FORM-PENSEE

TOPLUM VE GÜNDEM FELSEFE

Platon aşkınlık felsefesi gereği gerçekli(k)in özü idealar dünyasındadır. Bu dünyada sadece gerçekliğin yansımaları bulunmaktadır. Aristoteles hocasının form ya da idea kavramlarını aynen benimsemiş ve eserlerinde sıklıkla kullanmıştır. Ama onlara yüklediği anlam hocasının yüklediği anlamdan farklıdır. Onun felsefesi aşkınlık değil içkinlik felsefesidir. Platon tümdengelimci ise Aristoteles tümevarım anlayışa sahiptir ve Rafael’in ‘Atina Okulu’ isimli eserinde Platon eli ile gökyüzünü işaret ederken, Aristoteles yeryüzüne işaret etmektedir. Aristoteles formu ya da ideayı asla fenomenal olandan ayrı düşünmemiş, onun görünür madde ve nesnelerde içkin olduğunu, görünende dışa vurduğunu ve onlara biçimlerini kazandırdığını savunmuştur. Aristoteles de tıpkı hocası gibi gerçekliği forma, öze ya da ideaya yüklüyordu. Ama ona göre bu öz, fenomen olanın içinde gelişen bir özdü. Yani idea, görünür nesnelerden ayrı bir gerçeklik değil, bilakis görünür şeylerin içinde kendisini gerçekleştiren form ya da özdü. Böylece göz ile görünebilen formdaki nesneler formun ya da özün gerçekleşmelerinden ibaretti. Burada Aristoteles tarafından gerçekliğin içkin bir felsefe ile gözle görünen nesnelerin formuna yüklenmesinden bir basamak daha ileri gidilerek tabiri caizse form, fenomen olanın haricinde de aranmaya çalışılacaktır.

Düşünceler, kültürün muhtelif taşıyıcı unsurları şeklinde kimi zaman nesnelere kimi zaman da şifahi kalıpta menkıbelere, hikâyelere ve musikiye sirayet eder. Her fikir ve düşünce, kaynağı olan zihinden ayrılıp uygulanabilirliği (fizibilite) ölçüsünde ulaştığı türün formunu almaktadır. (mental process) Buna göre; Platon’dan beri işlenerek gelen manevi öğretilere göre düşüncenin şekil almış yani form tutmuş haline form panse (forme-pense) denir. Fransızca forme "biçim, şekil, görünüm" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük Latince, forma "1. kalıp, forma, 2. biçim" sözcüğünden evrilmiştir. Form-pensee kavramına zihinde olgunlaşmış düşünce ve fikrin günlük hayatın birçok alanına uygulanabilirliğine gerek duyular gerek hislerle dışa vurumu ve tezahürü de denebilir. Daha doğrusu sadece kavramlar düzeyinde ve soyut/sezgisel olarak zihin askısında duran düşüncenin bir sıvı madde misali kaba girme halidir. Bu sayede düşünce kabına girdiği türün formunda kendini bulmaktadır. Bazen Mimar Sinan’ın nazarından Selimiye ya da Süleymaniye (mimari), bazen Yahya Kemal’in dizelerinde kendini bulmakta (edebi form), bazen de devlet aklı olarak Nizamül Mülk ve Sokullu’nun pratik siyasî uygulamalarında (politik form) kendini bulmaktadır. Mezkûr muhtelif eserler ‘yokluk üzerine tekerleklenmiş’ unsurlar değil ve salt fantezik bir oluşum olarak ele alınmamalıdır. Her biri geçmişin tozlu sayfalarından hikmet, irfan ve tecrübenin tazyiki ile sıyrılmış, ‘tarih denilen tamahkâr tüccarı’ aşarak Gelenek çatısı altında birleşmişlerdir. Her biri hikmet ve irfan çizgisinin koyduğu sınırlar çerçevesinde ‘yorumlanarak’ (Hermeneutik) ve ‘tazelenerek’ bir sonraki nesle tevarüs ettirilmiştir. Dolayısıyla Medeniyet kubbesi altında birbirine organik bağlarla perçinlenmiş olan taşıyıcı kültür unsurları aynı kubbeyi ayakta dimdik tutmaya vasıl olmuştur. Yani gerek mimarî, gerek sanat, gerekse edebî alanlarda form tutmuş eserler düşüncenin formel taşıyıcısı olduklarını ortaya koymuşlardır. Özetle eserlerin siretlerindeki; düşünsel arka plânı (numenal yeti) görmezden gelmek, incelemeye konu olan nesne ile bütünün bilgisine ulaşmaya engel olmaktadır.

