İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
İber yarımadasının 800 yılını aydınlatan bu muhteşem medeniyete Dünya’nın ziyneti diyen Maria Rosa Menocal Endülüs’ün hakkını teslim etmiştir. Ayrıca Vicente Blasco Ibanez :”İspanya’da yenilenme kuzeyden değil, güneyden geldi. Bu gelişme bir fetih olmanın çok daha ötesinde bir medeniyet hamlesiydi. Bu sayede İspanya’da 8. ve 15. Yüzyıllar arasında bütün ortaçağ boyunca Avrupa’nın bilinen en zengin ve en parlak medeniyeti doğup gelişti. Bu dönemde kuzeydeki halklar din savaşları yüzünden parçalanmakta ve kana susamış vahşi (barbar) sürüler halinde hareket etmekte iken, Endülüs toplumu otuz milyonu aşmakta, o dönem için çok büyük olan bu nüfus yapısı içinde her ırk ve din grubu ahenk içinde hareket etmekteydi. Ve toplum çok canlı bir nabız atışı sergilemekteydi.”(A la Sombra de la Catedral, Madrid ) diyerek İslam toplumunun hoşgörü politikasını gözler önüne sermiştir. Bu muhteşem medeniyetin fethi iç kargaşa ve adaletsiz yönetimlerden bıkmış olan İber halkının istediği üzerine, Halife Velid b. Abdülmelik ‘in izni ile Tarık b. Ziyad tarafından gerçekleştirilmiştir. Endülüs fethedildiğinde(711) burada İber yarımadasının yerli halkı olan Vizigotlar, Yahudiler, Hıristiyanlar beraber yaşıyorlardı. Peki, böyle çok sayıda etnik ve dini grubun bir arada yaşadığı bu tolumda insanlar inanç ve ifade özgürlüğüne sahip miydi?
İslam medeniyeti Endülüs’te inanılmaz bir denge sağlayarak bütün tebaayı adaletli bir şekilde yönetmeyi başarmış ve burada bir hoşgörü toplumu meydana getirmişlerdi. Müslümanların Endülüs’te uygulamış olduğu bu hoşgörüye bazı kaynaklarda ‘tolerans’ şeklinde bir kelime uygun görülmüş olsa da ben bu ifadeyi uygun bulmuyorum. Çünkü tolerans, tolere etmek diğer dine ya da kültüre tahammül etmektir ki tahammül etmek ile saygı duymak çok farklı şeylerdir. Müslümanlar Endülüs’e geldiklerinde birlikte yaşamak için kural koyucu ilke olarak en başta Kur’an hükümlerine bağlı kaldılar. ”Şüphesiz ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.”(2/62) ayeti uyarınca bir yol izlemişler ve onları korumuşlardır. 21. Yüzyılda yaşamış olduğumuz savaşlar ve iç karışıklıkları da göstermektedir ki halen o dönemde uygulanan hoşgörünün benzeri dahi yakalanamamıştır. Günümüzde Müslümanların cihat anlayışı tepkilere yol açmış ve yanlış anlaşılmıştır. Oysa ‘cihat’ Elmalılı Hamdi Yazır’ın tanımının özeti olarak yeryüzünde inanç ve ifade özgürlüğünü hâkim kılmaktır ve hâkim kılmayı engelleyici unsurları ortadan kaldırmaktır. Şeriatın hükmü budur. Şeriata göre bir Hıristiyan bir toplumda Müslümanların haklarını engellemeyecek şekilde kendi ayinleri için şarap bile dağıtabilme özgürlüğüne sahiptir. İslam tarihinde hiçbir zaman dini bir dayatma olarak cihat yapılmamış yalnızca tehlike altında bulundukları ve özgürlüklerin kısıtlanması noktasında savunma amaçlı savaşlar gerçekleşmiştir. Hatta Kur’an’da savaşmak istemeyen peygambere uyarılar da yer almıştır. Örneğin “yeryüzünde din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” ayetinde Mekke’de dini hakları elinden alınmış ihtida etmesi için zorlanan Müslümanları kurtarma amacı yatmaktadır. Yoksa oryantalistlerin