İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
okuma süresi: 7 dakika
Bundan binlerce yıl önce aktarılmış bir eseri okurken günümüzde ne edebi anlamda ne de ahlaki anlamda kabul edilemeyecek şeylerle karşılaşmayı beklememiştim. Ancak tekrar düşündüğümde bu eser sözlü olarak sıradan halka, yazılı olaraksa zamanın seçkin kesiminin çocuklarına ve din adamlarına, yani okuma yazma bilen insanlara aktarılmaktaydı. Bundan dolayı eserde birçok kez kralın otoritesini ve meşruluğunu mutlak seviyeye taşıyan, şehir yaşamının kır yaşamına baskınlığını savunan anlatımın neden tercih edildiğini anlıyoruz. Bunlara yazının devamında bahsedeceğim. Ayrıca Amerika'nın Irak'taki bombardımanları sonucunda antik dönemden kalan birçok eserin un haline dönüşmesinden dolayı Gılgamış Destanı'nın kayıp bölümleri ve daha nice kalıntı kaybolmuştur. Bu yüzden Gılgamış Destanı ele alınırken önemli kısımlarının eksik olduğunu unutmayalım.
Destanın başında Gılgamış, Uruk Krallığı'nda hüküm süren oldukça güçlü ve karşı konulamaz bir kral olarak tanıtılmaktadır. Ancak asla aklınıza adil ve iaşeci bir hükümdar gelmesin. Tebaasındaki kızları rızası olmadan alıkoyan, erkekleriyse köleleştiren bir saltanatı vardır. Bu duruma tanrılar haklı olarak kızarlar ve Gılgamış'a eşit birisi olarak Enkidu'yu yaratırlar. Böylelikle birbirleriyle çarpışırlarsa belki bu zulüm sona erer. Buraya kadar her şey iyi hoş değil mi? Bir şekilde Enkidu Uruk şehrine varıyor ve Gılgamışla güreşmeye başlıyorlar. Galip çıkan olmuyor, belki biraz Gılgamış baskın gelmiş olabilir ama günün sonunda arkadaş oluyorlar. Neden? Neden böyle bir hikaye tercih edilmiş ki? Gılgamış'ın mağlup edilmesi ve böylelikle kibrinin sökülmesi lazımdı. Arkadaş olmalarının ardından Gılgamış'a sevgi mi duymamız bekleniyordu? Peki halkına yaptıkları ne olacak? Destan boyunca bu durumdan daha bahsedilmez. Bu ikili serüvene çıkacağı zaman beklenmedik bir şekilde ihtiyar, genç demeden krallıktaki halkın güzel öğütlerine ve güzel dilekleriyle uğurlanıyorlar. Bu süre boyunca iki unsur dinleyiciye benimsetilmek istenmektedir. İlki ''Şehir'' yaşamının kırdan üstün olmasıdır. Enkidu, Gılgamış'a denk yaratılmıştır ancak Gılgamış'tan farklı olarak kırsalda yaşamaktadır. Yaban hayvanlarıyla otlanır, hayvanların sütünü içer, sürüyle su başından su içer. Kasları Gılgamış kadar kuvvetli ve serttir. Bu betimlemelerin ardından bir güzel kadınla beraberlik yaşar. Bu beraberlik altı gün yedi gece sürmüş. Belki de bu betimlemelerin bu kadar abartılmasının sebebi şehirde yaşayan insanların kır hayatına dönmesini yani sistemin dışına çıkartılmasını önlemekti. Yaban hayatı Enkidu gibi şehirlerden bihaber yaşayan insanlarla doluydu. Hayvanlarla yatıp kalkar ve bir imkan bulursa da dişi bir varlıkla günler boyunca çiftleşirdi. O dönemde aile reislerinin ataerkil yapıyla yönetildiği düşünelecek olursa hiçbir aile reisi, Enkidu gibi bir yaratığın kızını veya eşini görmesine dahi asla istemezdi. Okuyucuya belki de bu ''sübliminal'' olarak anlatılmak isteniyordu. İkinci unsursa ilkine benzer bir şekilde; ''Şehirli'', kır insanından üstündü. Enkidu şehirdeki tanrılara adanmış büyük ve görkemli yapılardan bir haberdi. Giyinmeyi bilmiyordu. Şehirdekiler gibi beslenmiyordu. Ot yerdi, hayvanların sütünü emmeye alışkındı. Ancak şehre vardığında yerleşik hayatın ürünleri olan ekmek ve şarapla karşılaştı. Doyuncaya dek ekmek, kendinden geçinceye kadar içki içti. Böylelikle keyfinden bağırma eşiğine geldi. Burada dikkatimi çeken bir detay oldu. Ekmek ve şarap özellikle destanda övülmüştü. Ülkemizde ve coğrafyamızda halen ekmek kutsal kabul edilir. Yerde bile ekmek görsek ''yaşam kaynağı'' kabul ederek hemen kaldırırız, pis yerlere ekmeği sokmamaya, kirletmemeye dikkat ederiz. Şarapsa özellikle ''Hz İsa''nın kanı kabul edildiğinden (bedenininse ekmek olduğunu unutmayalım) Hristiyanlık için önemlidir[1]. Endonezya'daysa benzer bir durum pirinç için geçerlidir[2]. Son olarak ilaveten şunları söylemek de mümkündür; Eğer Enkidu, Gılgamış'ı mağlup edip kendisi kral olsaydı halkı onun hükümdarlığının meşruluğunu kabul ederdi. Çünkü modern ''Toplum Sözleşmesi'' kuramlarına kadar egemenlik kimde güç varsa onun elindeydi. Güce dayalı egemenliklerse kolayca dağılabilir yapıdaydı zira gücün azalması veya daha güçlünün gelmesiyle yeni bir egemen ortaya çıkardı.
