John Berger (5 Kasım 1926 -2 Ocak 2017) yazar, sanat eleştirmeni. ”G.” isimli romanı 1972’de Man Booker Ödülü’nü kazanan John Berger, mesleki kariyerine ressam olarak başladı. 1940’lı yılların sonlarına doğru Londra’da birçok sergiye katıldı. 1948-1955 yılları arasında sanat eleştirmenliğinin yanı sıra, resim dersleri de verdi. İngilizce yazan en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olarak tanınan Berger, senaryo yazarlığı ve belgesel yazarı olarak da tanınır. Bunun yanı sıra, romancı kimliği de vardır. İlk romanı Zamanımızın Bir Ressamı (A Painter Of Our Time) 1958’de yayımlandı.
Bu değerlendirme yazısında ele alacağımız ‘’Görme Biçimleri’’ adlı eser, 1972’den günümüze, yağlıboya resimden reklamlara, görselliği ve imgeleri anlamanın, eleştirel bir görme biçiminin manifestosu olmuş, Berger’in BBC kanalı için yaptığı bir televizyon dizisinden kitaplaştırılmıştır. Dizi konuşmalarında geçen önemli görüşlerin açılması ve irdelenmesiyle oluşturulan kitap; John Berger, Sven Blomberg, Chris Fox, Michel Dibb, Richard Hollis tarafından hazırlanmıştır. Yedi denemeden oluşan kitapta; denemelerin dördünde hem sözcükler hem de imgeler, üçünde yalnızca imgeler kullanılmıştır. Bu denemelerde amaçlanan, seyirci/okurun kafasında soru uyandırmaktır.
‘’Görme, konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk, konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.’’ sözüyle başlayan yazar, bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi, çevremizi fark ederek, anlayarak ve anlamlandırarak hayata başladığımızı ifade eder. Anlamlandırma safhasından sonra kazandığımız düşüncelerimiz ve inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler. Bir şeyi gördükten sonra görülebileceğini fark eden insan, nesnelerle arasındaki ilişkilerini dikkate almaya başlar. İmgelerin insanın bir yapısı olduğunu savunan yazar, çoğu kez imgelerin özde/temelde aynı kaldığını; değişenin ‘’ifade ve görme biçimi’’ olduğunu vurgulamaktadır.
İmgenin, canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğunu vurgulayan yazar, imgeyi Y’nin X’i nasıl gördüğünü kaydeden bir şey olduğu şeklinde tanımlıyor.
Yazar, fotoğraf makinesinin bulunmasıyla zaman ve mekan sınırlamasının ortadan kalktığı ve perspektifte yaşanan değişikliği ele almıştır. Perspektif, bir tek gözü görünen nesnelerin merkezi yapar. Bu konuda Alman düşünür ve eleştirmen Walter Benjamin, bulunduğu yerin biricik olmasından ötürü biricik olan her resmin, fotoğraf makinesinin, resmin fotoğrafını çekerek resmin imgesinin sahip olduğu biricikliğin ortadan kalkmasına ve değer değişimine neden olduğunu belirtir. Berger, bu hususta, resmin anlamının çoğaldığı, aynı zamanda birçok anlama bölündüğünü düşünür.
Resimler, film makinesiyle, yeniden canlandırma yöntemi ile film yapımcıları tarafından, onların vermek istediği sonuçlara hizmet eder. Yeniden canlandırılan resimlerin çevresinde bulunan yazılar, verilen imgeyi değiştirip, onların seyirci tarafından farklı anlamlandırılmasını sağlar. Kitapta verilen Van Gogh’un yeniden canlandırılan tablosu bu konuda güzel bir örnektir. (syf.28)
Yeniden canlandırılan bu tabloda eklenen söz, imgeyi değiştirmiş ve resmi yorumlayan kişiye resmin ilk halinden farklı etki/izlenimler sunmuştur.