Nasıl bir yapının ayakta durabilmesi için kolonlara ihtiyaç varsa edebî türlerin de kolon nevinden destekleyici unsurlara ihtiyacı vardır. Örneğin; şiiri sadece romantik bir yazım konusu olarak ele almak, ona kokmaz bulaşmaz bir elbise biçmekle eş değerdir. Aksine şiir yazmak bir manifestodur ve onu dimdik dört başı mamur kılan sac ayakları vardır. Hem plastik sanatlar olsun hem de şifahi türden edebi eserler belli bir düşüncenin kendi aksında tezahür bulmuş halidir.

İnsanoğlu doğasından ve fıtratından kaynaklı dünyevî yaşamı boyunca yetilerinin tekâmülünü istemektedir. Tabiri caizse kendi ‘Modüs Operandi’ sinde kemâli yoklamaktadır. Kimisi hazların tutkuların kemâlini, kimisi erdem, hikmet, irfan, bilgelik açısından kemâli yoklamayı istemektedir. Kimi ilham yoluyla sanatını icra ederken kimi epistemolojik açıdan entelektüel bir kaygı içerisindedir. Her bir birey yatkın olduğu yeteneği bir işe, zanaata ve sanata meyli doğrultusunda bu yolu yürümekte ve heybesini doldurmaktadır. Madalyonun diğer yüzünden nazar edildiğinde ise bu yapılan avazı yükseltmektir. İz bırakma işidir. Bam telini titretmektir…

Yüksek bir mimar avazı yükseltmeyi taşı konuşturarak; taşa form ve şekil vererek yapar. Kelâmbaz olan şairler ise kelimeleri kimi zaman asıl anlamından çıkarmak suretiyle sigaya çekerek vezin yardımı ile duygulara sembol ve mazmunlarla şekil vermektedir. Aynı zamanda şiirde tansiyonun yükseldiği yer: ‘Vuruş değil de vuruluş’ kabilinden olsa gerek… Bu türde forma gelen düşüncenin önemli özellikleri muhayyel olma, ilham ve ihtiva ettiği düşüncenin mahiyetine göre şairin karnındaki söylenmemiş sözünün semboller, metaforlar ve mazmunlar kabında taşınmasıdır.

Şiirin yanı sıra diğer nesir türleri ele alındığında, roman formunun yeni ve Batı’da ortaya çıkan bir tür olduğunu unutmamak gerek. Batı’da felsefî geleneğin geldiği noktayı uygun bir kaba alarak halkın ağzına uygun bir kaşıkla vermek iktiza ettiğinden doğdu Roman formu. Düşünce, göçer toplumların hayatı kulak ile kavraması hasebiyle kültürün taşıyıcı unsuru olan şifahî türlerin formuna da girmektedir. Lafzî olana kendi üslubunca manâ vermektedir. Bizde daha önceki yıllarda karşılığını atalar kültünün, gelenek-görenek; toplumun geçmişten bugüne damıtılmış yapıp etmelerin halka şifahen; destan formuna bürünmüş hikâye veya menkıbe tarzı edebî türler yolu ile kuşaktan kuşağa aktartılma gayesi ile tabiri caizse bir bayrak koşusu misali; eskiden değerli olanı aktarmak maksadı ile mezkûr türler doğdu. Aynı zamanda gelenek-görenek halk seviyesinde olduğu için ortalama düzeyi temsil etmektedir. Yani vasatı. Burada vasattan ya da ortalamadan kastedilen toplumsal olanın biraz daha hantal olduğu ve ancak imge düzeyinde olabileceğidir. Aksi halde ıstılahî olan değerleri halka kavramsal bir çerçevede sunmak meseleyi havada bırakacaktır. Aynı zamanda kavramların ayakları yere basmadığı için pratik olanın sürtünme kuvvetinden azade olacağından yine prati(k)e nispetle geride kalacaktır.