Gılgamış ve Enkidu dost olduktan sonra günümüz Lübnan taraflarında bulunan bir sedir ormanına, Humbaba'yı öldürmek ve ün kazanmak için yola çıkıyorlardır. Burada ilginç olan konum şudur ki Gılgamış belki de ilk defa hüküm sürdüğü Uruk kentinden dışarıya çıkacaktır. Yani konfor alanınından çıkmaktadır. Gılgamış'ın ayrıca İslam ve Hristiyan kaynaklarında yer alan ''Koruyucu Melek'' benzeri bir ''Koruyucu Tanrı''ya sahip olduğunu görüyoruz [3][4]. Aynı dinlerde yer alan ''Tufan'' olayı hem bir çeşit milat (Tufan öncesi, tufan sonrası gibi) hemde insanlığın serüvenini anlatan bir hikaye olarak Gılgamış Destanı ve diğer Sümer metinlerinde karşımıza çıkmaktadır. Peki buradan az önce sayılan inançların ''Sümer'' mitolojisinden etkilendiğini öne sürebilir miyiz? Aslında bu tarihsel materyalizm yönünden bakıldığında insanların çok tanrılı dinlerden, tek tanrılı dinlere inanışına geçişi doğrulamaktadır. Bu iddia ile Sümer'lerin yazdığı eserlerin ''Dinlerin kökenine ışık tuttuğu'' sebebiyle diğer dinlere kök olduğu öne sürülmektedir. Esasında bu iddia Kur'an'ın dini için geçerli değildir. Zira Kur'anda tarih geçmez. Hangi olayın hangi tarihte gerçekleştiği yer almadığından dolayı eski tabletlerle çeliştiği iddia edilemez. Kur'anda ayrıca tüm peygamberler ve kıssalar geçmez (Mümin suresi 78. ayet). Kur'an kendisinde bulunan kıssaların ilk kez anlatıldığını zaten iddia etmemektedir hatta tam tersi söz konusudur (Ahkaf suresi 9, Bakara 183, Nisa 164). Buna ilaveten, Sümer tabletlerinin kesin olarak yazılmış ilk metin olduğunu kabul edilmesi hatalıdır. Kazılarda bulunan en eski tarihe dayanan şey ilk olmak zorunda değildir eğer böyle olsaydı arkeologlar buldukları her şeye en eski derdi. Sadece tema olarak benzer unsurların olması Kur'anın, Sümer tabletlerinden öykündüğünü iddia etmek için yeterli bir delil değildir. Bu İstanbul hakkında yazılan tüm şiirlerin, ilk yazılan şiire benzemesini iddia etmek gibidir. Tema aynı olsa dahi asıl benzerliğin detaylarda aranması gerekmektedir. Bu argüman aslında çürütülemezdir. Bundan bir asır hatta on asır dahi geçse, yeni yazıtlar bulunsa dahi bu argüman geçerliliğini sürdürebilecektir. Hikayeye geri dönelim. Gılgamış yola çıkmadan önce ağlamaya başlar çünkü yolculukta belaya bulaşacağını düşünür. Yolculuğa çıktıklarındaysa Gılgamış altı düş görür. Düşler, pek hayra alamet şeyler değillerdir. Enkidu ise düşlerin hepsini iyi alametler olduğunu yorumlar. Ormana vardıklarında yaşam tutkunu olan Humaba ile karşılaşırlar. Gılgamış tekrardan korkar ama tanrıların yardımıyla üstün gelirler. Humbaba her ne kadar aman dilese de Enkidu, Gılgamış'a affetmemesini söyler. Güç, merhamet üzerinde galibiyet elde etmiştir. Humbaba'yı infaz ederler.