lanse ettiği gibi zorla Müslüman yapma ne peygamberler tarihinde ne de Endülüs tarihinde yer almamaktadır. Endülüs arşivlerine bakıldığında da görülür ki hiç kimse dini inancından dolayı ihtida etmeye zorlanmamış aksine ihtida edecek gayrimüslimlerde akıl sağlığı, gönül rızası gibi şartlar aranmıştır. Bu şartları sağlamayan kişilerin ihtidası geçerli sayılmamıştır. Öyle ki Endülüs’te yaşayan zimmiler için “ayrımcı hoşgörü” kavramı kullanılmıştır. İslam hukukuna dair gelen bir diğer eleştiri ise gayrimüslimlerden alınan cizye vergisi olmuştur. Cizye gayrimüslim tebaadan alınan savaşmama vergisi idi. Gayrimüslimler cihat sorumluluğundan dinleri gereği muaftılar ve bundan dolayı Müslüman halk tarafından korunmaları için ödedikleri vergi cizye idi. Zimmi hukuku ve yargısına oldukça dikkat eden Endülüs yöneticileri zimmilerin yargısını da kendilerine bırakmış onlar istemedikçe yargılarına karışmamışlardır. Yalnızca dine karşı işlenen suçlar zimmi ya da Müslüman olsun cezalandırılmıştır. Şeriat hükümlerine göre kararlar alan Müslümanlara göre bir Müslüman Hıristiyan karısının ayinlere katılmasına karışmamalı ancak kendisi gitmemelidir. İslam’daki zimmi statüsüne göre gayrimüslim bir tüccar Endülüs’e ticaret için geldiğinde evine dönene kadar Müslümanların koruması altındadır.
Endülüs’e yerleşen Müslüman halk yalnızca hukuki düzenlemeler değil büyük bir medeniyetin doğuşunu hazırlayacak birçok alanda çalışmalar yapmışlardır. El- Hamra, Medinetüz-Zehra gibi daha nice muhteşem eserlerle günümüzde bile herkesi şaşkınlığa uğratacak yapıtlar ortaya koydular.
’Kırmızı olan’ anlamına gelen El-Hamra bugün hala birçok profesörün incelemesine tabi tutulmaktadır. Hem estetik hem matematiksel anlamda harika bir yapıt olan El-Hamra’da ünlü matematikçi Pisagor her baktığı yerde sayılar görmüştü. El-Hamra muhteşem oranıyla bu medeniyetin mimari açıdan en mükemmel eserlerinden biriydi. 1232 yılında temelleri atılan bu muhteşem eser adeta binbir gece masallarında anlatılan sarayların dünyadaki karşılığıydı. El-Hamra’nın neredeyse her yerinde yer alan “la galibe illallah” (Allah’tan başka galip yoktur) yazısı Kraliçe İsabel’in yakıp yıkmalarına rağmen günümüzde silinememiştir. Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar zikreden bir saray bulmak mümkün değildir. Ayrıca el-Hamra sadece saray olarak değil bahçeleri ile de görsel bir şölendi. Bahçelerinde İslam medeniyetinin suya ve temizliğe ne kadar önem verdiğini gösteren havuzlar, çeşmeler oldukça fazlaydı. Bu bahçelere Cennet’ül Arif deniyordu. El-Hamra’nın arkasında Santa Maria adında bir kilise bulunuyordu ve bu kilise de camiden dönüştürülmüş bir yapı idi. Eski adı ise El-Hamra camii.
Bütün bunlar bana Ayasofya’yı anımsatıyor. Biz Ayasofya gibi harika bir yapıda ibadet edemezken muhteşem Arap medeniyetini yok eden haçlı zihniyeti sarayları, camileri dönüştürerek İslam medeniyetinin izlerini bir bir silmiş onları kiliseler katedraller haline getirmişlerdir. Bunlardan bir diğer örnek de Malaga ulu camii. Tarihteki bu cami de günümüzde Reenkarnasyon katedrali olarak kullanılıyor. Bir sanat yapıtı olan caminin minaresi de çan kulesine dönüştürülmüş durumda.
