İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Amerikan merkezli ekonomi, dış politika ve güvenlik konularında küresel analizler sunan stratejik araştırma şirketi Stratfor’un kurucusu siyaset bilimci Dr. George Friedman, “Gelecek 100 Yıl” isimli kitabında yirmi birinci yüzyıl için öngörülerini yazmaktadır.
Kitap, 20. yüzyılda yaşanan önemli gelişmeler ve 21. yüzyılın hemen başındaki 11 Eylül saldırısı gibi olaylar yorumlanarak 21. yüzyıl öngörülerinde bulunmuş olsa da, kitabın olayları yorumlayarak salt öngörülerden ziyade Amerika Birleşik Devletleri (ABD)'nin 21. yüzyıl ajandası olma potansiyelini taşımaktadır.
Friedman, kitaba kısa bir yirminci yüzyıl tarihi ile 20. yüzyıldan 21. yüzyıla doğru tarihin akışını kaleme alarak başlamıştır.
1900’lü yıllarda Avrupa barış içinde ve zenginlik içinde yaşamaktaydı. Avrupa ticaret ve yatırım konularında dünyanın neredeyse her tarafıyla bir bağlılık içindeydi. Böyle bir durumda dönemin birçok etkin kişisi böyle bir ortamda bir savaşın olanaksız olduğunu düşünmekteydi. Onlar için gelecek şöyle belirlenmişti: “Barış ortamı içinde, zengin Avrupa dünyayı egemenliği altında bulunduracaktır.”
Birinci dünya savaşından sonra 1920’li yıllarda Avrupa yıkıcı bir savaş sonrası harabeye dönmüştür. Kıtadaki Avusturya-Macaristan, Rusya, Alman ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmış ve milyonlarca insan bu savaşta ölmüştür. Birinci Dünya Savaşı Amerikan ordusunun müdahalesiyle son bulmuş ve Amerika Birleşik Devletleri bu savaştan sonra büyük güç olarak dünyaya kendini göstermeye başlamıştır. Böyle bir ortamda başta ABD ve diğer Avrupalı devletler Almanya üzerindeki baskılarını artırarak kısa bir sürede tekrar bir savaşın ortaya çıkmasını engellediklerini düşünüyorlardı.
1940’lı yıllarda Almanya siyasi ve askeri yapılandırmasını yeniden tamamlayarak Fransa’yı işgal etmiş ve Avrupa’ya kafa tutmuştur. Avrupa’da bin yıllık Alman İmparatorluğu’nun yüzyıl boyunca Avrupa’nın kaderini belirlediğini görmekteyiz.
1960’lı yıllarda ise Almanya’nın büyük bir yıkım yaşadığını görüyoruz. İki büyük dünya savaşında aldığı yenilgi ile beraber Amerikan Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği tarafından parçalanmıştır. Diğer taraftan ikinci dünya savaşından sonra oluşan iki kutuplu dünyanın öne çıkan devletleri olan Amerikan Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki çekişmeler giderek kızışmaktadır. İki devlet de bölgeyi kontrol altında tutmak için nükleer silah tehdidinde bulunmaktadır. Fakat ABD okyanusların tümünü elinde bulundurarak, tam bir deniz hâkimiyeti oluşturup bir küresel süper güç olduğunu dünyaya göstermek istemektedir ve bunu büyük bir ölçüde başarmıştır. Amerikan Birleşik Devletleri’nin bu gücünün karşısında durabilecek tek devlet de Sovyetler Birliği’dir. Herkes bu iki güç arasında çıkabilecek sıcak çatışmalara kendisini hazırlamaktadır.