Maceralarından döndüklerinde Tanrıça İştar(İanna), Gılgamış'a aşkını ilan eder. O dönemde zenginlik alametleri sayılan bir çok şeyi bir çeşit çeyiz olarak sunar. Ancak Gılgamış, İştar'ın ne kadar vefasız ve kötü bir eş olduğunun farkındadır. Bundan dolayı Gılgamış, İştar'ı sertçe reddeder. Reddedilmeyi hazmedemeyen İştar'ın sinirleri bozulmuştur. Babası Anu'ya yalvararak Gök Boğası'yı intikamını almak için vermesini ister. Gök Boğaya sahip olduktan sonraysa Gılgamış ve Enkidu'nun üstüne salar. Gök Boğayı ikili alt eder. İştar ve topladığı kadınlar Gök Boğa'nın cansız bedeninin önünde yakınırlar. Gılgamış ise bu zaferinden sonra kibirlenir. Metinde bu dizeleri okurken yani ''kötü'' kadının ''iyi'' oğlana aşkını beyan etmesi, büyük hediyeler teklif etmesi ve reddedilip sinirinin bozulması gibi şeyler bana çok tanıdık bir hikayeyi hatırlattı; Herr Mannelig. Bu İsveç hikayesinde güçlü hristiyan şövalye olan Herr Mannelig'e bir büyücü bir kadın evlilik teklif etmişti. Bir çok zenginliği kendisiyle evlenirse vereceğini söylemişti. Şövalye ise büyücü kadının şeytanın tohumu olmasından kaynaklı reddeder. Büyücü kadın ise bunu kabul edememiş ve sinir krizleri geçirmeye başlamıştı. Çok farklı coğrafyalarda ve zamanlarda metne aktarılmış bu eserlerde, ilginçtirki, ortak nokta kadınların reddedilmeyi kolayca kabullenememesidir. Bu durumda, tam tersine erkekler nispeten bu süreci kolayca atlatabilir. Bunun belki de bir sebebi kadının bir kez bağlandığı, eşi olarak gördüğü kişiden kolayca bağımlılığını kopartamamasıdır. Büyük anlamlar yüklediği belki de bu destanlarda geçtiği gibi kurtuluşunun sevdiği erkekten geleceğine inanan kadın aksi bir durumu düşünmek istemez.
Gılgamış'ın, Gök Boğa'yı alt ettikten sonra kibirlenmesinden bahsetmiştik. Aslında kendisi zaten hikaye boyunca çoğu kez kibirlenmiştir. Ölümü düşündüğünü görmeyiz. Canını yakacak belalara korku duysa da ölüme karşı özel bir tavrı yoktur. Ölmek onun için bayılmak gibidir. Aslında bu, binlerce yıldır çoğu insanın kapıldığı bir marazdır. Yaşadığı kolay, sorumsuz hayattan dolayı hiç ölmeyeceğini, sonsuza dek hayatının değişmeyeceğine inanır. Bu durumun en güzel aktarımlarından biri, mafya konusuna sahip "Goodfellas (Sıkı Dostlar)" filmidir. Daha çocuk yaşlarında mafyayla ilişkisi başlayan Henry oldukça mutludur. Hayatında elini uzattıktan sonra alamayacağı bir şey yoktur. Uyması kolay mafya kurallarını aşmadığı sürece güvende olacaktır. Ancak mafya içindeki dramaların olabileceğini, aslında sudan sebeplerden dolayı dahi kendisini sözde koruyan kuralların geçerliliğinin olamayacağını öğrendiği anda şoka uğrar: Kendisi aslında bu hayatta olmamalıydı. Ancak bunu fark ettiğinde her şey için çok geçti. Bu hayattan artık kurtulamazdı. Filmin sonlarına doğruysa neye sahipse fazlasıyla kendisinden alındığını, hatta en ufacık toz kondurmadığı kibrinin dahi defalarca kez aşağılayacak bir duruma düştüğünü gözlemleriz. Bu, kibrinden dolayı yaşamın geçiciliğini unutanların ortak sonudur. Hikayemize geri dönecek olursak; Humbaba ve Gök Boğa'nın ölümünden sonra Enkidu tanrılar tarafından ölüme cezalandırılır. Belki de yaban karakterinden dolayı tanrıları umursamaması, en ufacık saygısızlığa felaket yollayan tanrıların gözüne batmıştır. Hastalanarak günden güne güçten düşer, kötü düşler görür ve Gılgamış'ın yanı başında can verir. Enkidu için tüm halkını matem havasına sokar, yüreği acı gözyaşlarıyla doludur. Aklına bir soru gelir: "Ah, ölecek miyim, Enkidu gibi mi olacağım ben de?". Geceleyin düşünde pek ne gördüğü metinlerin eksikliğinden pek anlaşılmasa da ölüm korkusuyla alakalı olduğu söylenebilir. Bu düşünce içindeyken kılıcını ve baltasını kullanarak gördüğü şeyleri paralar. Belki de Gılgamış'ın ölüm korkusuna verdiği savunma refleksi budur; "Ölüm verirsem ölüm benden bir şey alamaz."
