DİLİ YOK KALBİMİN, ONDAN NE KADAR BÎZÂRIM! | İlim ve Medeniyet

 İnsanları hummalı baharlar olarak tanımlamak
ve bu yüzden göğsümde dakikalar
ince parmaklar halinde geziniyor
konvoylar geçiyor meşelikler arasından
bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
ölümden anlayanı ciddi bir yaprak
unutulacak diyorum, iyice unutulsun
neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

İsmet ÖZEL

Kadim Dostum, Ağabeyim Nasrettin GÜNEŞ’e ithafen…

 

Yılların bizi kıyıdan kıyıya sürüklediği bir vakitte tanıştım onunla. O kadar samimiyiz yani…

**

Bahçelievler’den Maltepe’ye metrobüsün, metronun bir de o amansız Gülsuyu Dragos yokuşunun beni bitkin düşürdüğü günlerde tanıdım onu. Sınıfta tek başına oturmuş kitaba gömülmüştü. Sırtında her zaman ki gibi beyaz gömleği ve lacivert ceketi vardı. Kapının ufacık penceresinden baktım, öğle yemeği saatiydi hadi yemeğe gidelim mi abi diyecek oldum ama diyemedim. Tanımıyordum, korktum, çekindim, utandım; kitapları çok seviyordu. Öğrendim…

**

Bir Eylül günü Göztepe’de çamurlara bata çıka geldiğim sınıfta ne en sonlarda ne en başlarda sanki ortalarda ama sağda otururken gördüm.

-Selamunaleykum

-Vealeykumselam

-Boş mudur burası acaba abi?

-Buyrun…

Yine kitap okuyordu. Şaşırdım. Teneffüs oldu acaba kantine gelir mi? O da çayı sever mi? Muhabbet eder miyiz? Yoksa yine yalnız mı kalır? Merak ettim.  Ama yine kitap okumaya kaldı. Yalnızdı. Öğrendim…

**

Çok mu farklıydı? Neden kimse yanaşmıyordu. Yoksa bana mı öyle geliyordu. Kitap okumaktan, benim kadar kötü olmasa da kötü olan yazısı ile o meşhur not defterlerine bir şeyler karalamaktan ve öğle saatlerinde büyük bir dertmiş gibi açtığı çok fonksiyonlu adeta bir trasformers gibi olan bilgisayarı ile uğraşmaktan başka bir şeylerde yapıyor muydu? Merak ettim. Dertliydi. Öğrendim…

**

“Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları barındırır.” Derler.  Günün bir vakti üniversite çıkışı apar topar koşarken takip ettim en yakın otobüs durağında yolları beklerken göz göze geldik.

-Hayırdır Abi, bir yerlere yetişmen gerekiyor herhalde?

-Çok iş, az vakit var…

-Nasılsın abi?

-İyi Elhamdüllillah, sen nasılsın?

Yüzünde bir tebessüm oluştu. Kaşları düşüktü, yere bakıyordu. Hemdertti. Öğrendim…

**

Bir sonbahar günü kimsede bulamadığı merhameti ararken kitaplarda çay için zorla olsa da bahçeye çıkardığımda kıyılara olan sürüklenmem sonlandı. Artık onu en az kendim kadar tanıyordum. Çok kızdı sigarama ama yine de bana liman olmaktan geri durmadı. Gecenin bir yarısı otobüste gördüğümde otobüsün orta kısmındaki körüğe yaslanmış sakalları çok iş az vakit ilkesi gereğince uzamış saçları dağılmıştı. Bir elinde kitabı vardı. Öteki eliyle otobüsün sarsıntılarından korunmak için körüğün yanındaki direği sıkı sıkıya kavramıştı. Acaba o da derdinin ağırlığından bir an önce buraları terk etmeyi mi istiyor diye düşünürken kafasını kaldırdı ama gözyaşları kitabın sayfalarına tutundu ve yere düşmedi. Aradığımdı. Öğrendim…

**

Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum.” der.  Kış günleri onun limanına sığınan diğer gençlerle beraber yaptığımız kaçak çay muhabbetlerinde içimizi ısıtan aslında çay değildi. Sigortasız çalıştığı işinden kazandığı parasıyla nesil kaygısının bir terennümü olarak öğrencilere yaptığı yatırımlar gönlümüzü ısıtmaya yetiyordu. Çocuklarla beni tanıştırıp yüzünde oluşan tebessümü gördüğümde gerçek olduğumu hissettim. Öğrendim…

**

“İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, O günlerde yine canım sıkılıyordu ve çok konuşuyordum. Belki saçmalıyordum. Sıkılmadan dinliyordu. Ne kadar saçmalarsam saçmalayayım işte sabırla dinliyor ve öğüt verebiliyordu. Diyecek sözüm kalmadı mı ağlıyor, benimle birlikte ağlayabiliyor. Ben dışarda tir tir titriyorum o da içeride aynı. Git diyorum, itiyorum sarılıyor. Herkesten kaçabiliyorum ama ondan asla. Çünkü benim yurdumdu. Öğrendim…

**

Beni anlamak için yazdıklarımdan çok sustuklarıma kulak verin… Gecenin bu vaktinde yazdığım yazıyı tekrar tekrar okurken… Tarifi imkânsız işte yazdıkça yazdırıyor, yazdırdıkça ağlatıyor. Böyle birisi bu işte oturup bunları yazdırabiliyor insana. Ama bir şey söylemem gerekiyor çok şey öğrendim, öğrendikçe, heveslendim; Heveslendikçe, yazdım, öğrettim… Ama gözün arkada kalmasın üstat, öğrettin-öğrendim-öğrettim-öğretecekler… Öğrendim…

**

Bazı vakitler olur üç noktanın söylediklerini bütün bir edebiyat şerhten aciz kalır. Benim üç noktalarımı da ne olur sustuklarıma say üstadım;

Dostluğun omzumda bir el…Baki dostluğa…Muhabbetle…

Oktay KAYMAK

 



Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.

 

Mehmet Akif ERSOY

Avatar photo

Oktay KAYMAK

PSIR Doctrine, Practice and Theory oktaykaymak02[at]gmail.com


Geribildirim

Mail adresiniz gizli kalacaktır.


Biz Kimiz?

Gayemiz, asırlardır mirasçısı olduğumuz medeniyetin gelişimine katkı sağlamak adına kurduğumuz ilim halkasındaki ilmî faaliyetleri geniş kitlelere ulaştırmaktır.

Cemiyetimizde, genç ve hareketli yazar kadromuz ile Siyaset, Hukuk, Ekonomi, Sosyoloji, Edebiyat ve Tarih gibi ilmî alanlarda gerek akademik gerekse de gündeme ilişkin yazılar kaleme alınmaktadır.


İletişim


Küçük Çamlıca Mahallesi, Filiz Sokak, No:3
Üsküdar/İstanbul