1980’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri herkesin beklediği gibi Sovyet Rusya tarafından değil, Kuzey Vietnam tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, Vietnam’ın komünizme geçmesiyle dünyada bir domino etkisi yaratacağını düşünerek girdiği Vietnam’dan 7 yıl sonra yenilerek çıkmıştır. Amerika bu yenilginin etkisini yaşarken diğer taraftan İran’da meydana gelen İran İslam Devrimi ile Ayetullah Humeyni ABD’nin İran üzerindeki etkisini yok etmeye çalışarak ABD’yi bölgeden uzaklaştırmaya çalışmış ve İran – ABD müttefikliğini bitirmiştir. ABD böyle bir durumda Sovyetler Birliği’ne karşı gücünü korumak ve onu zayıf düşürmek için Çin ile yakınlaşacak ve ABD başkanı ile Çin Devlet başkanı Pekin’de bir araya gelecektir.
Yirmi birinci yüzyılın başları, 2000’li yıllarda Sovyetler Birliği tamamen dağılmıştır. Diğer taraftan Çin ise, isim olarak komünist olmasına rağmen uygulamada kapitalist olmuştur. NATO Rusya’nın kontrolü altında tuttuğu bölgeler dahil olmak üzere Avrupa’yı kontrolü altında tutmaktadır.
Friedman, yirminci yüzyılın başlarında yirminci yüzyılda yaşanan belli başlı olayları öngörmenin olanaksız olduğunu söylerken, gelecek hakkında öngörüde bulunmak için mutlaka bazı verilerin var olması gerektiğini savunuyor. Örnek olarak 1871 yılında Almanya, Rusya ve Fransa arasında sıkışmış bir imparatorluk olarak güvenli olmayan bir bölgede büyük bir güç olarak Avrupa’yı ve küresel sistemleri yeniden tanımlamak istiyordu. Yirminci yüzyılın ilk yarısı içerisinde meydana gelen çatışmaların çoğu Almanya’nın Avrupa’daki konumu hakkındadır. Friedman’a göre, Almanya’nın bölgeyi kontrol altına almak istemesinin Avrupa’da bir savaşa sebep olabileceği aslında pek çok Avrupalı tarafından öngörülebilir bir durumdur. Savaşın yeri ve zamanı hakkında bir öngörüde bulunmak güç olsa da bir savaşın çıkma ihtimali öngörülebilirdir.
Burada önemli olan bu denklemleri birleştirmektir. Yıkıcı birinci ve ikinci dünya savaşlarının ardından Avrupa’da imparatorlukların yıkılmasıyla bu denklem zorlaşmıştır. Ancak barutun bulunmasından beri savaşların bir felaketle sonuçlanabileceği de öngörülebilirdir.
Yine Amerika Birleşik Devletleri İç Savaş’tan sonra olağandışı bir güce sahip olmuştur. ABD’nin ekonomik gücü kendisinden sonraki ekonomik olarak dört büyük devletin gücünden fazladır. ABD’nin bu olağandışı güce sahip olmasını on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında öngörmek imkânsızdır. Amerikan ordusunun Birinci Dünya Savaşı’na müdahale etmesinden sonraki dönemde ABD’nin büyük bir güç olarak kendisini gösterdiğini görüyoruz.
Ancak yirminci yüzyıldaki ve yirmi birinci yüzyılın başındaki gelişmeler bize gelecek hakkında bazı öngörülebilir durumlar sağlamaktadır. Yirmi birinci yüzyılın hemen başında 11 Eylül 2001’de New York’ta meydana gelen İkiz Kuleler saldırısının ardından Afganistan ile Ortadoğu’nun kapısını aralayan Amerika Birleşik Devletleri 2003 Irak Savaşı ile kalıcı olarak Ortadoğu’ya girdi. Afganistan’da bulamadığı terörist (el-Kaide) gruplarının Irak’a geçtiğini ve Irak’ın teröristlerle bağlantısı olduğunu temelde bahane göstererek İngiltere desteği ile Irak’a savaş açtı ve Irak’a 150 bin askerle girdi. ABD’nin Irak’ı El-Kaideci gruplara destek verdiği ve barındırdığı suçlaması hiçbir zaman doğrulanmasa da ABD’nin amacı Irak üzerinden İslam ülkelerini kontrol altında tutmaktı. ABD Afganistan ve Irak’ta yenilgi denecek bir durum ile karşı karşıya kalmasına rağmen hiçbir zaman güçlerini buralardan çekmedi. George Friedman, ABD’nin Cihatçı gruplarla olan savaşını şöyle açıklıyor: “Yirmi birinci yüzyılın başlangıcına Amerikan Çağı’nın şafağı olarak baktığımızda göreceğimiz ilk şey halifeliği yeniden yaratma arayışında olan Müslüman bir grubun yaptığı eylem olmuştur. Onların nihai hedefi Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan büyük bir İslam İmparatorluğu oluşturmaktır. Kaçınılmaz olarak, onlar dünyanın birinci gücü olan Birleşik Devletler ile çatışmak zorundadır. Birleşik Devletler buna İslam Dünyasına saldırarak yanıt verecektir. Ancak onun amacı zafer kazanmak değildir. Zaferine ne anlama geldiği hiç de açık olmayacaktır. Onun amacı basit bir şekilde İslam dünyasını karıştırmak ve bir İslam İmparatorluğunun ortaya çıkmasını engelleyecek bir oluşum yaratmaktır.”
