İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Halka Hizmet Etmek ve Halk İçin Edebiyat
Halkımızın çoğunun okuryazar olması güzel bir durum. Lakin üniversite mezunlarının oranının çok olması durumu varsa halk için yazmak diye bir şey söz konusu olmayabilir. Lakin halkımızın hala büyük bir çoğunluğu ilime, okumaya ve bilgiye değer vermeyebiliyor. Bu durumda onları okumaya teşvik edecek ve halk için de çalışmalar yapacak insanlarımız olmalıdır. Yazdığımız tezlerin ve makalelerin okunmadığından şikayet etmeye diğer türlü bir hakkımız olamaz. Biz zaten baştan okunmamak üzere yazıyoruz. Hangimiz halkımızı düşünerek araştırma yapıyor ve yayınlıyoruz. Bilim dünyamıza katkı sunmanın yanında ilim (avam için) dünyamıza da katkı sunmalıyız. Halkın anlamayacağı bir dilde yazma durumu bugün dünyanın hiçbir yerinde geçerli değildir. Dünyamız ekonomik sorunlar yaşarken hiçbir yerde böylesi bir rahatlık söz konusu olduğunu düşünüyor değilim. O yüzden online siteler ve dergilerde halkımız için de çalışmalarda bulunulmalı ve üretmeye devam edilmelidir. Bu giriş kısmını ben yani ozan dur yazıyor. Bundan sonraki kısımların yazarını bilmiyorum. Veysel Altuntaş Hocanın kitabında gördüm ve Hoca Akif’e ait olabileceğini söylüyor. Bununla birlikte buraya taşıdığım bu yazının bütün görüşleri benim fikrimi yansıtmayabilir. Akif’e ait olduğu da tam olarak net olmadığından bu açıklamayı yapmayı uygun gördüm. Keyifli okumalar.
Sivastopol mağlûbiyetinin ertesi gün, Rusya’da büyük bir faâliyet-i teceddüd-perverâne hüküm-fermâdır (yenilenme faaliyeti hüküm sürüyordu). Otuz senedir, memleketi demir yumruğu altında ezip tutan Çar Nikola, muhârebe esnâsında ölmüş, yerine hürriyet ve ıslâhât tarafdarı sayılan oğlu Aleksander geçmişti. Nikola idaresinin örtüp tuttuğu pek çok sû’-i isti’mâlâtı, mağlûbiyet açmış, meydana dökmüştü. Islâhât devrelerinde iş adamları fiilen uğraşıp dururken, ehl-i kalem muttasıl yazı ile meşgūl olurlar: Matbûât artar, kesb-i ehemmiyyet eder ve çok neşr olunur. Yazıcıların piyasası yükselir. Ruslarda da böyle olmuştu. Rusların en meşhur muharrirlerinden Lev Tolstoy, İkrâr-i Zünûb (itiraflarım) adlı risâlesinde, o devri şöyle anlatıyor: “Hepimiz kāni’ idik (inanıyorduk) ki bize söylemek, dâima söylemek, mümkün olduğu kadar çok, mümkün olduğu kadar acele yazmak, bastırmak lâzımdır ve bunların hepsi beşeriyetin hayrı için lâzımdır. Ve binlercelerimiz birbirimizle kavga ederek, birbirimizi yalancı çıkararak, diğer kimselere öğretmek için, hiç durmadan yazıyorduk, bastırıyorduk. Ve hiçbir şeyi bilmediğimizin, hayır nedir şer nedir diye hayatın koyduğu en sâde bir suâlin cevabını bile bilemediğimizin farkına varmayarak ve birbirimizi asla dinlemeyerek, yalnız arada sırada bana da müsâmaha etsinler, beni de medh etsinler diye müsâmahakârlık ve meddâhlık ederek, bazen ise bilakis karşımızdakileri kızdırarak, tıpkı tımarhânedeki deliler gibi, hepimiz birden bağırıp çağırıyorduk.
“Binlerce işçiler, bütün kuvvetlerini sarf ederek, geceyi gündüze katarak, vira çalışıyorlar, milyonlarca kelimeleri diziyorlar, basıyorlardı; posta bu basılmış kağıtları Rusya’nın her tarafına dağıtıyordu; biz daha ziyâde öğretmeye çalışıyorduk; fakat bütün bildiklerimizi herkese bir türlü öğretip bitiremiyorduk ve bunun üzerine bizi az dinliyorlar diye de kızıyorduk.