Kitabın ikinci bölümünde, erkeklerin ve kadınların farklı görme biçimine sahip oldukları, erkeklerin davrandıkları gibi, kadınların göründükleri gibi olduğunu ve kadının bu vasfının Avrupa yağlıboya resim geleneğinde önemli yeri olduğundan bahsediliyor. Rönesans dönemi, öncesi ve sonrasından örnekler veren yazar, bunların incelemesini, modern dönemle karşılaştırmalı olarak okuyucuya sunmaktadır. Çıplaklık ile nü arasındaki farkı açıklayan sanat eleştirmenimiz, uygulanan yöntemleri ve ressamların tablolar yoluyla seyirciye vermek istedikleri mesajları örneklerle çözümlüyor. Buradan çıkaracağımız sonuç, eserlerin yapıldığı dönem ve geleceği hakkında fikir verdiğidir. Holbein’in resmi ”Elçiler” (The Ambrassadors-1533) sahip olduğu imgeler zenginliğiyle verilecek en güzel örnek niteliği taşır. (Resim, syf.89)
17. ve 18. yüzyıllarda karşılaştığımız tablolarda, satın alınabilecek mallar asıl konu haline gelip, resmi elde eden şahsın zenginliğini, alıştığı yaşama biçimini yansıtıyordu. Bu dönemde, örnek verilen tablolardan anlayacağımız üzere, yağlıboya resim galerilerinin arttığı, buradan resim satın alan kişilerin bu yolla zenginliklerini, refah seviyelerini ifade edebildiklerini görüyoruz.(bkz. Lincolnshare Öküzü, Stubbs, syf.99)
Renkli basım tekniklerinin gelişmesi ve renkli televizyonların hayatımıza girmesiyle; sunulan objelerin gerçekliklerinin ve dokunulabilirliklerinin artmasıyla, izleyen alıcının o objeyi elde etme iştiyakı artmıştır. (s.141)
Kitabımızın son bölümünde, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, yaşadığımız modern toplumda daha önce karşımıza bu denli çıkmayan yüzlerce reklam imgesiyle karşılaştığımız belirtiliyor. Kapitalizm eleştirisi yapan yazar, reklamlarda sunulan nesnelerin, kullanılan baş döndürücü imge zenginliğiyle hitap ettiği kitlenin, bu objeleri(n) satın alınmasıyla/ kullanmasıyla yaşamının değişeceği, kıskanılacak durumda olmayı/çekici olmayı bilinçaltına dayatır. Reklamın amacı, seyirciye içinde bulunduğu yaşama karşı memnuniyetsiz olduğu düşüncesini kamçılamaktır. Böylece alıcının, kaybettiğine inandırılan mutluluğunu, para verip tekrar elde etmesi istenmektedir. Reklam, şu andan bahsetmez, hitap ettiği kitleye geçmişin etkisini yaşatarak ve geleceğe yönelik hayaller kurmasını sağlayarak bilinçdışı yöntem ile gerçeklikten uzaklaştırıp, etkisi altında bırakır. Bunu yaparken, çekiciliği/etkililiği artırmak için hitap ettiği kitlenin mevcut durumunu yetersiz görmesine (Relative Deprivation) neden olacak örneklikler kullanır.
‘’Reklamcılık, çekicilik üretme sürecidir.’’ (syf.131)
Reklam imgelerinde, mesaja çekicilik ve güçlülük katmak için tarihi objeler, sanat eserleri kullanılabilir. Bu sentez yöntemi ile, alıcıya sunulmak istenen malın tarihselliği, köklülüğü ve ihtişama sahip olduğu algısı aktarılır. Reklamın dayandığı temel huzursuzluk şu korkudan doğar: ‘’Hiçbir şeyin yoksa sen de bir hiç olursun.’’ (syf.143)
Her türlü ürünü veya hizmeti satabilmek için cinsellik içeriğinin daha fazla kullanıldığını ifade eden Berger, cinselliğin de ötesinde, yaşarken her şeyi ele geçirebileceğimiz, elde edilebilirlik ölçüsünde sevileceğimiz ve cinsellik benzerinde güç sahibi olacağımız düşüncesi dayatılır. Buna zıt olarak, bu düşünceye göre, elde edebilme gücümüzün azlığı, bizim sevilmeyeceğimiz anlamına gelir. Çalışma koşullarının, reklam etkilenirliğiyle bağlantılı olduğunu belirten eleştirmenimiz, çalışan ben’in, tüketen ben’i kıskanacağını, reklamların yaptığının yalnızca, bize henüz kıskanılır duruma gelmediğimizi- ama gelebileceğimizi- söylemektedir. (syf.149)
Kitabın son sayfasından çıkaracağımız mesaj, tıpkı kapitalistlerin proleteryanın kendini tanımasına imkan verilmediği, bir uyku halinde bırakılmasına benzer nitelikte kapitalizmin sömürdüğü kitlenin isteklerinin sınırlı biçimde tanımlamaya zorlanarak yaşamını sürdürmesi istendiğidir. Belgeselin yapıldığı döneme bakarsak; teknolojinin, kitle iletişim araçlarının yaygınlaştığı, dünyamızın küreselleşmenin etkisiyle ‘’küresel köy’’ haline geldiği 90lı yıllarda, böyle bir eleştirel düşünce üzere gerçekliğin irdelenmesi anlaşılır niteliktedir.
Ayrıca, bu kitabın anlaşılması için BBC kanalında yayınlanan ‘’ dört bölüme ayrılmış ”Ways of Seeing’’ belgeselini izlemek, edindiğimiz bilgilerin görsellikle daha da desteklenmesini sağlayacaktır.
Furkan EMİROĞLU