İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Literatürde genellikle milliyetçiliğin Fransız İhtilali (1789) ile başladığı ifade edilmektedir. Bu milliyetçiliğin elbette ki 1789 yılından önce olmadığı anlamını taşımaz. Çünkü tarih boyunca bir kabileye, etnik kökene(ırk), toprak parçasına, dile veya topluma müntesip olmak bireyin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Kişilerin bir içtimai varlığa aidiyet hissi dün olduğu gibi bugün de önemli bir unsurdur. İnsan toplulukları arasında en hareketli ve ateşli sosyal gruplarının spor taraftarları arasında oluştuğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Farklı temayüllerle bireyler birden fazla organizasyon ile bağ kurabilir. Kişi, spor kulübü taraftarı, siyasi-sivil bir organizasyona üye, devletin vatandaşı, bir dinin (tarikatın) müridi olmak gibi çoklu aidiyet hisleri taşıyabilir. Burada önemli olan, insanın söz konusu aidiyetler arasında hangi organizasyona öncelik verdiği meselesidir. Bugünkü milliyetçilik anlayışının Fransız İhtilali ile başladığını söylemek bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda daha anlamlı hale geliyor. Zira din, dil, devlet, aile, cemaat, kulüp gibi içtimai hareketler içerisinde “milliyet” hususen dine karşı bireyin aidiyet önceliğinde zirveye çıkıyor.
“Milliyetçilik: Bir Din” (1960) isimli kitabının 12. bölümünde (Milliyetçilik Dini Üzerine Düşünceler) Carlton J. Hayes, milliyetçiliğin evrensel bir din haline dönüştüğünü savunarak çeşitli argümanlarla bunu destekliyor. Yazarın bu bölümde ele aldığı iki kısım üzerinde biraz daha durmayı gerektiriyor:
Carlton J. Hayes’in modern milliyetçiliğin bir din muhtevasına bürünmesi tezini (1960), milliyetçiliğin dine baskın gelmesi olarak ele alırsak; evet, milliyetçilik artık cihanşümul bir dindir. Gerçekte milliyetçilik formel bir dini yapıya dönüşmemiş olsa da bireylerin maneviyat ve uhrevilik arayışını dinde değil, milliyetçilikte bulmaktadır.
MİLLİYETÇİLİK VE İSLAM DİNİ
Hayes, bir din olarak milliyetçiliği Hristiyanlık nazarıyla ele almaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa ve diğer Hristiyan ülkelerdeki durumu tahlil ederken, İslam’ın yaşandığı toplumlar perspektifinden çözümlemesi yetersiz kalmıştır. İslam ve milliyetçilik ile ilgili iki meseleye değinmiştir. Mustafa Kemal ve Rıza Şah Pehlevi ile modernleşen toplumda Türk ve İran milliyetçiliği kimliğinin İslam kimliğinden önce gelmesi ve Müslüman Arapların Yahudi milliyetçiliğine karşı Hristiyan Araplarla birlikte hareket etmesine temas etmiş ancak bu iki meseleyi etraflıca tahlil etmemiştir. Hayes, Müslüman bölgelerde milliyetçiliğin gelecekteki gidişatı üzerinde İslam’ın etkisi ve nüfuzu hakkında tahminde bulunmak için yeterli bilgi ve öngörüye sahip olmadığını ifade ederek, bu konuyu eksik bırakmış olduğunu bir nevi kabul etmiş sayılır.
Dünyevi bir unsur olan milliyetçiliğin, uhrevi bir yapıya dönüşmesi gerçekte hem milliyetçi hem de dindar kesimde kabul görmeyebilir. Zira bilhassa İslam toplumlarında bugünkü anlamda milliyetçilik ile dindarlık arasında bir çatışma olduğu kabul görmektedir. Bu kabul, milliyetçi birisinin dindar olamayacağı veya dindar olan birisinin milliyetçilik yapamayacağı teziyle savunulmaktadır. İslam dininin milliyetçiliği (kavmiyetçilik) yasaklaması ve “inananları” İbrahim milleti olarak nitelendirmesi teoride yine bu kabulün önemli argümanlarından birisidir.