“Bu pek garîbdi, lâkin şimdi anlıyorum. Bizim hakīkī ve samimî maksadımız ancak mümkün olduğu kadar çok para ve alkış kazanmaktı. Bu maksada erişebilmek için kitap ve cerîde (gazete) yazmaktan başka bir iş bilmiyorduk. Ve binâenaleyh bunu yapıyorduk. Lâkin bu derece fâidesiz bir iş işlediğimiz halde, gāyet ehemmiyetli adamlar olduğumuza, emniyet hâsıl etmekliğimiz için, faâliyetimizi haklı gösterecek muhâkemâta (akıl yürütme) muhtaçtık. Ve işte bunun için, şöyle bir şey uydurmuştuk: Ne ki mevcûddur, ma’kūldür mevcûd olan her şey tekemmül (gelişme, olgunlaşma) eder. Ve her şeyin tekemmülü maârif (eğitim) vâsıtasıyla olur. Maârif ise kitapların, gazetelerin intişârıyla (yayınlanmasıyla) ölçülür. Bize para veriyorlar, bize hürmet ediyorlar, çünkü biz o kitapları, o cerîdeleri yazıyoruz. Ve binâenaleyh biz en fâideli ve en iyi adamlarız.”
Biz de şimdi bir devr-i ıslâhât geçiriyoruz. Biz de muttasıl söylüyor, yazıyor, kavga ediyor, alkışlaşıyoruz. Lâkin söylediklerimizden, yazdıklarımızdan kime ne fâide oluyor?
Ben, hayır ve şer nedir mes’elesiyle uğraşacak kadar yükseklerden uçamam; Tolstoy’un en sâde bir suâl dediği bu mes’ele, yanılmıyorsam, mesâil-i ahlâkıyyenin temelidir; dinlerin, felsefelerin en büyük meşgalesi bunun hallidir: Şâri’ler (hüküm koyanlar) emr ü nehy ile hayr u şerri ta’yîn eder, hükemâ [7] uzun uzadıya muhâkeme yürüterek hayır ve şerri ta’rîfe çalışır.
Hayır ve şerden bahse iktidâr ve cesâretim olmadığından, maârif ve terakkiyi (ilerlemeyi) inkâra da kalkışamam. Bununla beraber, bana –belki sırf kendimi avutmak için– Tolstoy ifrâta (aşırılığa) kaçıyor, mübâlağa ediyor (abartmak) gibi gelir. Böyle gelir ama, onun şiddetli tenkīdlerine (eleştirilerine) karşı, vicdânıma tamamen itmi’- nân-bahş olacak cevaplar da bulup koyamam. İkrâr-ı Zünûb’u (itiraflarım) okudukça sükûn ve istirâhat-i kalbim bozulur, çok muazzeb (üzüntü) olurum: Hakīkaten biz, söz ve yazı ile geçinenler, acaba sırf para ve şöhret için, çalışmıyor muyuz? Kendimizin de iyice bilemediğimiz bir sürü mesâil (meseleler) üzerine, bitmez tükenmez laflar ederek, elâlemin beynini karıştırmıyor muyuz, vicdânlarının safvet-i asliyyelerini (kendi saflıklarını/temizliklerini) bozmuyor muyuz?.. derim.
Şimdi İstanbul’da yazılan, basılan, okunan evrâk-ı matbûa, göz önüme geldikçe bu sıkıntım daha ziyâde artıyor. Kitap pazarında nelerimiz var? Sherlock Holmes’ler, Güzel Dost’lar, Karagöz’ler, Geveze’ler… Sonra daha ciddîleri: İkdâm’lar, Sabah’lar, Tanin’ler, İspirtizma’lar, Servet-i Fünûn’lar, Şehbâl’ler… Daha sonra kitaplar: Tarih kitapları, türlü nâm ve ünvânlı çıkmış Fransızca’dan tercüme tarih kitapları
Haydi, farz edelim ki bunların muhteviyâtı (içerikleri) kâmilen iyi ve fâideli şeyler olsun, bu gazete ve kitaplar sırf hayra hâdim olsunlar. Lâkin bunları kim okuyor, kim o hayrı öğrenip fâide ediyor? Osmanlı Türklerinin mecmûuna (hepsine) nisbetle ekalli kalîl (pek az) olan bir avuç İstanbul okumuşları değil mi?
Anadolu ve Rumeli köylerinde kasabalarında okur-yazar hocalar, dayılar, amcalar, niçin ne İkdâm ve Tanin’e, ne de Târîh-i Medeniyyet ile Güzel Dost’a atf-ı nigâh-ı iltifât (bakmazlar) etmezler? Eğer vekāyi’-i âlemi (dünyanın vakaları/olayları) öğrenmek ve bâ-husûs (özellikle)kendi vatanına müteallık (ilgili) şuûndan (işler) haberdâr olmak, muktezâ-yı tabîat ve hamiyet ise bu aldırmamazlık, bu duygusuzluk nedir? Nedendir? Eğer insanlarda hakâyık-ı hayâtın (hayatın hakikatleri) acılıklarını unutmak için, şiir ve hayâlin kucağına sığınmak bir hâl-i fıtrî ise, bizim hemşehrîlerimizin o şâirâne nazım ve nesirlerimizi okumamalarına ne sebep gösterilebilir?