İslam eserlerinin mükemmelliği karşısında onlara benzer eserler ortaya koymaya çalışan Hıristiyanlar 1526’da V. Carl sarayının inşasına başlamışlardır. Ancak bütçe yetersizliğinden dolayı bu eserin yapımı 1528’de durdurulmuştur. Tamamlanması ise 19/20. Yüzyıllara dayanır. Tamamlanmasının ardından da hiçbir krala orayı kullanması nasip olmamıştır. Günümüzde konser salonu vs. olarak kullanılmaktadır.
Endülüs, Avrupa karanlık çağında debelenirken hızla gelişmeye devam ediyordu. Bu gelişme o zamanlarda Endülüs’te bulunan kütüphane sayılarından da anlaşılıyor. Yalnızca Kordoba’da 400.000 kitaplı kütüphane bulunuyordu ve bu kütüphanelerden sadece elit kesim veya yöneticiler değil bütün halk yararlanıyordu çünkü Müslümanlar eğitimi dinlerinin bir gereği olarak algılamışlardır. “Oku” emrine muhatap olduklarının farkındadırlar. İbn Rüşd gibi filozoflar, İbn Arabi gibi sufiler, İbn Hazm gibi hukukçular yalnızca İslam kaynakları değil Yunan filozoflarının görüşlerini de tercüme yoluyla öğrenmişler üstelik bir de reddiyeler ve yorumlar yaparak bu eserleri genişletmişlerdir. Özellikle Kurtuba ilimde büyük yol kat etmiş ve Fransa kralı IV. Louise’nin kızı Elizabeth tarafından da fark edilmiştir. Elizabeth bilimsel araştırmalar yapmak ve öğrenim görmek için uzun yollar kat ederek Kurtuba’ya gelmiştir. Kurtuba Ortaçağ karanlığı içinde kaybolan Avrupa’yı aydınlatmıştır. Madam Curie :”Müslüman Endülüs’ten bize 30 cilt kitap kaldı. Biz bu kitaplar sayesinde atomu parçaladık. Eğer yakılan bir milyon kitaptan yarısı dahi kalsaydı, biz şuan galaksiler arasında geziniyor olurduk. Orada bilim sıfırlanınca biz yeniden onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık ve yüzyıllar kaybettik” demiştir.
Endülüslü kadınlar Avrupalı kadınlara göre çok daha gelişmiş bir seviyedeydi. Endülüslü kadınlar medreseler açabilir, talebe yetiştirebilir ilim meclisleri kurabilirlerdi. Felsefeden astronomiye cebirden şiire kadar birçok alanda Endülüs kadını kendini göstermiştir. Endülüslü kadınların belki de en belirleyici özelliklerinden biri sosyal hayattaki görünürlükleri ve politikaya olan etkileridir. Bütün bunları görmezden gelen oryantalist bakış açısının Endülüs kadınlarını peçeli içe kapanık bir yapıda göstermesi oldukça büyük bir karalama kampanyasıdır. Endülüs’te günümüzde bile sık rastlamadığımız özgürlükler kadınlara tanınmıştı. Örneğin; Endülüs’te bir kadın rahatlıkla Cuma ve bayram namazlarına iştirak edebilirdi. Başarılarıyla tanınan bu bayanlardan en ünlüsü Sare el-Halebiyye’dir. Bu kadın birçok erkek şairin de hocalığını yapmıştır. Endülüs’ün sıra dışı kadınlarından bir diğeri de Vellade adında şaire, müzisyen ve dil uzmanıdır. Bu kadın sarayda ve şiir meclislerinde erkeklerle bir arada bulunmuş ve onlara dersler vermiştir. Üstelik kadına verilen değer o dereceye ulaşmıştır ki erkeklere ev işlerinde hanımlarına yardım etmeleri için yardımcı tutma zorunluluğu getirilmiştir. Bu günümüzde dahi tahayyül edilemeyecek bir ince fikirdir.