İslam ile milliyetçilik arasında teorik kabulün yanı sıra çarpıcı bir gerçeklik söz konusudur. Hayes’in milliyetçilik dini karşısında İslam’dan verdiği iki örneğe dönecek olursak, her iki durum da şekil itibariyle Hayes’in söylemine argüman olabilir ancak iki meselenin de esası itibariyle başka boyutu söz konusudur. Şöyle ki; Mustafa Kemal Atatürk ve Rıza Şah Pehlevi döneminde gerçekleşen Türk ve İran modernleşmesi Batı menşeli (Avrupaî) bir ideolojinin neticesidir. Mustafa Kemal ve Rıza Şah’ın öncülük ettiği ideolojinin takipçileri de yine bu minvalde (Batılı) hareket etmişlerdi. Bu çerçevede, Türk ve İran modernleşmesi İslam dininden bir kopuş yaşayarak, seküler ve laik bir karakter sergilemiştir. Bu süreçte, söz konusu modernist hareketlerin takipçilerinin kendilerini önce Türk ve İran milliyetçisi, sonra İslam dininin bir ferdi olarak görmeleri, milliyetçiliğin İslam karşısındaki baskınlığından değil, ideologların manevi ve uhrevi bir yapı teşkil eden dinden soyutlanma ve dünyevileşme temayülünden kaynaklanmaktadır.
Hayes’in söz konusu ikinci örneğine bakacak olursak, Müslüman Arapların Hristiyan Araplarla Yahudi milliyetçiliğine karşı kardeşçe tavır takınması söylemi esas olarak milliyetçilik ile ilişkilendirilemez. Zira bahsi geçen dönemde, ortada Arapların öncelikle dini bir kaygısı söz konusudur. İsrail ismiyle Filistin topraklarında kurulan yeni milliyetçi Yahudi devletinin üç semavi din için de kutsal kabul edilen Beytülmakdis’i de içerisine alan topraklar üzerindeki emelleri ve girişimleri sadece Arap toplumlarını değil, bütün İslam ve Hristiyan ülkelerinde tepkiyle karşılanmıştır. Kudüs’e sadece Müslümanlar değil, Hristiyanlar da kutsiyet atfetmektedir. Nitekim Hristiyanlık dininin en kutsal mekânı olarak görülen Kıyamet Kilisesi Kudüs’tedir. Müslüman Araplar ile Hristiyan Arapların, Yahudi milliyetçiliğine karşı birlikte hareket etmelerinin altında milliyetçiliğin hiç olmadığını söylemek doğru olmayabilir, ama bu birliktelikte din merkezli bir yaklaşımın ağırlık gösterdiğini söylemek de yanlış olmayacaktır.
Yukarıdaki iki meseleyi böylece tahlil etmiş olmak, milliyetçiliğin İslam dini ile bir etkide bulunmadığı anlamına gelmemelidir. Daha önce İslam dininin teorik olarak milliyetçilik ile kesin bir ayrım sergilediğini ancak bunun gerçekte tezatlık gösterdiğini söylemiştik. Şimdi, milletçilik temayülünün İslam dini karşısındaki durumunu birkaç misal ile ele alabiliriz. Bugün milli devletler için ulusal güvenlikten daha kritik bir seviye söz konusu değildir. Yeri geldiğinde devletin vatandaşları dahi ulusal güvenliğin sağlanması için feda edilebilmektedir. Devletin bekasını tehdit eden veya risk oluşturabilecek bütün unsurlara karşı düşmanca bir tavır sergilenmektedir. Günümüzde bu devlet modeli bütün milli devletler için kabul görmektedir. İslam ülkelerinde yeri geldiğinde İslam’ın kendisi milli devletin ulusal güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak görülebilmektedir. Bunun sebebi şüphesiz milliyetçilik bağlamında devlete atfedilen kutsiyetin dinin önüne geçmesi ve dini tahakküm altına almasındadır. Bireylerin dini inançlarını yaşayabilmesi ve dini organizasyonların varlığı devlet kontrolüne bağlı duruma gelmektedir.
Devletler (hükümet) ulusal güvenlik ve din arasında bir seçim yapmak durumunda kaldığında şüphesiz dini arka planda bırakmaktadır. Müslüman olan İran’ın yine Müslüman olan Azerbaycan ile Ermenistan devletleri arasındaki çatışma ve uyuşmazlıklarda, Ermenistan lehine taraf takınması bu durum için önemli bir misal teşkil etmektedir. Müslüman olmasının yanı sıra, İran’ın Şiilik mezhebinin de çoğunlukta olduğu Azerbaycan aleyhine hareket etmesi, İran’ın ulusal güvenliğine uygun düşmektedir.
Milliyetçilik ve dindarlık ikileminin yaşandığı başka bir örnek olarak Türkiye’deki laik ve üniter devlet yapısı karşısındaki İslam ve Kürt unsurları ele alınabilir. Türkiye’de Türkçe ezan okutulması, Kürtçe konuşmasının yasaklanması, dindarlığı temsil eden sembollerin kamu kurumlarından dışlanması gibi yaklaşımlar yine ulusal güvenliğin sağlanması çerçevesinde gerçeklemiş ve söz konusu unsurlar milli menfaatlere tehdit olarak görülmüştür. Hayes, milliyetçilik dinin önemli bir karakteristiğinin tahammülsüzlük olduğunu söylerken yanılmamıştı. Nitekim, siyasi temayülleri bir tarafa bırakacak olursak, coğrafi bir tanımlama olarak “Kürdistan” tabirine Türkiye’deki ulusalcı kesimin yanı sıra dindarlar dahi tahammül edememektedirler.
