İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
okuma süresi: 4 dakika 30 saniye
Evvela biz kimiz, gönüldaşlar? Bütün fiillerimizi, fikirlerimizi ve hislerimizi tesiri altına alabilecek o muazzam mesuliyet yükleyen sual, işte karşımızda tam da her işimizin başında duruyor. Cevabı verilmese her an ruhumuzu tırmalayacak, aklımızı kurcalayacak, zihnimizi bulandıracak güçte olan şu sual, evet; her şeyden ama her şeyden mühim. Bu, münakaşaya açılsa ne olur, açılmasa ne olur; zira aklı başında olanlar bu amansız kaçışın bir yere ulaşamayacağını idrak etti ve ilk fırsatta cevaplarını verdiler. Hayat üzere olan her kim varsa, onlar o cevabı vermeye çalışıyor. Aklını başına almak cüretini gösteremeyen ve bir pembeler diyarı gezmecesinde bahtsızlık katranına bulanan ve bu gezmece ile kocaman bir “sanrı” sanatı icra edenler yine elbette yarın ya da yarından da yakın bir korkunç süre içinde geri dönüşü olmayan hayal kırıklıklarına ulaştılar. Varılan yer yine aynı: Ya hayal kırıklığıyla anlamak, ya da cesaret ile yüklenilen mesuliyetin o gün sefasını sürerek anlamak. Gerek bedava pembeciler gerekse akıl nimetiyle, bedelsiz hiçbir alışverişin olmadığı şuuruna erip gece-gündüz çalışanlar elbette ki işin sonunda kazanan olmayı istese de bu hal bir “istek” olmaktan çok daha ötede bir hal şüphesiz.
Bitmez tükenmez bir saadet mevcut mu? Hiçbir üzüntünün ve kederin dokunamayacağı korunaklı bir hayat var mı? Şu ardını arkasını alamadığımız arzularımızı söndürebilecek bir sonsuzluk olsa gerek, değil mi? Bu üç soruya: olmasa, olmasa, olmasa… diyerek dayanılacak son kapının yakınından dönerek kocaman bir “VÂR” âlemine, hatta o âlemi düşünme cüretine kalkışalım. Ve sadece cüret kısmına varmışken soralım: O saadet, o hayat, o sonsuzluk ya var ise? Eğer yoksa, her iki fikrin sahipleri birden yokluğa, hiçliğe, boşluğa varacak. Oraya ulaşmanın reçetesi, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye rehberliğinde; başkalarının “acaba?, ya yoksa?” gibi ihtimal kovalamacası içinde tükettikleri hayatı, biz aklının farkına varanlar ve bu farkına varışın borcu olarak düşünmeye cüret edenler ilmek ilmek işleriz. Bu işleme ve örgü sırasında yapılan yanlışlardan ötürü bazen elimizdeki kendi örgümüz bozulur ve biz, tövbe kapısını çalarak hata ile yamuk seyreden yeri çözer, sonra tekrar öreriz. Ta ki örgü mesâisi sonlanıp elde olanı giyme vakti gelene kadar. İşte bu da kimsenin inkâr edemediği, inkâr etse de kabullendiği hakîkat: Ölüm. Herkes, kendi ördüğü o kıyafeti ölümle giyer. Kim ister ki yamuk, çarpık, biçimsiz, yarım bir kıyafetle o sonsuzluk âlemine ayak basmayı? Peki ya giyecek tek sıra iplik bile biriktirmeyen? Onun cevabına veya hayaline hiç uğraşmayalım, zira ne hâcet ki?
Evet, işte tam da bu noktalardan yakalayalım benliğimizi ve birliğimizi. Tam da; bir mesuliyetin olduğu, bu mesuliyetin bir “taraf” demek olduğu ve tarafın seçilişinden sonra üstlenilecek o mesuliyetin ve bununla beraber gelecek olan sonuçların kabullenilmesinden, işte tam da bu aziz noktalardan yakalayalım kendimizi, gönüldaşlar. Zira böylesine bir izzetten mahrum kalmayalım. İşte tam da bu noktaya varıp söyleyelim ki: Biz, gâyesizlik, hareketsizlik, gamsızlık ve kedersizlik, çilesizlik ve zevksizlik, mevzu ne olursa olsun inançsızlık ve tarafsızlık, renksizlik ve çizgisizlik düşmanıyız. Celladıyız tüm bunların. Başlı başına bir aksiyon ve hareket âleminin zirvesine, Hak akide ve akıl nimeti ile taht kurmuş olan insan; nasıl olsun da fikirsizlik, dertsizlik, dengesizlik gibi bir “hiç” hayatı sürebilsin ki? Sürdü diyelim; bundan ne kadar süre bir rahatlık, ferahlık, doygunluk, sükunet alabilir ki? Hepsinin tecrübe edilmesinden sonra varılan nokta, tek denenmeyen nokta olarak intihar etmek olmuyor mu? İntihar ile varılan o nokta, nokta kadar bir değerden bile yoksun olmuyor mu? Vah… Vah ki ne vah!!! Eyvah etmeden evvel yapılacaklar yok mu? Şüphesiz ki var da, bu yapılacakların bir sırası ve o sıranın da en başında olan yok mudur? İşte biz, sonlu olanın, sonuçta yoksun kalmanın düşmanıyız dedik ve söyledik: Biz, ne yaparsak yapalım bir vah topluluğu içinde olmayalım diye gece gündüz çalışan bir avuç mahşeri kalabalığız işte. Mühim olsun ya da olmasın; her türlü şekil ve hacimde, miktar ve derinlik çeşitliliğiyle var olup benimsenen inançlar (bile) bir şekilde bir “taraf” seçebilmiş diye yok yere bir saygı ve hürmet görüyorken “HAK OLAN VE DİĞERLERİ…” diye bir ayrımı ve kesin çizgiyi tüm bu çarpışmaların tam ortasına çakan bizim itikadımız, iman; mevzubahis olan bu tokuşmaları, afallamaları, tökezlemeleri, kıyaslamaları ve tereddütleri nasıl da yakıp kül eder, düşünün ve düşündürün gönüldaşlar! Düşünelim ve düşündürelim aklımıza ve fikrimize ve daha nicelerinin daha hiç tıklatmadığı o vicdan ve fikir âlemine, düşündürtelim. Ki o iman temizliğini her zerremize tattıralım. Ve öylece kurtulalım şu uyuşukluktan. Yarım yamalak başladığımız, ümitsizce karaladığımız, “olmadı” deyip çöpe attığımız tüm sayfaları unutalım ve tıpkı o iman anahtarı kelime-i tevhid’in safhaları gibi tüm “önceki/kötü/eksik/yanlış/yarım…”lardan arınalım ve hepsinin uçuştuğu mekâna tertemiz, tek ve eşsiz benzersiz “merkez” kuvvetimizi koyalım: O’nu nasıl düşünürsek düşünelim, nasıl varmaya çalışırsak çalışalım; tüm o çalışmalar ve düşünmelerden sonsuzca uzak ve yüce olan Allah Azze ve Celle’ye ve Rasûlü Muhammed Mustafa efendimize (س.ع.ص) imandan başka sağlamlık bulamayacağız.