Amerika Birleşik Devletleri’nin bu rolünü, 2010 Aralığında Tunus’ta başlayan ve Körfez ülkelerinden küresel süper güçlere kadar etkisini gösteren Arap Baharı olarak adlandırılan halk ayaklanmalarında daha net görüyoruz. Tunus’ta bir meyve satıcısının kendisini yakarak başlattığı ayaklanmalar kısa sürede Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye ve daha birçok ülkede etkisini gösterdi. Tunus, Mısır ve Yemen’de cumhurbaşkanları görevlerini bırakmak zorunda kaldı, Libya’da ise devlet başkanı Muammer Kaddafi koalisyon güçleri tarafından yapılan bir saldırı sonucu muhalifler tarafından öldürüldü. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki bu devletlerin ortak özelliği Müslüman ülkeler olmasıydı. Halk ayaklanmalarının oluşmasında etkisi gözükmeyen koalisyon güçleri ayaklanmalardan sonra oluşan yeni sistemlerde etkilerini göstermeye başladı. Mısır’da bağımsız bir seçimle başa geçen ülkenin ilk sivil cumhurbaşkanı Muhammed Mursi askeri darbe ile görevinden uzaklaştırıldı ve yerine Mısır’ın askeri vesayetini temsil eden Abdulfettah Sisi geçti. Sisi’nin ilk icraatları Mursi’nin aksine İsrail ve ABD ile ilişkilerin düzeltilmesi oldu. Diğer tarafta Libya’da, Yemen’de ve Rusya, Çin, İran, ABD gibi küresel güçlerin üssü olarak gördüğü Suriye’de devam eden iç savaş halk ayaklanmalarından sonra batılı güçlerin müdahalesini gösteriyor. Halk ayaklanmalarından sonra istikrarı sağlayan ve daha reformist bir yapıya kavuşan tek ülke Tunus oldu. Bu istikrarın sağlanmasında dış güçlerin daha az müdahalesi ve geçici hükümeti kuran Gannuşi’nin entelektüel felsefi birikiminin büyük etkisi oldu.
Görüldüğü üzere yirmi birinci yüzyılın ilk yılları ABD, ya kendisi ya da koalisyonlarla İslam ülkeleri üzerindeki kontrolünü devam ettirmekte ve bu ülkelerde karışıklıklar meydana getirmektedir. ABD başta olmak üzere dış güçlerin bu ülkelerde etkisi olmazsa İslam ülkeleri çok büyük gelişmelere sahne olacak ve şüphesiz ABD’nin de korktuğu “İslam İmparatorluğu” yolunda adımlar atılacaktır. Yirmi birinci yüzyılda ABD bölgedeki karışıklıklardan getiri sağlarken barıştan getirisi olan tek ülke ise Türkiye olacaktır.
