İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
İnsan yaşadığı şehrin ruhuna bürünür. (?)
İBN HALDUN
Toplumsal ve sosyal hafızayı silen insanları üretim endüstrisinin bir parçası haline getiren günümüz hayat telakkisi yüzünden yaşamın irili ufaklı hemen her alanına bir bayağılık hakim olmuştur. Sosyo-ekonomik alandan siyasete, eğitimden kültür işlerine kadar hemen her alanın önemli meseleleri sathî düzeyde tartışılmış; bayağılıktan nasibini almış, hatta her alan kendi bekasına meşruiyet arayışı içinde iken düşüncenin, hukukun ve dahi dinin en önemli kavramlarını ve kurumlarını araçsallaştırarak varlığını devam ettirmeye çalışmıştır.
Şifahî(sözlü) kültür, eşyayı sadece kulak gözü ile görmektedir. Yerleşiklik alâmeti olan eşyayı ve çevreyi gözle algılama yerine kulak ile kavrayışın en bariz çarpıklık göstergesi örneklerini yaşamımızın görünen yüzü olan şehirlere yüksek bir tepeden bakıldığında görmek pek tabiidir. Temaşa ile şehir üzerine zihinde beliren duyguları bayağılık, aleladelik ve sıradanlık gibi kelimelerle ifade etmek çok hafif kalacaktır. Sadece şehirleşme ve mimarî değil bayağılığı, bireyin sosyal ilişkilerinden kamu ve iktisadî alana, edebiyattan sanata kadar yaşamın her parçasında görmek mümkündür.
27 Ocak 2017 tarihinde Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Şehircilik Şûrası’nda yaptığı konuşmada dikey değil yatay ve millî mimariden yana olduğunu ifade etmişti. Özellikle 21 Ekim tarihinde Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi’nde şehircilik üzerine yaptığı konuşmasında ‘İstanbul’a ihanet ettik, ben de bundan sorumluyum’ sözleri üzerine mesele tekrar gündeme gelmiş oldu. Dolayısıyla şehir-mimarî-medeniyet kavramları eli kalem tutanlardan- halktan da yaşadığı çevreyi kanıksamayan insanlara kadar herkesin diline pelesenk olmuş durumda iken bu konuşma ile son zamanlarda yükselme eğilimi göstermektedir. En azından yaşadığı çevredeki aksaklıkları kanıksamadan yaşamına devam eden bir vatandaş olarak durumdan vazife çıkarmak suretiyle meseleyi ele alma gayreti içerisinde olmak gerekmektedir. Tabi durumdan vazife çıkarmak için hissi manada kültürünün, örf adetlerinin içselleştirilip özümsendiği bir yere ‘mensubiyet’ ve ‘aidiyet’ duygularının ‘mesuliyet’ duygusu ile harmanlanarak bağlı olmanın yanı sıra ‘isyan ahlakı’ ile ahlaklanmak gerekmektedir. Ancak böyle bir zihne vicdanın refakati ile yaşanılan çevreye ‘ehven-i şer’ bile reva görülmeyecektir.
Şehircilik ve mimarî kavramlarını inceleme imkânı bulduğumuzda karşımıza olmazsa olmaz ‘güzel-sanat-estetik’ kavramları çıkmaktadır. Sanat ve estetik kavramlarına temel teşkil eden güzel kavramını sorgulamakla işe koyulmak en azından meseleyi çok fazla derine inmeden sathî ve asgarî düzeyde tartışma imkânı sağlayacak ve bu satırlar bir mızrap görevi üstlenme cüretinde bulunursa vicdan tellerinin titretmesi temenni dahlinde olacaktır.
Peşine düşülen meselede kazma işine güzelin mahiyetini sorgulamakla başlanabilir.
Peki, güzel nedir?
Anadolu köylerinin yerel ağzında nineler ve dedelerimizden duymaya aşina olduğumuz ‘gözel’ kelimesi göz köküne +al soneki ekleyerek türetilmiştir. Yani göze hitabeden, gözü yormayan; nesne konumundaki ve ona bakıldığında insanın içinde ‘haz’ meydana getiren manasındadır.