Bana göre günümüzde İslam ülkelerinin geri kalmışlığının sebebi Avrupa ile rolleri değişmiş olmamızdır. Şuan da ilahiyat fakültelerinin gündemi erkek-kız ayrı mı okumalı, kadından üniversite hocası olur mu olmaz mı, ilahiyat fakültelerinde felsefe dalları azaltılmalı mı gibi sorulardır. Bence İbn Sina’nın felsefe çalışmalarına baktığımızda ya da Sare el-Halebiyye’nin icraatlarını gördüğümüzde bu soruların cevabını almış oluyoruz.
Üstelik Endülüs medeniyeti yalnızca edebiyat değil tıptan astronomiye, cebirden müziğe, felsefeden mimariye kadar pek çok alanda üstün bir medeniyetti. Usturlap adı verilen ve birçok seyahatte kâşiflere yol gösteren aletin mucidi Zerkali Tuleytulalı idi. Bu usturlap ile ilgili yazdığı Kitabü’l Amel Bi’s-safiha ez-Ziciya eseri Latinceye, İbraniceye ve diğer Avrupa dillerine çevrilmiştir. Endülüs’te cerrah Zehravi (Albucasis) ilk fıtık ameliyatını gerçekleştirirken Avrupa verem hastalığına yakalanmış insanlara içine şeytan girmiş muamelesi yaparak şeytanı çıkarmak için zalimce uygulamalar yapmaktaydı. İspanyolların daima övündükleri Kristof Kolomb’a yol gösteren kişi İslam bilgini İdrisi idi. Kristof Kolomb ve Vasco da Gama’nın haritaları İdrisi’nin eseridir. Özellikle bahsetmek istediğim bir diğer âlim Musa b. Meymun. Çünkü kendisi İslam medeniyetinde önemli eserler vermiş Yahudi bir âlimdi. İslam âlimleri, yunan bilginleri ve Yahudi şeriatından istifa eden Musa, Selahaddin Eyyubi’nin tabipliğini de yapmıştır. Yahudi bir âlimin bu kadar büyük çalışmalar yapması ve iyi yerlere gelmesi de bize İslam medeniyetinin ne kadar özgürlükçü olduğunu bir kez daha gösteriyor. Başka dinlere karşı hoşgörü göstermeyi bırak onlara bazı Müslümanlara göre daha büyük haklar bile tanınmıştır. Bunun sebebi Kur’an’ın bize daima öğütlediği adaletten asla ayrılmama ilkesidir. İslam’da bir işte önemli olan onu ne kadar iyi yaptığın ve o işin ne kadar hakkını verebildiğindir. Bu yüzden kişinin dini ne olursa olsun başarılı ise o görevi yerine getirmesi için o kimse tercih edilmelidir ki işin hakkı teslim edilsin.
Reconquista hareketinden sonra ancak Avrupa dışında ülkeler olduğu bilgisine ulaşan İspanyollar oldukça şaşırmışlardı. Ve karşılaştıkları bu göz alıcı medeniyet karşısında büyülenmişlerdi. Çünkü Endülüs’e girer girmez mimarisi, botanik yapısı, bahçeleri ve portakal ağaçlarının enfes kokusu hayallerinin ötesindeydi.
Boston üniversitesi tarih bilimcisi bu durumu şöyle açıklar: “9. ve 10. Yüzyılda Kordoba kenti Avrupa’daki en büyük kentlerden biri ve en çekicisiydi. Şehre gelen insanların tasvirleri var elimizde ;’ Bütün bu çiçekler, bu açık caddeler, bu harika ışıklandırma… Kuzey şehirleri ise karanlık… ‘ Sadece Kordoba’da temiz içme suyu vardı, insanlar büyük ve temiz evlerde yaşıyorlardı. Paris’te ise insanlar nehir kenarındaki küçük kulübelerde yaşamaktaydı. “
Peki, bu kadar muhteşem eserlerin yapılması için Müslümanlara ilham kaynağı olan şey ne idi? Elbette ki Kur’an’daki cennet tasvirleri. Örneğin Kur’an’da ululuk hissi veren geniş mekân tasvirlerine yer verilmiştir. İslam sanatındaki kubbelerin yüksek ve geniş oluşu bunun sonucudur. “Ancak Rablerinden korkup sakınanlar ise; onlara yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. Bu Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez. “ ( Zümer 20 ) “Rabbinizden bir mağfirete; Allah’a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşuşun. İşte bu Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. “ ( Hadid 21) ayetlerinde belirtilmiştir.
