İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
GİRİŞ
1876’da tahtı abisinin sağlık sorunları sebepleri yüzünden bırakmasıyla devralan Sultan 2. Abdülhamid Osmanlı İmparatorluğu’nun son 45 yılının 33 yılında padişahlık yapmıştır. Şüphesiz bu devir Avrupalıların tabiriyle hasta adamın son zamanlarıydı ve bu zamanda ülkeye padişah olmak Abdülhamid için çok zor bir işti. Gerek 1789 Fransız İhtlali’yle başlayan milliyetçilik akımının bünyesinde birçok millet barındıran Osmanlı’ya zararı gerek sanayi devriminde Osmanlı’nın gelişmeleri takip edememesi 19. yüzyılın 2. yarısını Osmanlı için çok zor kılmıştır.
Eserlerinde 1. Meşrutiyet’in ilanı, 93 Harbi yüzünden Meclis’i Mebusan’ı kapatılması, Kanun-i Esasi’nin duyurulması ve 2.Meşrutiyet’in ilanı olaylarını ele alıp olayların siyasal hayat açısından önemini vurgulayan Yılmaz Öztuna (2008), bu olayların 2. Abdülhamid’in siyasal hayata yönelik birçok kritik karar almasına sebep olduğuna dair eserinde atıfta bulunmuştur. Hatta Koloğlu (1987) “Kanuni olmak kolaydır, Abdülhamit olmak ise zordur” (1987) diyerek bu dönemin önemine ve zorluğuna dikkat çekmiştir. Meşrutiyetlerin ilanı, Jön Türkler ile arasındaki çekişme, istihbarat savaşları ve döneminde yaşanmış birçok olaylar Abdülhamid’in siyasal hayatta bazı sert kararlar almasına yol açmıştır. Bu kararlardan dolayı başlayan tartışmalar günümüze kadar ulaşmış hatta artarak devam etmektedir. Bu durumu “Hiçbir Osmanlı padişahının kişiliği ve saltanat dönemi, 2. Abdülhamid’inki kadar yoğun ve birbirine taban tabana aykırı yorumlara konu olmadı” şeklinde açıklayan Alpay Kabacalı (2005, s. 7) da tartışmaların önemine dikkat çekmiştir .
1. PADİŞAHIN ALDIĞI KARARLARIN GEREKLİLİĞİNİ SAVUNANLAR
2. Abdülhamid'in verdiği kararlar herkes tarafından kabul olunduğu üzere sert ve kesin kararlardır. Ne kadar padişahın döneminde ve İttihatçi Terakki Dönemi bitişine kadar alınan bu kararların gerekliliğini savunan önemli bir topluluk olmasa da, sonradan özellikle ideolojik tutumlar yüzünden başlayan bir “Abdülhamidcilik” akımı Necip Fazıl Kürek’in Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965) adlı eseriyle toplum nezdinde önemli bir yer edinmiştir. Artık Abdülhamidci olmak geleneğe sahip çıkmak, Ümmetçi olmak anlamına gelmeye başlamıştır. Alınan bu kararları savunuculuğunu yapan grubu “güvenlik açısından savunanlar” ve “merkezi otoriteyi koruma açısından savunanlar” şeklinde ikiye ayırmak mümkündür.
A. KARARLARIN GÜVENLİK AÇISINDAN ALINDIĞINI SAVUNANLAR
2. Abdülhamid’in padişahlık dönemini, Osmanlı İmparatorluğu’nun son can çekişleri ve dünya savaşının arefesi olmasından dolayı ateş kazanı diye tabir edebiliriz. İnsan hayatının bir öneminin kalmadığı ve sürekli siyasal olaylardan dolayı ölümlerin yaşandığı bu devirde, Abdülhamid’in politikasını “Özgürlük mü güvenlik mi?” sorusuna dayandırırak argümanlarını öne çıkaran Mustafa Armağan (2009, s. 24), meselenin güvenlik üzerinden “Tamam mı devam mı? ” olduğuna dikkat çekmiştir.