Anadolu ve Rumeli hiç okumuyor, desek doğru olmaz; okuyor. Fakat bizim asla bilmediğimiz, bilmek de istemediğimiz duygusuna, ihtiyacına uygun şeyleri okuyor; bulamazsa dinliyor: Yolcular, misafirler, softalar, dervişler Anadolu ve Rumeli köylerimizin seyyâr gazeteleridir.
Biz, milletten, milletin nef’ine çalışmaktan, milleti maârifle ilerletmekten, bir düziye bahsedip duruyoruz. Gürültülerle i’lân ettiğimiz bu maksad-ı âlîye hâdim (yüksek hedefe hizmetçi), şimdi değin, ne yazdık ve ne yazıyoruz? –Yine, işte fennî ve ilmî kitaplarımız: Ganon’un Fizik’ini, Seignobos’un Tarih’ini, Le Bon’un Sosyoloji’sini tercüme ettik mi, diyorsunuz? İşte sırf ilmî ve ilmin son tecelliyâtıyla müzeyyen Mecmûa-i İktisâdiyye ve İctimâiyye’miz mi diyorsunuz?..
Yok efendim, yok! Bunları okuyabilecek Türkler, aslından yani Fransızcalarından da okuyabilen adamlardır. Milletin on binde, dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzu bunları okumuyor okursa da bir şey anlamıyor. Bu kitaplarınız, bu cerîde ve mecmûalarınız, mektep çocuklarının sınıfta kendileri için pelte ile basıp dağıttıkları gazete ve kitaplardan farklı değildir: Servet-i Fünûn’un –dediklerine göre– yedi sekiz yüz müşterisi varmış; Şehbâl ile Mecmûa-i İktisâdiyye ve İctimâiyye’ninki, hiç ummam ki iki yüzden fazla olsun. Sekiz on milyonluk Türk millet-i necîbesinin (necibe-soylu, şerefli) ancak sekiz yüzünü okutarak mı, ona sâye-i müsâvâtta (eşitlik gölgesinde) kat’-ı merâhil-i terakkī (ilerleme aşamalarını kat etmek) ettireceğiz?!
Müsâvât (eşitlilk)!.. Lâkin, a azîzler, müsâvâtı yalnız kapı ve bacaya, para ve akçeye yazmakla ne çıkar? Müsâvâtın vücûdu için, her şeyden evvel, halkın ilim ve idrâkçe, servet ve refâhça müsâvâtını azıcık te’mîn edebilecek vesâit (vasıtalar, araçlar) hazırlanmalıdır.
Evet, diyorsunuz, lâkin bizde de hükûmet neşr-i maârife çalışmıyor mu? Muhterem bir Cem’iyet’in en büyük faâliyeti bu mülkte tenvîr-i ezhân ve efkâra (fikirleri ve zihinleri aydınlatmak) ma’tûf (atfedilmiş, yöneltilmiş) değil mi? Doğru: Hükûmet de Cem’iyet de buna çalışıyorlar; Allah sa’ylerini meşkûr etsin! Lâkin bahsimiz o muydu ya? Biz hükûmet ve Cem’iyet’i kendi hallerine bırakalım da kendimize, efrâda, muharrirlere bakalım: Ahâlinin ekseriyet-i azîmesi (çoğunluğu), Rumeli ve Anadolu’nun şehir, kasaba ve köylerindeki ağası, esnâfı, rençberi, işçisi için ne yazdık, ne yazıyoruz?
Haydi Almanya, İngiltere gibi pek mütemeddin (medeni), pek müterakki (ilerlemiş) memleketleri misâl olarak almayalım; çünkü sonra oralarda herkes okur yazar olduğundan avâm için te’lîf-i eser kābildir diye i’tirâz eden bulunur. Ama Rusya hakkında böyle denemez ya: Rusların yüzde yetmişi okuyup yazmak bilmez. İşte böyle kara câhil Rusya’da, daha istibdâd varken, halkını, milletini seven, memleketinin terakkīsi maârifle olacağına inanan ve bu terakkīyi hayır sanan birçok adamlar, halk için, avâm için yazar dururlardı. Bu zâtlar, hukūk-ı şahsiyye (bireysel hukuk), vergi, idâre-yi beytiyye (ev idaresi), idâre-yi mülk, ziraat, hayvan ve kuş beslemek, hıfz-ı sıhhat, sigorta, emniyet sandıkları, ziraat sandıkları, teâvün (yardımlaşma) cem’iyetleri, kooperatifler gibi ekseriyet-i ahâlinin doğrudan doğruya alâkadâr oldukları mevzûlar üzerine, onların tamamen anlayacakları bir dil ile, yanı başlarında olup geçen vekāyi’ ve ahvâli misâl getirerek, küçük küçük risâleler, popüler kitap ve cerîdesi yazar ve dağıtırlardı. Bu evrâk-ı matbûa gāyet ucuz, beş on paraya satılırdı. Birtakım ehl-i kalb ü kalem yalnız yazı yazmakla iktifâ etmez (yetinmez), köylülerin, amelelerin arasına girer, onların hayatıyla yaşar, onların işiyle meşgūl olur, ta’bîr-i ma’rûfla “halka gider” ve bu sûretle neşr-i ilm u fikr ederek, avâmın seviyye-i idrâk ve irfânını yükseltmeye çalışırdı.
