İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
17 Aralık 2022 Üsküdar/İstanbul
Saat 00.21
Üsküdar’dan taşınalı henüz iki ay oldu. İnsan içine çıkmayalı da aşağı yukarı aynı vakit. Fakat şu sıralar içimde tarif edemediğim garip bir boşluk var. Ve böylesine bir boşluğu uzun süredir hiç yaşamamıştım. Mevsimseldir diye düşünüyorum. Gecenin bu vakti burada ne işim var? Bunları neden yazıyorum? Bilmiyorum.
Geç kaldı ama geliyor işte..
Kız Kulesi uzak değil. Yürüyelim seninle İstanbul’da. 19. yüzyılda yürüyormuş gibi yürüyelim. Flâneur edasınca yürüyelim ve hatta seninle kaplumbağa gezdirelim. Ne dersin çok mu abartıyorum?
-Bence değil. Ne kadar uzun vakit geçirirsem o kadar uzayacağını düşünüyorum şu kalan ömrümün. Biliyorum çünkü duruyor zaman seninle. Evet evet zaman duruyor seninleyken. Kalbim gibi..
Burada doğdum ve büyüdüm. İlk kez evimi bu kadar uzağa taşıdım ve hasret kaldım kokusuna kadim şehrimin. Mihrimah Sultan ile Valide Sultan Camiilerinin karşıklı ezan okumasını duyunca içimin kapladığı huzuru tarif edemem. Her sokağının başında bir çeşme bulunan, Osmanlı mimarisiyle göz dolduran ahşap konakları ve eşi benzeri olmayan tarihi yalılara sahip, tepelerinin nahifliği ile Üsküdar; çok başka bir semt.
Gecenin bu vakti bir başıma yürüyorum işte kız kulesi sahilinde. Yaşanılacak çok duygu var ve ben hiçbir şey yapmak istemiyorum. İnsanlar çok kalabalık geliyor. Kalabalıktan hoşlanmıyorum. Kronik bir yalnızlık çekiyorum. Bunları neden yazıyorum. Bilmiyorum. Mesela ruhumun susuzluğunu dindirmek için şiir yazıyorum.
Yazdıklarım kasvetli ve karamsar. Pesimistik değilim, daha önce hiç olmadım da. Gün geçtikçe insanlardan uzaklaşıyorum. Geçenlerde yakın bir dostuma açtım bu konuyu; ‘İnsanlardan gitgide soğuyorum’ dedim. Biraz durdu ve bana ‘sürekli yazmanın, kalemle kağıt arasına teksif olmanın insanı yalnızlaştırdığını ve toplumdan uzaklaştırdığını’ anlattı uzun uzadıya.. Bir manaya haklıydı. Ama neden sonuç ilişkisini kurmada eksik kalmıştı. Hâlbuki insanlardan uzaklaştıkça kelimelerle baş başa kalıyorum. Kalabalıklardan berî, kelimelerin tenhadaki sıcaklığını hissederek bir şiirin içerisinde bocalayıp dururken buluyorum kendimi..
Müzmin baş ağrılarım var. En çok da misafirken etkisini iliklerime kadar hissettiğim, hiçbir ağrı kesicinin şifa olamadığı, olamayacağı ağrılarım var. Kimseye söyleyemem. Yerime, yurduma yabancı yerlerde nükseden bir ağrı. Ve işte bildiniz artık..
-Abi bir şey mi dedin?
-Kendi kendime konuşuyorum.
Kendi kendimle konuşup muhabbet etmem niye anormal geliyor insanlara, anlamıyorum. Zaten ne geldiyse başımıza kendimizi karşımıza alıp adam gibi konuşamamaktan gelmedi mi? Künhüne vakıf olamadığım meseleleri kurcalayıp duruyorum. Ne yapmaya çalışıyorum? Bunları neden yazıyorum? Bilmiyorum.
Ne olurdu muvakkaten çıktığım bu yolda kapılarım hep mütebessim çehrelere açılsaydı? Yalancı gülücükler saçan insanların merhamet mahrumluğuyla imtihanım olacağını nereden bilebilirdim? Bir senfoniye tutulmuşum gidiyorum işte.
Küçük bir kıvılcımın büyük orman yangınlarına sebebiyet verdiğini, vereceğini -bir İstanbul çocukluğu yaşasam da- az çok bilirim. Bir tohumun yeşerip fidan, ardından da çınar olacağını bilahare iyi bilirim. Dedim ya bir senfoniye tutuldum diye.. Serencamın kıyısında gezerken her adım atışımın çağları ve diyarları birbirine bağlayacak, edebiyatın ve sanatın ve kültürün bayrak taşıyıcısı olarak nitelendirilebilecek bir hareket olduğunu düşünürüm. Bu nakil işleminin bir amelesi olarak kendimi bu yola revan edişim bu sebepledir. Dedim ya bir senfoniye tutuldum diye..
Araf’ı dillendiren çok adam var fakat yaşayan bir elin parmaklarını geçmez. Araf’ın bir fikir işçisi olarak onu varlığımın yeryüzündeki en bariz kanıtı olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum. Nicedir kendimi bulduğum bir menba oldu Araf. Bu da böyle geçti kader kitabına. Bunu unutmayacağım.
Fikir işçisi, mütefekkir, yorgun adam..
Kendimi bütün hayat tecrübelerini yaşamış, yaşamaktan gayrı bir beklentisi olmayan gözleri yaşlı, yaşlı, dul bir bunak olarak hissediyorum. Yazılarım gibi yaşantım da kasvetli ve karamsar. Bunları neden yazıyorum? Bilmiyorum..
Gece gece simit satan gencin sesiyle irkiliyorum. Bu saatte, bu soğukta. 5 lira. İki adet sardırıyorum. Martılar gece mesaisinde, ben de onları doyuruyorum. Ve nihayet geldik o meşhur banka. Fonda Acem Kızı, dilimde uzakların bitmek bilmeyen türküsü, gidilmemiş coğrafyaların bozulmamış dağların ütüsü, içten içe gurbette olmanın verdiği hüzün ve keder, ruhumu sarıp sarmalıyor şu saatlerde. Semaverden bir çay doldurup yudumluyorum. Ne de uzun vakit olmuş gelmeyeli. Kendimle dertleşmeye devam ediyorum.
İçimiz bir mayın tarlası. Hangi adımım ilahi rızayla çatışırsa içimde bir mayının kızışarak patladığını hissederim. Ve bilirim ki patlayacak mayın kalmazsa bu yaşama dair hiçbir hayat emaremin kalmadığını anlarım.
Geçenlerde bir şiire şöyle başladım:
“Yalnız yalnızlığına imrendim”
Ne de çok özeniyoruz ilahlığa. Bilinmek istiyoruz. Tanınmak, zikredilmek, hatıra gelmek isteyişimiz hep bundan. Yalnızlık O’na mı mahsus cidden, sorguluyorum.
Bunları neden yazıyorum bu saatte burada? Bilmiyorum..
M. Fatih Özmen
Ali Kaya
07.04.2025 / 19:58Güzel devamını heycanla bekliyorum
Ömer Hiva
07.04.2025 / 19:57Yazı eleştiriye açık fakat çalışılmış güzel bir yazı böyle yazıların devamını dilerim