Abdülhamid’in tahta geçerken ilk başta kurtlarla anlaştığını, daha sonradan ipleri yavaş yavaş eline aldığı iddia edilmiştir. Bu kurtlar bu gruba göre siyasi düzendeki, yurt dışıyla çıkar amaçlı bağlı yönetici ve askerlerdi. Tanzimat’tan beri başlayan bu Batılılaşma hareketini bilim ve teknoloji hareketi olarak kalmadığını, ülkenin toptan geleneksel ve milli değerleri reddetmesi olarak nitelendiren bu grup, bu hareketin toplum güvenliğini tehdit ettiğini, toplumun kültürel düzeyinin de buna yeterli olmadığını ve bunun ülke genelinde bir kaosa sebep olacağını iddia etmişlerdir.
Abdülhamid’in kararlarını güvenliğimiz açısından gayet doğru bulan Mustafa Müftüoğlu (1989) da “İsabetli politikasıyla Osmanlı İmparatorluğunu 33 yıl daha ayakta tutan, dolayısıyla ‘Hasta Adam’ mirasını bekleyenleri hüsrana uğratan Sultan A. Hamid’in düşmanları pek çoktur. Onun düşmanları Türk milletine de düşmandırlar” diyerek desteklemiştir . Buna en büyük kaynak olarak da Mehmet Aydın (2001) “Abdülhamid Han'ın Liderlik Sırları” adlı kitabında, Abdülhamid’den sonra yönetime geçen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ülkeyi 10 yıl bile yönetemediğine ve ülkenin güvenliğinin bozulduğuna atıfta bulunmuştur.
İbni Haldun’un dediği gibi “Devletler insan gibidir; yaşar, büyür ve ölür“ ve Osmanlı da artık tarih sahnesinden çekilmek üzereydi. Abdülhamid, Abdülhamidciler’e göre Osmanlı’nın en zor zamanında padişahlık yapmıştı. Ülkenin dört bir tarafı kendini mala, mülke veya kadını satmış vatan hainleriyle doluydu. Özgürlükçülerin derdi asla halkın hakları ve ya demokratikleşme değildi. Mesele dış devletlerin gücüyle ülkeyi kontrol altına almaktı hatta Rus harbi öncesi İstanbul’da yapılan Tersane Konferansı’nda Osmanlı’nın delegelerinin görüşleri bile ele alınmamış ve Abdülhamid meclisin açıldığını duyurarak hem içerdeki özgürlükçülere hem de dış devletlere iyi niyet göstermiştir. Abdülhamidciler yukarıda bahsettiğim gibi özgürlük iddiasında olan fakat aslında İngiltere’nin güdümünde olduğunu hatta Abdülhamid’in İngiltere’ye karşı direnmesinin birçok sebebi olduğu iddia edilmiştir. Ülkenin birçok yerinde kaos çıkaracak teşebbüslerin yaşanması özellikle Bâb-ı Âli’deki İngiliz taraftarı paşaların kullanılmasıyla toplum düzenini ve güvenini bozup padişaha karşı bir siyasi atak yapıldığına atıfta bulunan Orhan Koloğlu ( 1998, ss.186-198), padişahın da bu durum karşısında verdiği ceza kararların gerekliliğine işaret etmiştir. Bu kadar hainliğin tavan olduğu ve vatan hainlerin özgürlük ve insan hakları arkasına sığındığını; özgürlüğün ve demokratik bir ülke yapısının muhalifler için önemli olmadığını iddia eden Abdülhamidciler, padişahın tüm kararlarını milletin huzuru ve güvenliği için aklıselimlik içinde aldığını dile getirmişlerdir. Hatta padişahın milletin güvenliğinin ve özgürlüğünü düşündüğünü sadece şuan için yeterli kültürel sermayeye sahip olmadan demokratikleşmenin ülkeyi kaosa götüreceğini dile getirmişlerdir. Fakat padişaha muhaliflik durumu artık sınırı aşmıştı ve sultanın kızı olan Ayşe Osmanoğlu (2003) “Babam Sultan Abdülhamid” adlı hatıratında sultana karşı yapılan bombalı suikastten bahsedilmiştir.
Muhalif isimlerden biri olan Tevfik Fikret’in (1905) Ermeni suikastçiye ithaf ettiği “Bir Lâhza-i Ta’ahhur” adlı şiirinde “Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman/ Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı” dizeleri padişahı savunanlar tarafından artık meselenin demokratikleşme değil ülkedeki güvenliğin bozulup padişahın tahtan indirmesi olarak yorumlanmıştır. Sonuç olarak, Abdülhamidciler padişahın kararlarının milletin selameti için yerinde bulup siyasal hayatı bu alınan kararlar ile dizayn etmesinde bir despotluk görmeyip padişahın kararlarının gerekliliğini savunurlar.