[8] Altmış yetmiş sene böyle fedâkârâne çalışıldıktan sonradır ki son Rus İnkılâbı oldu; ve derhal, üç beş gün içinde, gûyâ bir kuvve-i sâhirâne (büyüleyici kuvvet) ile, bütün Rusya’nın kitap piyasası avâm için yazılmış, milyonlarca kütüb (kitaplar) ve resâil (mektuplar) ile doldu. Bunların çoğu avâma hakkını, vezâifini (vazifelerini), meşrûtiyet ne demek olduğunu, ondan nasıl istifâde edilebileceğini, anladığı dil ve gördüğü şeylerle öğretiyordu. Şimdi, Rusya meydân-ı [merdân-ı] umurunun (iş adamları), ilcâ-yı menfaatle, meşrûtiyete asla merbut olmadıkları (bağlı olmadıkları) ve ellerinden gelse bugün yarın meşrûtiyet-i idâreyi devirip, yerine eski müstakil ve gayr-ı mahdûd (sınırsız) şekl-i hükûmeti (hükümet şeklini) oturtacakları muhakkak bulunduğu halde, buna cesâret edemeyişleri mahzâ bu hazırlık neticesidir. Rus köylüsünün bir kısmı meşrûtiyet ve hürriyetin, hatta noksanlı bir müsâvâtın, kendisinin sabahtan akşama kadar hayvan gibi çalıştığı halde açtan gebermemesine biraz yardım edebileceğini ve bir de Petersburg ve Moskova saray ve konaklarında fâsılasız (arasız) ve nihâyetsiz bir hayât-ı zevk u sefâhet geçiren, senenin üç dört ayında, fayton ve otomobiliyle, haftasına beş altı saat kapıya gidip gelen ve işte bu hidemât-ı mühimmesine mukābil yüz binlerce ruble kazanan kont ve prensleri azıcık olsun düşündüreceğini artık anlıyor.
Lâkin, bugün, Anadolu ve Rumeli köylüsü meşrûtiyet, hürriyet ve müsâvât denildiğiyle ne anlıyor, ne duyuyor? Ve şimdiye kadar onlara bunu cidden anlatmak isteyen, anlatmaya çalışan oldu mu? Öyle aralarına gidip, rençberlik, maden ameleliği ederek demiyorum; İstanbul’un rutubetli ve nâzik havasında yetişen nârîn suçiçeği ehl-i irfânımız öyle meşâkka tahammül edemez. – Ancak ekseriyet-i azîme-i milleti hesaba alarak, göz önünde tutarak, yazı yazanlarımız oldu mu? diyorum. Buna cevap vermek için kitapçı câmekânlarına dizilmiş allı güllü cildlerimiz kâfi değilse, Ahmed Şerîf Bey’in Anadolu’da ve Arnavudluk’ta Tanin’lerini okuyunuz.
Hâsılı, i’tirâf edelim: İstanbul muharrirliği, gazeteciliği, kitapçılığı, Osmanlı Türklerinin binde birine bile fâide dokundurmuyor; köylünün, işçinin, esnâfın maîşetine, hayatına, ahlâkına hâdim, duygusuna mûnis, terbiye-yi rûhiyye ve fikriyyesine yararlı eser doğuramıyoruz; âsârımız küçük, gāyetle küçük bir dâire-i kāriîn (okuyucusu çevresi) ile mahsûrdur; tarih, hukūk ve siyâsete dâir yazılarımızdan millet; milletin ekseriyet-i azîmesi habersiz kalıyor; hürriyet, müsâvât, adâlet milletin kulağına ma’nâsız bir ses gibi geliyor; millet meşrûtiyetle teyemmüm ediyor…
Bu halde?.. Bu halde, acaba Tolstoy hiç olmazsa bizim hakkımızda tamamen haklı değil mi? Acaba muttasıl söyleyen, yazan, kavga eden, çırpınan, didinen, bağırıp çağıran bizim yazıcılarımız ancak para, ancak alkış için çalışmıyorlar mı?..
Lâedrî
Veysel Altuntaş Hoca bu yazının Mehmet Akif Ersoy’a ait olabileceğini iddia ediyor.
Ozan Dur
Yorum Yaz