Görüldüğü üzere, milliyetçilik diğer geleneksel dinlerde olduğu gibi İslam dini karşısında da nüfuzunu korumakta, milliyetçilik dini dindarlar arasında yeri geldiğinde İslam’a muhalif olabilmektedir.
MİLLİYETÇİLİĞİN YIKICI ETKİLERİ KARŞISINDA HRİSTİYANLIK
Hayes bahse konu olan kitabının son kısmında şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Bir hıristiyan olarak samimiyetle inanıyorum ki, Afrika ve Asya (Avrupa emperyalizmine bulaşmamış) hıristiyan misyonlarına tahammül gösterdiği ve hıristiyan iman ve ahlâkının etkisi altına girdiği ölçüde, bu kıtalarda yükselen sabit fikirli (obsessive) milliyetçilik daha az dışlayıcı, daha az hasmâne ve milletlerarası işbirliği ve barışın korunması daha elverişli hale gelecektir.”
Her din, kendisini barış ve selametin kaynağı olarak görmektedir. Bu sebeple her dinin mensupları da inançlarının dünya hayatı için en hayırlı düzen olduğunun misyonerliğini yapması normal bir durumdur. Ancak Hayes’in Avrupa emperyalizmine bulaşmamış şerhi, anlamsız bir o kadar da cüretkâr bir yaklaşımdır. Acaba, Afrika ve Asya’da Avrupa emperyalizminin sömürmediği bir bölge kalmış mıdır? Hindistan’dan Çin’e, Kuzey Afrika’dan Ümit Burnu’na Avrupalının adım atmadığı bir toprak parçası var mıdır? Öte yandan, Afrika ve Asya’da yıllar boyunca siyasi, idari ve ekonomik fırsatları elinde bulunduran, imkanları sömüren Avrupalının dini Hristiyanlık değil miydi? Afrika ve Asya’ya kan ve zulümden başka bir şey getirmeyen sömürgeciliğin (Avrupa emperyalizmi) dini olan Hristiyanlık inancı için Hayes’in yaklaşımı beyhude bir temenniden ibaret olsa gerek.
Hayes, yıkıcı milliyetçilik dinine karşı Hristiyanlık imanı ve ahlakını öne sürerken, düşünceleri arasında bir tezatlık meydana gelmektedir. Zira Milliyetçiliğin Hristiyanlık kültü ile oluştuğunu, mayasını orta çağ inanışından aldığını da söylemişti. Bu çerçevede, özü Hristiyanlık inancına dayanan milliyetçiliğin yumuşatılması ve şiddet sarmalına dönüşmemesi için yine Hristiyanlığı panzehir olarak göstermek meseleyi bir paradoksa dönüştürmektedir.
SONUÇ YERİNE
Din ve Milliyetçilik literatüründe baş yapıtlardan sayılabilecek “Milliyetçilik: Bir Din” kitabı, Carlton J. Hayes’in milliyetçilik üzerine hayatı boyunca yaptığı çalışmaların özünü teşkil etmektedir. Milliyetçilik üzerine ekseriyeti kabul gören çarpıcı tespitleri ile bu alana ömrünü verdiğini tescillemiştir. Literatürde milliyetçilik çalışmalarında önemli bir referans olan Hayes, yeni entelektüel serüvenlere de rehber olmuştur. Bu bağlamda, Hayes’in milliyetçilik düşüncelerinin alanda otorite olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu durum, bütün düşüncelerinin doğru ve tartışılamaz olduğunu anlamına da gelmemektedir. Nitekim söz konusu kitabında tartışmaya ve tenkite açık fikirleri de bulunmaktadır. Milliyetçiliğin özünde Batı merkezli bir yaklaşım bulundurduğundan, diğer coğrafya ve toplumların milliyetçilik ile ilişkisi ele alınırken tartışmaya açık mevzuların oluşması yine bu toplumlarda milliyetçilik üzerine yeterli entelektüel çalışmaların olmamasından kaynaklandığı söylenebilir.
Milliyetçilik üzerine ittifak edilebilecek düşünce, özünde şiddet ve kuvvet temayülü olmasıdır. Zira 20. yüzyılda meydana gelen iki dünya savaşının önemli motivasyonlarından birisi de milliyetçilik olmuştur. Nitekim Hayes’in değindiği üzere, iki dünya savaşında ölen insan sayısı, orta çağda meydana gelen haçlı savaşlarında ölen insan sayısından çok daha fazladır. Bu durum milliyetçilik motivasyonunun dini güdülenmeden daha yıkıcı bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir.
Nasrettin GÜNEŞ
Yorum Yaz