B. MERKEZİ OTORİTENİN KORUNMASI AÇISINDAN ALINAN KARARLARI SAVUNANLAR
Osmanlı İmparatorluğu’nun artık hasta adam olarak ifade edilip kalan parçaların hangi devletin olacağı tartışmaların başını alıp gitmesi ve devletin çoğu alanda diğer devletlere göre geri kalması sebebiyle merkezi otoritenin iyi tutulması lazımdı. Özellikle hilafet propagandasını hem iç hem de dış siyasette devletin menfaatleri için padişah etkili bir biçimde kullanmıştır. Hem hilafet anlayışını kullanıp hem siyasal hayatta demokratikleşme faaliyetlerini yürütmek uygun değildi ve özellikle Jön Türkler’in muhalif anlayışı sonradan İttihat Terakki’nin takındığı milliyetçi tavır merkezi otoriteyi zayıflatmış ve halifelik makamını kullanılamaz hale getirmiştir. Özellikle Jön Türkler’in ülkeye verdiği zararı 2. Abdülhamid ve Jön Türkler adlı eserinde atıfta bulunan Necmi Alkan (2009), Jön Türkler’in padişahın elini zayıflattığını ve ülkeyi yönetirken tamamen serbest davranamadığına dikkat çekmiştir. Merkezi otoritenin sağlam tutulması hem devletin hem milletin selameti için en uygun durum olarak yorumlanmıştır. Özellikle merkezi otoritenin iyi tutulup halifeliğin gelişen teknolojik imkanlarıyla beraber kullanılması imparatorluğun ömrünü 30 yıl daha uzattığını savunulmuştur fakat siyasal hayattaki muhalif gruplar padişaha sürekli Meşrutiyet ilanı için baskı yapmış ve halifelik gücünü önemsememişlerdir. Bu bakımdan padişah siyasal yapıyı kendi hedef ve çıkarlarına göre dizayn etmiştir.
Kendi hedef ve çıkarları Abdülhamidciler’e göre muhakkak devletin ve milletin çıkarıydı ve sultan kendi elini güçlü tutarak yani merkezi otoriteyi sağlam kılarak aklı ve imanıyla bu zor dönemi ustalıkla yönetmiştir. Hatta Mustafa Armağan(2014, s.137) “Midhat paşa ne yaptığını bilen birisi gibi ama o da içine itildikleri mücadelenin giriftliğini kavrayacak dirayetten mahrum. Nitekim ilk yaptığı işlerden birisi, arkadaşı Namık Kemal’ı bir mutasarrıflığa göndererek ondan kurtulmak oluyor. Yani 1. Meşrutiyet’i ilan ettiren kadro, birbirini yemekle meşgul.” dizelerini kitabında yazarak padişahın merkezi otoriteyi güçlendirirken muhalifleri birbirine düşürerek siyasal hayatı nasıl dizayn ettiğini gösteriyor.
Birçok muhalifin iddia ettiği padişahın eli kanlıydı kendi otoritesi için birçok siyasetçinin canına kıydığını yalanlayan Ali Akyıldız (2012, s. 63) padişahın ölüm cezasını sevmediğini, çoğu idamı ömür boyu hapis cezasına çevirdiğini ve sadece 2 tane kayıtlı idam cezası olduğunu belirtmiştir. Yani merkeziyetçi otorite güdülüp siyasi hayattaki muhalifler temizlenirken zalimce bir yolun izlenmediğini dile getirmiştir.