Ölüm korkusuna kapılan Gılgamış, ölümsüzlüğe ulaşmak ister. Yola çıkar ve deniz kıyısına, "Siduri" barı diye geçen bir çeşit hana uğrar. Gılgamış, içkicibaşı kadına kendini över ama zaten namı kendisinden önde gidiyordur. Kadın, Gılgamış'ın üzüntülü olduğunu anlar. Gılgamış, en iyi arkadaşının ölümünden sonra büyük acılar çektiğini, hatta ölümden korkmaya başladığını söyler. Kadın, ölümsüz tanrıların insanı yarattığında onlara sınırlı bir ömür verdiğini, bu yüzden bu hayatını ciddiye almayarak tamamen oyun ve eğlenceyle geçirmesini söyler. Peki, insan ölümün farkına varmışken kendini hazlarla tatmin ederek sorunu çözmüş mü olacaktır? Bu mümkün değildir. İnsanın sürekli kendini bir bakıma "uyuşturarak" hazdan haza koştuğu bir hayatta huzur bulamaz. Zira bir gün kendisi dahil tüm sevdiği ve sevdiklerinin yanında olamayacağının farkındadır. Bu farkındalığın bir tanımı olsaydı "cendere" olurdu – kaçınılmaz sona karşı duyulan ağır baskı. Her şey bir gün bitecek, koca bir boşluğa dönüşecekse hayat nasıl anlamlanabilir?
Gılgamış'ın yaşadığı kriz yalnızca bireysel bir travma değildir; kitabın da tabiriyle tüm insanlığın "müşterek yazgısı"dır. İlk insandan beri bu varoluşsal sorgu süregelmiştir. Handaki kadının dediği (modern insana da sirayet etmiş) "anı yaşa" usulüyle yaşamak en kolay ama bir o kadar da çıktısı olmayan bir öğretidir. Çünkü haz, ölümün karşısında sadece oyalanmaya sebep olur. Oysa Gılgamış artık oyalanmak istemez. Ölümden sonra ne kaldığının cevabını arar. Handa biraz ısrarlarından sonra kadın, zamanında ölümsüzlüğe ulaşmış Ut-napiştim'e gidebileceğini söyler. Gılgamış, Ut-napiştim'in yanına gider ve durumunu anlatır. Ut-napiştim ise insanın güzelliğinden, inşa ettiği evlerden, kurduğu sözleşmelerden, düşmanlıklarından bahseder. Ama insan ölümlüdür. Gılgamış da aslında tanrılar kadar güçlü olmak istemişti; belki de her zaferinde ölümsüzlüğü yakaladığını düşünmüştü. Ama kime derdini anlatırsa, ilk verdikleri yanıt şudur: Sen bir insansın, tanrı değilsin. Gılgamış son bir umutla ölümsüzlük otunu arar. Ama otu bulduğunda bir yılana otu kaptırır. Artık Gılgamış'la ölüm arasında kalabilecek bir duvar kalmamıştır. İşte bir insan, doğasıyla karşı karşıyadır. Doğaysa, insanın egosunu tatmin etmez; aksine onu terbiye eder. İnsanın, doğasıyla çatışmayarak ölümü sık sık hatırlaması gerekmektedir. Böylelikle hayat anlamını bulma seferberliğini zihnen ve bedenen gerçekleştirebilir. Hikayemizin devamında, Gılgamış otun çalınmasını hazmedemez; hatta oturup ağlar. Sonunda Uruk şehrine döndüğündeyse aslında aradığı şeyin ölümsüzlük değil, anı bırakmak olduğunu fark eder. Onun adı halen okunuyorsa, şehrinin surları halen ayaktaysa, kahramanlıkları dinleniyorsa belki de gerçek ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Tamamen kendisine ihsan edilmiş nev-i şahsına münhasır bir hayat yaşamak onu tatmin etmiştir.
"Korkunun ecele faydası yoktur!" der bir atasözümüz. Ama Gılgamış'ın macerası bize şunu fısıldar: Ecelin korkuya faydası vardır. Zira insan ölümüyle yüzleştiği vakit, gerçekten yaşamaya başlar. Zanlarına uymayı bırakıp delilleri esas alarak yaşamını sürdürür.
[1] https://www.kutsalkitap.org/ekmek-ve-sarap/
[2] https://apacikradyo.com.tr/botanitopya/bereket-sembolu-pirincin-hikayesi
[3] https://www.hristiyanlik.org/koruyucu-melekler/
[4] https://sorularlaislamiyet.com/her-insan-bir-koruyucu-melegi-vardir-peki-daima-kotuluk-yapan-veya-allaha-inanmayan-insanlarin-da
Yorum Yaz