Mimari alanına nazar edildiğinde, kemâle giden yolda bir dünya görüşü olarak felsefeden dış dünyaya forma bürüme hali ile manâ, name, ahenk ve estetik hareketi olmakla birlikte kimi zaman da daha çok keskin hatlara sahip Katolik kiliselerinde olduğu gibi Vatikan’ın demir yumruğunun kudretini ve otorite akışını görmek mümkündür. Selâtin camilerde kubbe ve minare formuna bürünen düşüncenin avazı musikide ise üst perdeyi temsil etmekte, tansiyonun yükseldiği nabzın arttığı kalp atışlarının hızlandığı bir noktaya tekabül etmektedir. Aynı zaman Savaş Barkçin’in de ifadesiyle musikide her makamın ayrı bir dili vardır. Acemâşîran makamı yaşam coşkusunu ifade ederken Kürdîlihicâzkâr yakıcı hüznü temsil etmekte, Muhayyer ayrılık feryadını simgelerken Dügâh derdin içindeki dermanı ifade etmektedir. Her makam kendi harmonisinde insanı sevk ettiği ruhsal durumun formuna işaret etmektedir. Bir diğer açıdan kilise korosu incelendiğinde; insanoğlunun İsevî makamından gönül titreyişleri, Vatikanın Nemrudî makamından salınan korkunun altında ezilmektedir.

Yukarıda şiir yazmak bir manifestodur, ifadesine yer verilmişken…

Kimlik Kartı

Kaydet!

Arap’ım

Kartımın numarası

Elli bin

Sekiz çocuğum var

Dokuzuncusu da yolda, yaz sonunda burada!

Kızıyor musun?

Kaydet!

Arap’ım,

Taş ocağında çalışıyorum, emekçi yoldaşlarımla

Sekiz çocuğum var.

Giysilerini, defterlerini taştan çıkarıyorum, ekmeklerini!

Sadaka bekleyecek değilim kapında

Konağının önünde küçülecek değilim

Kızıyor musun?

Kaydet!

Arap’ım

Adım var, yalnız yoktur lakabım

Bu diyarda, öfke kazanında yaşayan

En sabırlı insanım

Uzanmıştır köklerim

Zamanın doğuşundan daha eskiye

Yılların bilinmesinden daha eskiye

Karasaban süren bir ailedendir babam

Soylu efendilerden değil!

Ve dedem bir çiftçiydi, ne nesebi belliydi ne şeceresi

Kendiliğin yüceliğini öğretirdi bana

Kitap okumadan önce!

Arap’ım!

Kaydet!

Arap’ım!

Saçlar: Kömür karası

Gözler: Kahverengi

Başımda kefiyemin üstünde bir ıkal;

Ayırıcı niteliklerim.

Ayaklarım sert mi sert kaya gibi

Tırmalar ona değeni

Adresim: Unutulmuş bir köydenim, silahsız

Sokakları adsız

Taş ocağındadır, tarladadır tüm erkekleri

Kızıyor musun?

Kaydet!

Arap’ım!

Sen yağmaladın bağlarını atalarımın

Çocuklarımla sürdüğüm toprağı sen yağmaladın.

Bana ve torunlarıma hiçbir şey bırakmadın

Şu kayalıklardan başka!