Sultan Abdülhamid’in güttüğü Yıldız Merkez Siyaset anlayışı gerçekten çok güçlü idi. Padişah kurduğu teşkilat sayesinde her şeyi öğreniyor, herkesin ne düşündüğünü biliyor ve ona göre davranıyordu. Otoriter güçten hiç taviz vermeyip vatanın menfaatine olacak kararlar aldığını savunulmuştur. Padişahın 93 Harbi’nde Osmanlı’nın mağlup olması üzerine “Bu meclisi ben topladım, şu efendi evvela bunu bilmiyor. Ve şimdi Rusların sevk edecekleri fırkanın İstabul’a girmesi şu mecliste kabul olunmaz ise benim yapacağım bir vazife kalmıştır. O da içinizden kimler bana uyar ve tabaamdan arkama kimler düşerse onları alıp ölünceye kadar cenk etmektir” (Koloğlu,1987) sözlerini söyleyip 14 Şubat 1978’de meclisi tatil etmesini merkezi otoritenin güçlü tutulmasına örnek verilir. Halk iradesinin göstergesi olan meclisin kapatılmasını, padişahın siyasi düzeni olayların nabzına göre padişah tarafından değiştirilmesi Abdülhamidciler tarafından olumlu karşılanmıştır. İşte padişah otoriyetçi bir yapıyı kendi çıkarları için değil imparatorluğun kötüye giden gidişatını değiştirmek için kullandığı Abdülhamidciler tarafından savunulmuştur. Bu topluluğa göre önemli olan milli ve dini değerler etrafında padişah sayesinde birleşip otoriteyi koruyup devletin iyiye gitmesini sağlamaktır ve bu yüzden padişahın kararlarının gerekliliğini savunurlar.
2.ABDÜLHAMİD DÖNEMİNİ İSTİBDAT DÖNEMİ OLARAK NİTELENDİRENLER
Bu dönemde sultanın tarafından verilen emirlerin birçoğunun siyasal hayata karşı zalimce yaptırımlar içerdiğine dikkat çekilir. Dönemin muhalifler tarafından “İstibdat Dönemi” olarak adlandırılmış ve birçok masum insanının sorgusuz sualsiz canının alındığına, sürgün cezalarına ve aydın kesimin yok edildiğine dikkat çekilir. Bu tartışmalı dönemi eleştirenlerin argümanlarını hafiyelik ve sansür açısından iki başlık altında toplamak olanaklıdır.
A. YOĞUN HAFİYELİK FAALİYELETLERİN DOĞURDUĞU SONUÇLAR AÇISINDAN ELEŞTİRENLER
19. yüzyıl sonlarında artık cephe savaşlarının yanında istihbarat savaşları da gelişen teknolojik imkanlarla beraber büyük bir önem kazanmıştı. Abdülhamid zamanında da gelişen önemli iç ve dış olaylar yüzünden 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı kurmuştu. Elbetteki o zamanki süreçte devletin bir istihbarat kurumuna ihtiyacı vardı ama muhalifler bu istihbarat kurumunun direk sultana bağlı olup devletin diğer kurumlarından bağımsız olmasını doğru bulmuyorlardı. Hafiyelik olayı o kadar ilerlemişti ki sokaktaki manav, kasap vb. normal insanlar bile görevlilere jurnal veriyordu hatta maaş alanları dahi vardı.
Padişah en küçük önemsiz istihbarata göre bile sorup soruşturmadan biri hakkında hüküm verebiliyordu. O zamanda yaşamış siyasi yönetici Süleyman Kani İrtem (1999,ss.5) “Abdülhamid, casusluğu saltanat ve hükümetinin manivelası haline getirmiştir; zamanında hafiyelik devlete ait bir teşekkül mahiyetini almıştır” diyerek hafiyelik teşkilatının tamamen padişahın arka bahçesindeki olaylar için kullandığı bir kurum olduğuna dikkat çekmiştir.
O döneme bakıldığında padişahın yanında özellikle şuanki Abdülhamidciler’in de sevip saydığı Mehmet Akif Ersoy ve Said Nursi de dahil kimse durmamıştır. O zamanki siyasal hayattaki önemli insanlar ve aydın kesimin büyük bir çoğunluğu padişaha muhalifti ve padişah özellikle kendi kurduğu devletin ilk sistematik istihbarat teşkilatı sayesinde muhalifleri düşünce ve gruplarına göre fişliyordu. İhsan Güneş (1997, ss. 223) de bu durumu şöyle açıklamıştır : “Kurulan hafiye örgütü ile insanların siyasal yönetime karşı olan tavırları izlendi. Dolayısıyla serbest katılımcı düzene yönelişe son verildi.”. Bu ilk başlarda devlet kademesindeki paşalarla başlamıştı fakat bunu yetmediğini gören padişah muhaliflerin önemli seslerini de getirilen jurnallere göre değerlendiriyor oyununu ona göre oynuyordu. Birçok önemli kişiyi de sürgüne gönderiyor veya değişik şekillerde etkisiz hale getirip devletteki merkez kontrolü eline alıyordu.