İşte biz; tam da bu amellerin birleştiği yerde birleşenleriz. İşte biz, burada birleşemeyenlere sözü olan seslenicileriz. İşte biz, o birleşmezlik ve ayrılık tohumlarının kibrit suyuyuz. Biz; canlıyız ve bir hayat sahibiyiz. Sonra biz; bu hayat sahiplerinin içerisinde, en varlıklı, en zengin olanıyız; zira insanız. İnsanız ve bu insan oluşun bir bedeli, bir kaçılmaz mesuliyeti var. Bu hesaplama işlemlerinin kaçınılmaz bir “sonucu” var. İşte biz o bedelin, mesuliyetin, hesap işlemleri dediğimiz “hayat”ın ve “sonuç”un bilincinde olanlarız. Bu bilince varmak ve onu taşımak bizi onur ve şeref sahibi kılıyor. Tüm bu süzgeçlerin hepsiyle mutabık, hepsini sağlayıcı tek düzen ve nizamı tanımış; o nizam tarafından kılınmış Müslümanlarız. Değeri, şerefi ve onuru bu nizamla kazanırız. Ki onsuz, hiçbir şey değildir insan. Zira İslam'la tanır imar ve tamir etmeyi, onarmayı. İslam'la tanır güçlerin üstünde mutlak ve asıl olan kudreti; İslam'la tanır o kudretin yüce sahibini. Ve İslam'ı tanır ki idrak eder: Şu küçücük dünyasında kurulmuş minik sistemlere bile itaat ya da isyanın karşılığının var olup da; asıl Mülk sahibi olan Allah’ın nizamına itaat ya da isyanın karşılıksız kalamayacağını, bedelsiz olamayacağını. O’nun nizamı ve nizamına itaatin en güzeli için koşmak… Koşmak ve durmamak. İşte tam da oradayız biz. Koşuyoruz ve durmanın; tüm bu çabalarımıza bir sıfırlayıcı olduğunu unutmadan koşuyoruz. Ve, unutmaktan korkuyoruz.
Evet; suallerin sırasını, evvelce gelenini ve onun cevabını vermeye gayret ettik. Anlamak, bilmek, sormak ve sorumsuzluktan, dahası sorunsuzluktan kurtulmak isteyen kim varsa, o gönüldaşlara seslendik. Biraz daha kıydık sessizliğe ve rahata, yani bir başka ifadeyle. İşte şimdi gelir ve gelmekle gocunmayabilir diğer sualler. Ne yapacağız, nasıl yapacağız, ne zaman yapacağız ve nerede nasıl olacağız? Daha nice sualler, gönüldaşlar. Varsın gelsinler ve çok zaman duran kafaları ve beyinleri karıştırsınlar, eşelesinler. Anlaşılsın ki orada bir akıl ve kafanın varlığına işaret ediversin -çok özel şairimizin beyan ettiği gibi- değil mi? Hepsine ve her birine bir an evvel cevaplarını vermek, sonrasında verdiğimiz cevapların bize yüklediklerini omuzlayabilmek için sabırsızlanıyoruz. Sabırsızlanıyor olmamız gerekir. Sabırsızlanmıyorsak, çokça sızlanmamız gerekir. Ki, çok geç olmadan heyecana belki ulaşabiliriz. Zira “elimizde” diyerek avunabildiğimiz bir tek, şu içinde bulunduğumuz saniyeler var. Çünkü şimdi değilse ne zaman, gönüldaşlar?
Gönüldaşlar! Bir taraf seçebilmek ve bu seçimle gelen mesuliyetleri üstlenebilmek durumuna yükseltin kendinizi. Yükseltin kendinizi ve böylelikle her zerrenizi. Yükseltin, tüm bu yüksekliklerden bîhaber yaşamak istemeyen herkesi. Ve yükseltin o yüksek yerlerden kendi elinizle yaptıklarınız münasebetiyle size biçilen yüksekliğinizi. Yükselin ve yükseltin. Merkezsiz bir yükseklikten korkarak merkezsizlikten yükselerek yükseltin. Yükselin!
Mustafa UZUN
Yorum Yaz