Friedman, yirmi birinci yüzyıl askeri operasyonlardan daha fazla ABD’nin karşısındaki güçleri zayıflatmak için yaptığı bir dizi müdahalenin dönemi olacağını söyleyerek, ‘ABD – Cihatçı Taraftarları Savaşı’nın 2020’li yıllara kadar devam edeceğini iddia etmektedir.
2020’den sonra Rusya ile ikinci soğuk savaş süreci başlayacaktır. Rusya eski yarım küre etkinliğini devam ettirmek istemektedir. Rusya’nın etkinliğini artırmak istemesi şüphesiz ABD ile yeni bir çatışmaya neden olacaktır. ABD, Rusya karşısında güç oluşturmak için üç Baltık ülkesi olan Estonya, Letonya ve Litvanya ile birlikte Polonya’yı destekleyecektir.
Rusya elindeki güçlerini kullanmaktan çekinmeyecektir ama içsel sorunlar, nüfusunun azalması ve altyapı sorunları sebebiyle birinci soğuk savaşında olduğu gibi yenilecektir.
Yirmi birinci yüzyıl için en çok yazılan öngörülerden biri de Çin’in Rusya’dan sonra ABD’nin rakibi olacağıdır. Çin’in en büyük ikinci ekonomiye sahip olması ve büyük bir dinamizme sahip olması onu ABD’ye karşı küresel bir güç yapacaktır. Ancak Friedman’a göre ABD’nin sonraki rakibinin Çin olacağını söyleyenler yanılıyor. Friedman Çin’in küresel bir güç olamayacağını şu üç başlık ile gerekçelendiriyor:
“İlk olarak, Çin haritasına yakından baktığınızda, fiziksel olarak çok soyutlanmış bir ülke görürsünüz.(Çin Kuzeyde Sibirya, Güneyde Himalayalar ve orman ile çevrilidir.)
İkinci olarak, Çin yüzyıllardır büyük bir donanma gücüne sahip olmamıştır ve bir donanma oluşturmak, yalnızca gemi yapmak değil, iyi eğitimli ve deneyimli denizcilerin yetiştirilmesini gerektirmektedir.
Üçüncü olarak, Çin hakkında endişelenmenin gereksizliği için daha derin bir neden vardır. Çin doğası gereği olarak durağan değildir. Bu ülke ne zaman dış dünyaya karşı kapılarını açsa, kıyı bölgesi zenginleşmektedir fakat Çin’in büyük çoğunluğu gelişmemiş olarak kalan iç bölgelerde yaşamaktadır. Bu, gerilim, çatışma ve durağan olmama durumuna neden olmaktadır. Bu aynı zamanda ekonomik kararların politik nedenlerle yapılması anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda etkin bir yapı oluşturulamaz ve çöküş meydana gelir. Çin, ABD’nin Rusya’ya karşıt bir güç olarak bulunmasını istediği bir tampon bölge olacaktır.”
Friedman büyüyen Çin ekonomisini şöyle tanımlamaktadır: “Şimdiki Çin dinamizmi uzun dönemli başarıla anlamına gelmeyecektir”
Diğer taraftan yüzyılın ortasında yeni güçler ortaya çıkacaktır. Bu güçler Japonya, Türkiye ve Polonya olacaktır.
Friedman Japonya’nın güçlü ve istikrarlı bir ekonomiye sahip olmasıyla öne çıkararak onun 2050’li yıllarda büyük bir güç olacağı öngörüsünü ortaya attığı 2009 yılında Japonya dünyadaki en büyük ikinci ekonomiye sahip ülkeydi. Ancak 2010 yılında Çin ekonomisi Japonya’yı geçerek dünyanın en iyi ikinci ekonomisi oldu. İkinci dünya savaşından büyük bir felaketle çıkan Japon mucizesinin altında yatan en önem etkenlerden biri de 70-80 yaşlarına kadar iş hayatında çalışmanın olmasıydı. 1990-2000’li yıllara kadar Japonya üretiyordu, ancak yirmi birinci yüzyıl ile Japonya’da ciddi nüfus sorunları kendisini göstermeye başladı. Bazı ekonomistlere göre Japonya ekonomisi gittikçe kötüleşecek ve değer kaybedecektir. 2009-2015 yılları arasında Japonya’nın ekonomik verilerine baktığımızda gerçekten Japon ekonomisinin gerilediğini görüyoruz. Bu açıdan Friedman’ın Japonya ile ilgili öngörüsünde yanılabileceği de muhtemeldir.