Muhalifler hafiyeliğin padişahın görünmeyen bir kanlı eli olduğunu iddia etmişlerdir hatta Süleyman Kani İrtem (1999, ss. 15) gelen istihbaratlara göre sultanın yeni bir “bendegan” ve “paşazadeler” sınıfı yarattığını söylemiş hatta “ Abdülhamid paranın sihirli ve mıknatıslı bir madde olduğunu pek iyi bilirdi! Kendisinin ömür ve devletine dua edecek, etrafta kendi lehine propaganda yapacak adamları araştırır, bulur, hatırlarını birer suretle alırdı” diyerek Abdülhamid’in paranın gücünü aldığı istihbaratlar neticesinde kullanarak siyasal hayatı dizayn ettiğini belirmiştir. Buna örnek olarak da yine aynı kitabında Fuat Paşa yalısı ve arazini Hasan Paşa’ya padişah tarafından ihsan edildiğini ve daha birçok çiftliğin muhalifleri kendi tarafına çekip özgürlük taraftarlarını bölmek için kullandığını iddia etmiştir (İrtem,1999,s.17). Yine muhaliflere göre bir çok meşrutiyetçinin canına kıyıldığını sebebinin de kaynaksız ve güvenilirliği olmayan jurnaller olduğu iddia edilmiştir. Hatta istihbarat işi öyle bir raddeye varmıştı ki Abdülhamid tahttan indirildikten sonra on binlerce istihbarat dosyası sarayda depolanmış halde bulundu ve yakıldı. Aslında muhalifler padişahın siyasal hayatı dizayn ederken takındığı diktatörvari tavrı onun kişiliğine bağlamışlardır. Süleyman Kani İrtem(2003, s. 159) bir diğer “ Bilinmeyen Abdülhamid Hususi ve Siyasi Hayatı” adlı kitabında sultanın babasının oğluna “Benim kuruntulu oğlum” diye hitap ettiğine atıfta bulunup padişahın her şeyi bilmek istediğine atıfta bulunmuş.
Padişahın kişiliği üzerinden yapılan bu yargılamalara ek olarak Mehmet Akif Ersoy’un (2009) da “Safahat” adli şiir kitabında da
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,Koca Şevketli! Hakîkat bunu etmezdim ümid.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşörler, o al fesli herifler sayısız
dizeleriyle padişahın korkak bir kişiliğe sahip olduğuna dem vurmuştur. Şuana kadar da bahsettiğim üzere muhalifler, istihbarat teşkilatının diktatör rejimi besleyen önemli bir damar olduğunu iddia etmişlerdir ve bu teşkilat 19. yüzyılın sonlarındaki binlerce aydın ve paşaların engellendiğini hatta sürgün ve ölüm cezalarının verilmesine sebep olduğuna dikkat çekmişlerdir.
B. MEDYAYA UYGULANAN YOĞUN SANSÜRÜN SİYASİ OLAYLARA ETKİSİ AÇISINDAN ELEŞTİRENLER
Matbaanın Osmanlı’da kullanılmasıyla beraber ilerleyen yıllarda resmi ve özel gazeteler toplumda iyice yerini almaya başlamıştı. Birçok gazete kurulmuş ve başta gazeteler olmak üzere afişler ve birtakım broşürler artık medyayı oluşturmaya başlamıştı. Gittikçe önem kazanan medya halk tarafından da okunup kabul olunmaya başlamıştı ve bir süre sonra otorite tarafından bunların kontrol altına alınması gereği duyuldu.
Muhaliflerin düşüncelerini ve amaçlarını anlattıkları en iyi yer olan gazetelerde, muhalifler padişaha karşıt bir tutum izleyerek meşrutiyetin daha geniş çaplı olmasını halkın iradeye daha güçlü bir şekilde katılmasını istiyorlar ve bunları gazetelerde halka aşılamaya çalışıyorlardı. Başarılı da olmuşlardı zaman zaman halktan azımsanamayacak derecede olumlu tepki alıyorlardı. Fakat bu durum muhalifler açısından padişahın menfaatlerine uymuyordu. Padişah da bu sebepten dolayı gazetelere yoğun bir baskı uygulamaya başlamıştı. Bu baskıyı o kadar ileri düzeydeydi ki Süleyman Kani İrtem (1999, s. 221) “Beşinci Sultan Murad’ı hatıra getirebilir diye umumiyetle ‘Murad’ ismi zikredilmeyecek ‘Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin pederi cennetmekan denildiğini ifade etmiştir”. Sultan 5. Murad’ın da muhaliflerle arasının iyi olmasından dolayı padişah her zaman tetikte olmuş medya hususuna çok dikkat etmiş en küçük siyasi bir eleştiri yapmayı bile yasaklamıştır ve muhalifler de bu tutumdan dolayı dönemi “istibdat dönemi” olarak tasvir etmişlerdir.. Hatta siyasi sansürlerden dolayı bilimle ilgili haberler maalesef tarihimizde ender görülecek şekilde gazetelerin ilk sayfasında yer almıştır. Buna ek olarak siyasi yayınlara yapılan olağanüstü sansür durumu yönetime yapılmak istenilen eleştiriler ve halka aşılanmak istenilen özgürlük fikrinin başka mecralara kaymasına sebep olmuştur. Özellikle roman ve tiyatrolarda bu konular işlenmiş ve birtakım yazarlara da çeşitli cezalar verilmiştir.