Neticede bu muhteşem medeniyet Avrupalıların Reconquista adını verdikleri Haçlı saldırıları sonucu düşmüş ve koskoca bir medeniyet tarihten kasıtlı bir şekilde silinmiştir. Haçlıların Endülüs’e girdiklerinde yaptıkları ilk şey ağaçları kesmek olmuş ve ayrıca kütüphaneler yakılmıştır. Yunan ilminin doğal mirasçıları olarak görülen Müslümanların tercüme ettiği İncillerin, Aristo’nun eserlerinin bulunduğu kütüphaneler acımasızca yok edilmiştir. Çünkü Avrupalılara göre mantık üzerine yazılmış eserler kâfir işi olarak görülürdü. Roma imparatoru Justinien’in M.S 529’da Atina’da felsefe okullarını kapattırmasına benzer bir olaydı bu Endülüs tarihi için. İspanyollar tarihe dair birçok şeyi değiştirdiler ya da yok ettiler. Özellikle diktatör Franco’ya göre İspanya tarihi Vizigotlar ve sonrasında İspanya krallıklarından ibarettir. Mağribi adını verdikleri Müslümanları zorla Hıristiyan yapmaya çalışmışlar ve onları takiyye yapmaya itmişlerdir. Şüphelendikleri kişileri evlerinden götürüp engizisyon mahkemelerinde yargılamışlar ve büyük zulümler uygulamışlardır. Hatta bazı Müslümanlar dışarıda Hıristiyan’ca yaşamış Hıristiyanlar gibi düğünler yapmış ancak eve geldiklerinde avlularında bir de İslamiyet’e uygun düğün yapmışlardır.
Zorla dininden döndürülen bu Müslümanlar için ‘Moriskolar’ tabiri kullanılmıştır. İslam’da Darü’l-Harb’de kalma meselesi ilk kez Endülüs Müslümanları için gündeme gelmiştir. Bazı Moriskolar özgürlük ve refah ile anılan İstanbul’a göç etmiş özellikle Galata’ya yerleşmişlerdir. İspanya etnik temizlik yapmak istemiş ancak Arap olmayan İspanyol halkı Moriskolar’a da Müslüman oldukları için acımamıştır. Osmanlı Devleti gelen Moriskolar’a kucak açmakla kalmamış İspanyadaki Müslüman halkı kurtarmak için de ordusunu göndermiştir. Barbaros Hayrettin Paşa hatıralarında 80 bin Morisko’yu nasıl kurtardıklarını yazmıştır.
İspanyollar halen İber yarımadasının Müslümanlardan temizlenişini her yıl aynı gün kutlamaktadırlar. Bu kutlamalarda kahraman olarak gördükleri bir askeri de anmayı unutmazlar. Bu kahramanın adı El-Cid idi ve İber’i Mağribîlerden temizlerken büyük kahramanlıklar göstermişti. Oysa bu anlatılanlar da efsaneden öteye gidemez. Arşivler ve yapılan çalışmalar göstermiştir ki El-Cid kim parayı öderse orada görev alan bir paralı askerdi. El-Cid ismi de Arapça bir isimdir ve El-Cid’in Müslüman arkadaşları olduğu da kayıtlarda bulunmaktadır.