Friedman’a göre yüzyılın ortalarında ortaya çıkacak diğer bir güç de Türkiye olacaktır. Balkanlar, Kafkaslar ve Arap Dünyası ile güçlü bir etkileşimi sebebiyle Türkiye bölgedeki etkinliğini artıracaktır. Türkiye’nin mevcut hükümet döneminde uyguladığı dış politikası ile bölgedeki etkinliğinin genişletmesi ile ekonomik ve askeri gücünün artması Friedman’ın bu öngörüsünü desteklemektedir. Türkiye ekonomik ve askeri gücü itibariyle bölgedeki en kilit ülke konumundadır.
Yine ortaya çıkacak olan bir diğer güç Polonya olacaktır. Polonya’nın şimdiki ekonomik, siyasi ve askeri gücünün zayıflığı Polonya’nın böyle bir konuma geleceğini imkansız göstermektedir. George Friedman kitabından belki de en çok bu konu üzerinden eleştirilmektedir. Çok fazla bir güce sahip olmayan Polonya’nın büyük bir güç olacağını öngören Friedman bu öngörüsünü aslında tutarlı bir görüş ile desteklemektedir. ABD Rusya’ya karşı bir güç oluşturmak için Doğu Avrupa’da Polonya ve Baltık ülkelerini destekleyecektir. Polonya Almanya’nın zayıflamasıyla güçlenecek, bu güçlenmede Amerika Birleşik Devletlerinin büyük bir desteği olacaktır. Polonya, Ruslara karşı ABD’yi destekleyecek ve ABD’nin oluşturduğu koalisyon içinde öncü bir devlet olacaktır.
Friedman’a göre yirmi birinci yüzyıl ortalarında yeni bir dünya savaşı çıkacaktır. 2050’ye gelindiğinde dünya güçleri büyük bir gerilim içinde olacaklardır. Amerika Birleşik Devletleri, yirmi birinci yüzyılın yeni büyük güçleri olan Türkiye’nin ve Japonya’nın etkinliklerinden büyük rahatsızlık duymaktadır. Özellikle Orta Asya ve Avrasya’daki hakimiyet kurmalarından son derece rahatsızdır. Doğu Avrupa’da Rusya’ya karşı oluşturduğu koalisyonun en güçlü ülkesi Polonya ABD ile doğal müttefik haline gelmiştir. Türkiye, Ukrayna’yı ele geçirip, Akdeniz’e hakim olmaya çalışırken Polonya ile karşı karşıya kalacaktır.
Yirminci yüzyılda benzerini gördüğümüz iki kutuplu sisteme bu yüzyılda da şahit olacağız. Yine bir kutupta Amerika Birleşik Devletleri yer alırken bu sefer diğer kutupta Türkiye ve Japonya ittifak kurarlar.
ABD, Türkiye ve Japonya’yı büyük bir tehdit olarak görmesine rağmen ilk olarak sıcak savaşa girmek istemez. Türkiye ve Japonya’nın başka ülkelerin sınırlarına saygı göstermediğini, insan haklarını çiğnediğini iddia eder, ekonomik ambargolar uygular.
Yine bu yıllarda uzayda müthiş gelişmeler yaşanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri uzayda insansız bir ordu kurmuştur ve Yıldız Savaşı Sistemi adını verdiği teknoloji ile dünyanın her yerine dakikalar içinde hipersonik insansız uçaklar gönderebilecek bir duruma gelmiştir. ABD bu sistemini Türkiye’ye de doğrultur ve Türkiye’ye ültimatom verir. Ukrayna ve Balkanların kontrolünü Polonya’ya bırakması, Kafkasya’dan çekilmesi ve istediği zaman boğazdan geçmeyi ister.
