MEHMET AKİF ERSOY'A GÖRE EDEBİYAT

EDEBİYAT

Mehmet Akif Ersoy'un Edebiyat Anlayışı

Mehmet Akif Ersoy’a Göre Edebiyat

Edebiyâtı nasıl telâkkī ettiğimizi, nasıl bir meslek tutmak istediğimizi şimdiye kadar çıkan yazılarımız elbette göstermiştir. Şiir için, edebiyât için “süs”, “çerez” diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas (elbise) hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyât bize hiç söylemez.

Hele “San’at san’at içindir. San’atta gâyet yine san’attır. Edebiyâtta edebiyâttan başka bir gâye aramak san’atı takyîd etmektir (kısıtlamak). ” gibi yüksek nazariyeler bizim idrâkimizin pek fevkindedir (üstündedir). Zaten bu türlü nazariyeler ahlâksızlığa felsefe şekli veren; edebiyât namına milletin nâmûsuna, hayatına, mevcûdiyetine yürüyen bir takım hazelenin (kalleş) eser diye ortaya koydukları bahnamelere (açık saçık)[1] revac verilmek için ileri sürülüyor.

Bir de biz edebiyâtın vatanı olduğuna iman edenlerdeniz. O sebepten hiçbir milletin edebiyâtını memleketimize mâl etmek istemeyiz.

Şarklılar her şeyde olduğu gibi edebiyâtta pek geri; garplılar her şeyde olduğu gibi edebiyâtta pek ileri. Biz onların edebiyâtından yalnız san’at cihetiyle istifâde etmek isteyeceğiz. Yoksa ecnebî (yabancı) emtiasını (malını) yerli metâı yerine satmayacağız. Simsarlığın bu türlüsü dolandırıcılık olduktan başka kendi hissiyatımızın, kendi efkârımızın elhâsıl kendi hayatımızın kıyâmete kadar işlenmeyerek ham eşya sırasında kalmasına sebep olur ki hem ayıp hem günahtır. Petrolün [10] nasıl çıkarıldığını, nasıl tasfiye edildiğini öğrenen Osmanlı Erzurum’daki, Irak’taki madenlerimizi işletmeye çalışmalıdır. Yoksa Amerika’dan, Rusya’dan Romanya’dan teneke teneke gaz taşıyacak sonra da yerli mahsûlü diye bizi kandıracak olursa biz onun madenciliğinden bir şey anlamayız!

Darılmasınlar, gücenmesinler ama sanatkârız diye meydana atılan birçoklarını biz âdî birer simsar bulduk! Âdî kaydını da ilâve ediyoruz; çünkü eklerini (adilik)[2] belli etmeyecek kadar mahâret gösteremiyorlar.

Sebîlürreşâd’da görülecek eserler kaba olacak, saba olacak lâkin yerli malı olacak, hiçbir tarafında başka memleket mahsûlü olduğunu gösterir damgası bulunmayacak. Bir de az çok bir ifâde te’mîn edecek. Şayed ahlâkî, içtimaî hiçbir fâide te’mîn etmezse zararı bâri olmayacaktır ki bir nazara göre bu da fâide demektir.

Yazılarımız en nâmuslu âileler arasında okunabilmek üzere yazılıyor. Zaten bizim ictihâdımıza göre edepsizlik başladığı noktada edebiyât biter.

Elverişli bulduğumuz her mevzuu yazacağız. Hele ictimaî derdlerimizi dökmekten, yaralarımızı açıp göstermekten hiç çekinmeyeceğiz. Bundan maksadımız bir takım zavallıların zannettiği yahut zannettirdiği gibi milleti ele, düşmana karşı maskara etmek değildir. Merâmımız kendimizi değil maskaralıklarımızı maskara etmektir. Ta ki ülfet neticesi olarak, her gün yapmaktan hiç sıkılmadığımız hiç azab duymadığımız bir sürü fenalıkları yavaş yavaş bırakalım da elbirliği ile insanlığa doğru bir adım atalım.

Görülüyor ki biz edebiyâttan pek çok şeyler bekliyoruz. Evet, memleketin aklı başında olan evlâdı bize yan bakmaz da yardım edecek olursa neden Osmanlıların millî, hakīkī, insanî bir edebiyâtı vücuda gelmesin?

Yazılarımızın gerek mevzuunda, gerek üslûbunda her şeyden evvel bütün Osmanlıları düşüneceğiz; yani mümkün olduğu kadar halka söyleyecek eserler meydana getireceğiz. Yoksa havas için yazı yazmaya yeltenecek derecede sersem değiliz! Zaten altı yüz bu kadar seneden beri yalnız havassı (seçkinler) düşüne düşüne avam olmuş gitmişiz!

Sâde yazmak bizim için asıldır. Ne zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek, mutlaka muztar kalmışızdır. Yalnız sâdelikte “cennet”i beğenmeyip “uçmak”, “cehennem”i bırakıp “tamu” diyecek kadar ileri gidecek değiliz

Hele dilimizin şivesini –ister Napolyon çizmesi çekmiş, ister İngiliz çorabı giymiş olsun– hiçbir ecnebî ayağına çiğnetmeyeceğiz. Bu hususta ne kadar taassub, ne kadar muhafazakârlık kābilse göstereceğiz. Evet, eskiler gibi Arapça, Acemce düşünülüp yahud yeniler gibi Fransızca, Almanca tertip eyleyip Türkçeye ondan sonra naklolunan yazılara karşı gücümüz yettiği kadar hücum edeceğiz. Zira şu hakīkate iyice inanmışız ki: Dilsiz millet gibi şîvesiz dil de yaşamaz; her memleket nasıl kendi tabiî hududu dâhilinde ilerlerse, her dil de kendi fıtrî şîvesi dâiresinde terakkī eder (ilerler).

Lisânın şîvesine uymayan eserler mahdûd (sınırlı) bir kısım halk arasında bir müddet yaşar; lâkin sonra da ölür gider.

Mehmet Akif Ersoy

Ozan Dur

 

[1] Taklitçiliği de yapamıyoruz – Veysel Altuntaş

[2] Taklitçiliği de yapamıyoruz - Veysel Altuntaş

Ozan Dur
Ozan Dur

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi'nden mezun Filistin ve İran Araştırmaları- yazar [email protected] Poliglot (8), dillere dair Çalışma Alanım Ortadoğu ve Diller

Yorum Yaz