Ve diyorlar ki hükümetiniz

Bunları da alacakmış, öyle mi?!

Öyleyse!

Kaydet birinci sayfanın en başına!

Nefret etmem insanlardan

Hiç kimseye saldırmam

Ama aç kalınca

Yerim etini toprağımı gasp edenin, yerim!

Kolla kendini, kork benim açlığımdan!

Kork benim öfkemden!

Arap’ım ben!

Yukarıda örneği verilen Mahmud Derviş ve şiirinin seçilmesinde Filistin’in halâ kanayan bir yara olması son zamanlarda olayların üzücü bir hal almasının yanı sıra hem politik hem toplumsal hem de sanatsal düzlemde haykırışların henüz bir sonuç vermemesi etkili olmuştur. Mahmud Derviş bu davanın kalem akıncısıdır. Onu ve şiirlerini edebiyatın pastoral kanadına hapsetmek; romantik bir söylevin konusu haline getirmek ona yapılacak en büyük haksızlık olacaktır. Onun şiir yoluyla kimi zaman kâğıtta kimi zaman dilde vuku’ bulan haykırışlarını görmezden gelmekle eş değer olacaktır. Halbuki ‘Kimlik Kartı’, Derviş’in manifestosu ve çığlığıdır. Mahmud Derviş ve şiirlerini Filistin direniş hareketinden bağımsız görmek nasıl abesle iştigal ise, yine aynı toprakların haykırışı, dört kuşaktır ud yapımı ile ilgilenen bir aileden gelen Le Trio Joubran grubunun ud yardımı ile tellerdeki tınıların forma bürünmüş çığlıklarını aynı davadan ayrı görmek abesle iştigaldir. Mahmud Derviş’in şiirle yaptığını Cibran kardeşler musiki ile yapmaktadır.

Buna istinaden Le trio Joubran barışın sesi olduklarını ifade etmişlerdi. Onların sadece musiki düzleminde; yaşadıkları toprakların genlerini taşıyan fikir ve düşünceden azade yönünü ele almak, onların her yerde kabul görüyor olmasını sağlayacaktır. Çünkü o zaman Ud’dan süzülen nağmeler ve tınılar ölü sesler olmaktan öteye geçemeyecektir. Ki… Ölü olanın bir iddiası yoktur… Dolayısıyla onların derdini ve müziklerine konu olan meselelerini satıhta bırakacaktır. Halbuki uluslararası arenada bunu dillendirdiklerinde aynı oranda takipçi, destekçi ve anlayış bulamama ihtimalleri daha yüksektir. Aslında onların gönüllerindeki hüzün ve akıllarındaki öfke yine onlar için meselenin aktarım yolu olan yani kabı olan ud da karşılığını bulmaktadır. Samir Joubran, enstrümanlarıyla dünyanın her yerinde konser verdiklerine işaret ederek, şunları söyler: "

Bu sahnede farklı kültürler, farklı makamlar ve farklı duygular arasında doğaçlama yapmaktan mutluyuz. Umarız bir gün hep birlikte Kudüs'te bir araya geliriz. Şartlar ne olursa olsun, bir mağdur dahi kalmayıncaya dek, biz şarkı söylemeye, ümitlerimizi sürdürmeye ve davamıza devam edeceğiz. Niyetimiz ne kahraman olmak, ne kurban olmak, biz sadece normal bir insan gibi insan olmak istiyoruz."

Her varlık sebebini içinde taşır. Dolayısıyla her form içerisinde taşıdığı ereğe/amaca göre düzenlenerek varlık kazanmış olur. Burada varlığın form kazanmış halini yukarıda bahsedildiği üzere, mimarî, edebiyat ve musikide görmek mümkündür.

MÜCAHİT BAYRAM IŞIK

Mücahit Bayram IŞIK
Mücahit Bayram IŞIK

ULUSLARARASI İLİŞKİLER Sanat muhibi/Asyalı [email protected]

Yorum Yaz