Muhaliflere göre Abdülhamid medyayı da sadece yoğun bir şekilde sansürlemekle kalmamış medyanın tutumunu da kendi lehine çevirmeye çalışmıştır. Cevdet Kudret (2000, s. 43) “Abdülhamit Devrinde Sansür” adlı kitabında “Abdülhamit’i övmek için yazılmış olanlar dışında, Türkiye’den söz eden her kitap gümrükte tutulur ve alıkonurdu” sözleriyle sultanın sadece muhalifleri engellemekle yetinmeyip otoriteyi de sağlamlaştırmak için yaptığı çalışmaları görebiliriz.
Abdülhamid siyasal hayatı kendi çıkarlarına göre dizayn ederken uyguladığı bu yöntem muhalifler tarafından ne kadar diktatörlük olarak tasvir edilse de muhalifler yasal yolları denemeyi de hiçbir zaman bırakmamıştır. Fatmagül Demirel (2007, s. 77) de bu durum üzerine “Gazeteleri herhangi bir sebepten dolayı kapatılan gazete sahipleri, gazetelerini yeniden açtırmak için Saray’a dilekçe üstüne dilekçe vermişlerdir. İşin ilginç yanı, bu dilekçelerin yalvarma üslubuyla kaleme alınmış olmalarıdır” diyerek yapılan sansürün ve kapatılan gazetelerin durumunun ne kadar aciz olduğuna atıfta bulunmuştur. Meşrutiyetin genişletilmesi düşüncelerini yaymakta en etkili araç olan medyayı kontrol edip siyasi düzene yol vermek tabi ki padişah için kaçınılmaz bir gereklilikti ve muhaliflere göre de padişah taht korkusundan dolayı medyayı kontrol altına alırken kendi istediği haberleri yaptırmış, koltuğunu sağlamlaştırmış ve özgürlükçü insanların aleyhtarlığında propaganda ve haberler yaptırmıştır.
SONUÇ
Tarihi olayların okuması yapılırken dikkat edilmesi gereken ilk kural, olayın yaşandığı zamandaki çağın şartlarını ve mevcut durumunu iyi analiz etmektir. Biz Türk milleti genelde olayları ele alırken şahıslar ve durumlar hakkında karar verirken çok toptancı davranıyoruz. Olaylar değerlendirilirken ele aldığımız şahsın tek bir hatasını kendi ideolojik tutumumuza göre değerlendirip o şahsı bütünüyle karalayabiliyoruz. Özellikle bunu 2. Abdülhamid ele alınırken görebiliyoruz. Oysaki Abdülhamid’in hüküm sürdüğü yıllar gerçekten hem sultan için hem muhalifler için değerlendilirken bir çok detayı barındırıyordu. Bu detaylar iyice analiz edilmeden bir yargıya varmamak lazım. Metin boyunca da yapılan çalışmalardan alıntılar yapıp tarafların argümanlarını tarafsızca açıklamaya çalışıp değerlendirdim. 19. yüzyıl siyasal hayatını Abdülhamid’in büyük bir şekilde etkilediği tartışılmayan bir durumdur. Bir yandan padişahın siyasal hayattaki etkilerini ve kararları gerekli olarak görülürken, diğer yandan ise muhalifler bu tutumu despotluk olarak görmüşlerdir. Aslında da Alain’in de dediği gibi “Tarih, geçmişi yargılamaktan başka bir şey değildir.”
Furkan ÖZBEK
KAYNAKÇA
Yorum Yaz