Güzel faydadan bağımsızdır; çıkar aranması abesle iştigaldir. Haz ön plandadır. Güzelin ayırt edici niteliği, gerek bizimle gerek başka şeylerle ilişkili olmayarak hoşumuza gitmesi bizi çekmesidir. Oltanın çengeline takılmış balık misali... Güzel olarak nitelendirilebilecek nesne karşısında dizlerin bağının çözülebilmesi... Gözleri ondan alamamak, ama bir fayda gözetmeksizin… Yani güzel karşısında insan aktif durumda değil, pasif durumdadır. Eğer güzel karşısında insan pasif durumda ise bu durumun nesnesi güzel olan şey midir yoksa insan mıdır?
Bazen insanın güzel karşısında kararı kalmayacak kadar irade kudretinden azade hale gelmesi, hiç şüphesiz onun pasif durumda hatta nesne konumunda olduğunu göstermektedir. Çünkü çekim gücüne karşı koyamamaktadır.
Aristo'ya göre güzel düzene ve büyüklüğe dayanır. Düzen bir bakıma güzeli anlamada anlaşılabilir bir şart olabilir. Ancak büyüklük söz konusu olduğunda bu konunun tartışmaya açık olduğu apaçık ortadadır. Güzel bir varlık aşırı büyüklükte ise güzel olamaz. Çünkü bu kez nesne bütünü ile kavranamaz. İdrak dışına taşacağı için ancak ve ancak muhayyilenin ürünü olacaktır. Dolayısıyla bu kez nesne ‘yüce’ kavramı ile açıklanabilir. Bir çöl veya deniz, birbirini kovalayan dev dalgalar güzel değil, yücedir. Güzel sınırlı iken yüce sonsuzdur. Güzel büyüler; yüce heyecan uyandırır. Aksini düşündüğümüzde ise mini mini bir şey ancak sevimli ve zarif olabilir. Küçük bir kedi yavrusu, bir bebek vs... Eğer muhtelif kelimeler aralarındaki nüans açısından bir hiyerarşi altında incelenmek istenirse zarif, sevimli, güzel ve yüce şeklinde olabilir.
Ancak ve ancak güzelde büyüklük kemâl nev’inden ise kabul edilebilir. Kemalât bu bakımdan aynı zamanda olgun olandır. Beşer özelliklerini aşarak insan olma yolunda tekâmülü istemektir. Güzellikte bir yetkinlik, kemâl vardır. Parçalar birbirine organik olarak bağlıdır. Kudema eskiden ‘Kem alât ile kemalât olmaz’ derdi. Sıradan aletlerle mükemmellik yakalanamaz. Bendeniz ‘kem alât’ı yani sıradan-bayağı aletleri, bayağı hayat telakkisi- işleyeceği malzemeyi de düşünce olarak nitelemekteyim. Kem zihinden, idrakten ve algılayıştan ancak kem düşünce ürünleri ve gündelik hayatta uygulamaları karşımıza çıkmaktadır. Çürük tuğlalardan sağlam bina yapılamaz. Eğer bugünün şehirleşme anlayışı çeşitli kavram ve mesleklerle açıklanacak olursa;
yapılar güzel değil çirkin ve çarpık, işi yapan mimar değil müteahhit-teknokrat zihinli mühendisler, işi yapabilme motivasyonu ise en azından yapıların üç temel özelliği olan ‘sağlamlık’ ‘kullanışlılık-fonksiyel'liğin yanında olmazsa olmaz şart olan ‘güzel’in içinde barındırdığı estetik ve sanat kaygısını dışarıda bırakarak fayda merkezli hale gelmiştir.
İbn Haldun: ‘İnsan yaşadığı şehrin ruhuna bürünür’ diye ifade etmiş. Ancak bugün bu okumayı tersten okumak meseleyi idrak etmede daha fazla yardımcı olacaktır. Çünkü şehirleri içinde yaşayan insanların zihniyetleri imar eder. Buğday başakları gibi hazır kıta betondan heyulalar kendi kendilerine oluşmuş değiller…
Min gayri haddin ve liyatin, destursuz bir bağa girdik. Daha önce ifade ettiğimiz gibi maksadımız bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir. Yine bu satırlarda gayemiz bir meseleyi çözercesine ahkâm kesmek değil tartışma ve çözüm aşamasında kapıyı aralamak üzere bir anahtar uzatıvermektir.
MÜCAHİT BAYRAM IŞIK
Yorum Yaz