Reconquista hareketini günümüzdeki islamofobiye benzetmek de mümkün. Kabul görmüş genel kanıya göre Avrupa’da islamofobi 11 Eylül ile başlamıştır. Oysa bunun böyle olmadığı biz Müslümanlar tarafından bilinmelidir. Çünkü aslında Haçlı birliği de islamofobik bir harekettir ve o günden bugüne kadar bilinçli bir şekilde bu karalama kampanyası devam etmektedir. İslamofobiyi ortaya çıkaran belki de en önemli etken dinin kamusal alanda görünür bir şekilde yaşanmasıdır. Örtünmeden, helal kesim gıdaya kadar pek çok alanda ortaya çıkan dinin yaşanması Avrupa tarafından bir sorun olarak daima gündeme getirilmiştir. Endülüs’te Hıristiyan ressamların şeytani olarak çizdikleri mağribiler günümüzde yerini eli silahlı terörist karikatürlerine bırakmıştır. Yani aslında o zamandan günümüze çok şeyin değiştiğini veya iddia edildiği gibi demokratik ve özgürlükçü bir Avrupa’nın var olduğunu söylemek oldukça güç. Endülüs gibi bir medeniyette bütün dinlerin korumacılığını yapmış İslam’a karşı günümüzde nefret söylemleri artmıştır. Hatta islamofobinin varlığını kabule bile yanaşmayan bir batı medeniyeti ile karşı karşıyayız. Antisemitizm büyük bir suç olarak kabul edilirken İslam’a karşı dile getirilen nefret söylemleri ifade özgürlüğü olarak nitelenmektedir. Örneğin yakın bir tarihte CNN sunucusunun “Yahudiler her alanda varlar ve hayatımızı karartıyorlar” demesinin hemen ardından işine son verilmiştir. Oysa Avrupa’da neredeyse her zaman siyasetçiler veya kamusal alanda karşılaştığımız islamofobik söylemler karşısında pratikte hiçbir şey yapılmamaktadır.
Endülüs entelektüel bir dinamit iken sahip çıkmayı bilemeyen insanlar tarafından maalesef yok edildi ve günümüzde içi manevi anlamda boş bir İspanya kaldı. Boş dememin sebeplerinden biri Endülüs’ten günümüze çok az sayıda eserin kalmış olması ve İspanya halkının buna sahip çıkmamış olmasıdır. Günümüze kalan eserlerin belki de en önemlilerinden biri olan Kordoba Camii şuan Katolik katedrali olarak kullanılmaktadır. Diğer bir sebebi de 21. Yüzyılda olmamıza rağmen insan hakları ve hayvan haklarının İspanya’da maalesef istenilen düzeyde olmamasıdır. Hayvan hakları konusunda özellikle bize ortaçağı anımsatan boğa güreşi vahşeti durumu gözler önüne sermeye yetiyor sanırım.
Günümüzde medeni ve özgürlükçü olmakla anılan Avrupa herkesi hayrete düşürecek uygulamalarla gündeme geliyor. Şu günlerde Avrupa’da tam anlamıyla krize yol açan başörtüsü yasağından tutun da mültecilere karşı uygulanan insanlık dışı muameleler de dâhil olmak üzere ne insan hakları ne de hayvan haklarının korunduğunu söyleyemeyiz.
İspanya’da çok önemli bir gelenek olan boğa güreşi boğaların mızraklarla kızdırılarak eziyet edilmesine dayanıyor. Üstelik BM’nin buna son verilmesi uyarısını da geleneğimiz diye reddeden İspanyalılar Endülüs gibi bir medeniyetten oldukça uzak bir tavır sergiliyorlar. Müslümanların kurban bayramlarını dünyaya hayvan katli olarak duyurmaya çalışan Avrupa acısız ve eziyetsiz bir şekilde gerçekleşen kurban ibadetinin özünü anlamaktan uzak bir tavır sergileyerek arenalarda boğaları acı içinde öldürmektedirler. Bu örnekte de görüldüğü gibi İspanyollar geleneklerine oldukça bağlılar. Olumlu yönde de olsa olumsuz yönde de olsa geleneklerini devam ettirmek için büyük çaba sarf ediyorlar. Dünyada en çok konuşulan dillerden birisinin İspanyolca olması da bunun bir sonucu. İspanyolların çoğu İngilizce öğrenme gereksinimi hissetmemişler hatta kendi dillerini o bölgede yaymışlardır. Bu bölgede İspanyolca konuşulmayan tek ülke Brezilya’dır. Bunun sebebi ise İspanyolların oldukça saygı duydukları Kristof Colomb’un Kraliçe İsabel’in de desteğiyle Amerika’yı keşfetmesidir. Bu keşif sonucunda birçok sömürge elde edilmiş ve bu yerlerde İspanyolca konuşulmaya başlanmıştır. İşte bu şekilde yayılma gösteren koyu Katolik İspanya misyonerlik faaliyetlerinde de başı çekmektedir. Özellikle Katolik diktatör Franco döneminde yoğunlaşan mağribi zulmü Endülüs arşivlerinde bulunmaktadır. Bu zulüm de yine Katoliklik adına yapılmıştır. Diktatör Franco Madrid’de 1936-39 yılları arasında iç savaşta ölenlerin anısına 150 m uzunluğunda bir haç yaptırmıştır. Onun için Katolikliği yaymak adeta ulvi bir görev olmuştur. Kendi mezarı da buradadır.