Bunun karşısında Türkiye, ABD’nin kendisine saldıracağına ve Japonya’yı da yanına alarak savaşa girmekten başka çaresi olmadığına inanmıştır.
Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatan ilk saldırı Kasım 2050’de ABD’nin uzay sistemini hedef alan Japonlardan gelir. Bundan sonra savaş hem uzayda, hem de karada devam eder. Türkiye, Polonya’dan kurtulmak için Almanya’dan yardım ister. Almanya, ABD’yi böyle bir savaşta yenmenin imkansız olduğunu bilmesine rağmen Türkiye’yi karşısına almamak için müttefik olmayı kabul eder.
2050’de başlayan Üçüncü Dünya Savaşı 2052’de sona erer. Japonya, Türkiye ve Almanya harabeye dönmüştür. Sonuç olarak, sivilleri hedef almayan ileri teknoloji uçaklar sayesinde bu dünya savaşında sadece 50 bin kişi ölmüş ve ABD’ye uzayda istediğini yapmasına imkan verecek bir anlaşma imzalanmıştır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında milyonlarca insan hayatını kaybetmişti. Ancak öngörüde bulunulan Üçüncü Dünya Savaşı’nda az sayıda insanın hayatını kaybedeceği, teknolojik gelişmeler ile gerekçelendirmektedir.
Bu anlamda üç dünya savaşı şu şekilde sınıflandırılmaktadır: Birinci Dünya Savaşı ilk defa zehirli gazlar kullanıldığı için kimyacıların, İkinci Dünya Savaşı ise füzeler ve nükleer silahların kullanılması nedeni ile fizikçilerin savaşı olmuştu. Üçüncü Dünya Savaşı ise gen terapisinde devam eden buluşlar sonucu insan benzeri yapıların savaştığı biyoteknolojinin savaşı olacaktır.
2060’da hâlâ İslam dünyasının liderliğini elinde tutan Türkiye, Washington’la arayı düzeltecek ve yeniden sevilen müttefikler listesine adını yazdıracaktır.
George Friedman bilimkurgu tadında yazdığı kitabında öngördüğü çoğu şeylerin yanlış çıkabileceğini ve hangi ülkelerin neler yapacağı konusunda da yanılabileceğine rağmen emin olduğu şeyin yirmi birinci yüzyılın yine Amerikan yüzyılı olacağını savunuyor olmasıdır. Friedman’ın CEO’su ve kurucusu olduğu STRAFOR şirketini (düşünce kuruluşu) inceleyince yazdığı öngörülerin daha anlamlı mesajlar içerdiğini görüyoruz. STRATFOR dünyanın lider özel istihbarat ve öngörü firması olarak dünyada adından sıkça söz ettirmektedir. Bu kuruluşta çalışanların çoğunluğunu CIA’den emekliye ayrılmış ajanlar oluşturmaktadır. George Friedman “Gelecek 100 Yıl” isimli kitabını da yine bu çalışma arkadaşlarının destekleriyle yayınlamıştır.
Bu açıdan bakınca aslında kitapta yazılan öngörülerin bilimkurguyla değil jeopolitik bir şekilde yazıldığı ve her bir öngörünün farklı anlamlar taşıdığını görebiliriz. Yani kitap aslında yirmi birinci yüzyılda neler olacağından çok, Amerikan Birleşik Devletleri’nin yirmi birinci yüzyıl politikasını anlatarak, ABD’nin bu yüzyılda neler yapacağını göstermeye çalışıyor.
Bu kitapta sonuç olarak ABD’nin “terörle mücadele” ve “demokrasi” söylemleri ile girdiği İslam ülkelerinde uzun süre daha kalacağını ve IŞİD gibi ya da farklı devlet dışı aktörlerle bu ülkeleri kontrol altında tutacağını anlıyoruz.
Nasrettin GÜNEŞ
Yorum Yaz