartes’ın daha önceki meditasyonlarda dolaylı olarak işaret etmiş olduğu nesneye ilişkin imgenin zihinde varoluşu; o nesnenin gerçekliğinin en azından bize yer kaplayan; derinliği, uzunluğu ve genişliği olan bir olguya götürür. Bir başka deyişle maddi şeyin özünün burada yer kaplama olduğunu söyleyebiliriz.
Buraya kadar şu değerlendirmeyi yapmak gerekir: Birinci meditasyonda gerçeği bulmak için her şeyden şüphe etmemiz gerektiği; ikinci meditasyonda, bu şüpheden hareketle zihnin doğasının ne olduğu ve zihni tanımanın bedeni tanımaktan daha kolay olduğu; üçüncü meditasyonda, Tanrı’nın varlığına ilişkin argümanlar; dördüncü meditasyonda önermelere ilişkin yargılarımız olan doğru ve yanlışın ne olduğu; beşinci meditasyonda ise, maddi şeylerin özü ve yine Tanrı’nın varlığına ilişkin kısaca birtakım açıklamalar yapılmıştır. Bunun yapılmasının sebebi zihin beden ayrımını daha iyi kavramak ve neden Descartes’ın böyle bir ayrıma gittiğini görmektir. Altıncı meditasyonda bu metnin ana konusunu oluşturan zihin beden ayrımı ele alındığı için burada çok daha kapsamlı açıklama yapılmaya çalışılacaktır.
Burak AYAZ
[1] Descartes’ın Seneca’ya ait bir terim olan sağduyudan (bona mens) anladığı, doğru kullanıldığında insanları bilgeliğe, yani doğru bilginin sonucuna ulaştıracak olan yargı gücüdür. Kendi terminolojisindeyse sağduyu, evrensel bilgeliktir. Bkz. Rene Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma, Çeviri: Çiğdem Dürüşken (İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2013) 25, Notlar: 1.
[2] Açıklık ve seçiklik gerçeğin (vrai) belirtileridir. İlkelere göre, bir algı (perception), dikkatli bir zihne kendini sunduğu ve belli ettiğinde açıktır ve kuşku götürmez bir yargıya yol açar; algı, kendinde mutlak surette sadece açık olanı barındıracak derecede diğerlerinden farklı ve kesin olduğunda ise seçiktir. Böylece, bir algı seçik olmaksızın açık olabilir, ama açık olmaksızın seçik olamaz. Ayrıntılı Bilgi İçin Bakınız: Denis Kamboucher, Frederic de Buzons, Descartes Sözlüğü, Çeviri: Murat Erşen (İstanbul: Say Yayınları, 2012) 13-15.
[3] Ayrıntılı Bilgi İçin Bakınız: Rene Descartes, Meditasyonlar, Çeviri: Çiğdem Dürüşken (İstanbul: Alfa Yayınları, 2019) 41-47.
[4] Ayrıntılı Bilgi İçin Bakınız: Rene Descartes, Meditasyonlar, Çeviri: Çiğdem Dürüşken (İstanbul: Alfa Yayınları, 2019) 56-74.
KAYNAKÇA
Cevizci, Ahmet. Felsefe Tarihi. İstanbul: Say Yayınları, 2015.
Clarke, Desmond M. Descartes. İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2016.
Descartes, Rene. Meditasyonlar. çev. Engin Sunar İstanbul: Say Yayınları, 2013.
Descartes, Rene. Meditasyonlar. çev. Çiğdem Dürüşken. İstanbul: Alfa Yayınları, 2019.
Descartes, Rene. Felsefenin İlkeleri. çev. Mehmet Karasan. İstanbul: M.E.B Yayınları, 1997.
Descartes, Rene. Felsefenin İlkeleri. çev. Mesut Akın. İstanbul: Say Yayınları, 2007.
Descartes, Rene. Yöntem Üzerine Konuşma. çev. Çiğdem Dürüşken. İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2013.
Descartes, Rene. Duygu ya da Ruh Halleri. çev. Çiğdem Dürüşken. İstanbul: Alfa Yayınları, 2015.
Kambouchner, Denis – Buzons, Frederic de. Descartes sözlüğü. çev. Murat Erşen. İstanbul: Say Yayınları, 2012.
Russ, Jacqueline. Avrupa Düşüncesinin Serüveni. çev. Özcan Doğan. İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2019.
Makaleler
Ayhan, İnci. “Bilinç ve Bilinçli Deneyimin Doğası”. Bilim ve Teknik Dergisi 478 (2009): 28-33.
Ders Notları
Bloom, Paul. “Ders: 2. Bu Senin Beynin” Psikolojiye Giriş, çev. Hakan Çetinkaya. (2007): 1-13. Erişim için: https://acikders.tuba.gov.tr/file.php/120/Lectures/2.html