Dünya tarihinin önemli bir bölümüne ket vurmuş olsalar da bazı İspanyollar günümüze değerli eserler bırakmışlardır. Ünlü ressam Picasso, Salvador Dali, edebiyatçı Cervantes günümüzde hala etkisi devam eden sanatçılardandır. Eseri Don Kişot modern Batı edebiyatının en kayda değer romanlarındandır. Madrid’de Cervantes anısına heykeli yapılmıştır. İspanyol dilinin yayılması için çalışmalar yapan kurumun adı da Cervantes Enstitüsüdür.
İspanyollar tarihte Yunanlılar, Romalılar ve Müslümanlar gibi birçok kültür ve medeniyetle tanışık oldukları için diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir havası vardır. Sokakları, yapıları yürürken orta doğu çağrışımı yapabilir. Başkent Madrid ise diğer Avrupa ülkelerine daha çok benzemektedir. Dansları ve sıcakkanlı insanlar olmaları da sanki Türklerle ortak özellikleri gibi. Akdeniz ikliminin insanı oldukları her hallerinden belli olacak insanlar yaşıyor bu ülkede. Flamenko, siesta, futbol kültürlerinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Siestanın önemi öğlen sokakların boş olmasından da anlaşılabilir. Çünkü siesta İspanyolların öğle uykusudur.
Ayrıca Endülüs’te zengin kimseler Müslümanlardan kalan yapılarda oturuyorlar. Bazı evlerde hala Arapça yazılı duvarlar, avlularında havuz olan bahçeler görmek mümkün. Çoğu İspanyol da Müslümanların yapıtlarından etkilenerek evlerini Arapça yazılara kadar aynı onlar gibi dizayn etmek için oldukça büyük uğraşlar vermişlerdir. İspanyolcada kullanılan Arapça kelime sayısı da hayli fazla… Örneğin İspanyol dansı Flamenko Arapçada ‘kaçak köylü’ anlamında kullanılmaktadır. Müslümanların etkisi aradan geçen onca yıla rağmen her yerde hissedilebilir. Washington Irving: ” Arap romantizmini hissetmeden bu şarki edayı seyre dalmak imkânsız” diyerek İspanya’da Arapların etkisini belirtmiştir.
Bir dönem İspanya büyükelçiliğimizi de yapmış olan önemli edebiyatçımız Yahya Kemal Beyatlı’ya da değinmekte fayda görüyorum. Kendisi 22 Mayıs 1929’da Madrid’de İspanya büyükelçiliğine atanmıştı. İspanyaya dair olumlu izlenimler edinen Beyatlı bunu Endülüs’te Raks şiirinde şu şekilde ifade etmiştir:
Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı…
Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı…
Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya Neşe’siyle bu akşam bu zildedir.
Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış örtünüşleri…
Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.
Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnatanın en güzel gülü…
Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir
İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir.
Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi…
Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli…
Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kere öpmeli…
Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sineden: “ole!”
Hayriye Ebrar BUŞGUT
Yorum Yaz