İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Tozlanmış tarih aynasının tozları arkasında adeta bize göz kırpan mahzun hayatlarla, şirazesi bozulan bir kitabın dağılarak rüzgarda savruluşu ve yok oluşu gibi tarih rüzgarında yitip giden umutlarla ve yere düşüp parçalanmak suretiyle ezilip yok olan nar taneleri ile aynı kaderi paylaşan Moriskolar ile hemhal olma sözü ve niyeti ile gönül dümenimizi İber yarımadasının güneyinde Akdeniz’in ılık sularının getirdiği dalgalarla kendinden geçen ve sıcaklığını kendi ile hasbihal etme arzusunda olan ademoğluna veren – Endülüs’e çeviriyoruz. Gök kubbe altındaki keyifli bir yolculuk ardından biz, dalgaların adeta küçük bir kız çocuğunun saçlarını tararmışçasına Malaga kıyılarına usul dokunuşlar yaparak kendini geri bırakmasını izlerken uçağımız havaalanına iniş yapıyor. Fenikeliler’in Malaka ismini verdiği Malaga ile kucaklaşmamız güneşin içimizi ısıttığı serin bir bahar gününe tekabül ediyor. Bu şehir güneşin altında adeta inci bir gerdanlık gibi parlıyor ancak, Malaga ile hasbihalimiz çok uzun sürmüyor. Fiqus ağaçları arasından geçerek Gibralfaro tepesinden şehri panoramik bir şekilde temaşa ettikten ve yaklaşık dört saatlik bir kanat çırpışının ardından yolculuğumuz için Endülüs Emevileri’nin son kalesi ve son umudu olan Gırnata için teker dönmeye başlıyor.
Yol boyunca vasıtanın camına yansıyan zeytin ağaçları film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçip giderken Yahya Kemal’in dizeleri hatırımıza geliyor ‘Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı.../ Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...’ diye hislenerek ve seyahatimizin milli marşını içimizden mırıldanarak Gırnata’nın kalbinde açan o kızıl güle doğru mesafeleri arşınlamaya devam ediyoruz. Ancak bir yandan da- ahir ömürlerinde Gırnata’yı dünya gözü ile görerek ya da görmeyerek bazı muharrirlerin ve şairlerin kaleme aldıkları satır aralarında zihnim bulanık bir şekilde dolaşmaya başlıyorum. Acaba bu kelimeler ya da ifadeler onların zihin dünyalarındaki Gırnata mefhumunu anlatmaya yeterli miydi? Yahut, gerçekten o acıları yaşayan insanların anlam dünyalarını paylaşabilmişler miydi?
Başımı yasladığım ve uzaklara dalıp gittiğim buğulu hayal perdesini adeta geçmişin acılı tablolarını unutarak bugüne dönmek istercesine araladığımda ve silkinerek başımı kaldırdığımda karşımda olağanca heybeti ile şehrin koruyuculuğunu üstlenmiş muhafızlara benzeyen Sierra Nevada dağları ile göz göze geliyorum. Anlıyorum ki Nasıri hanedanın sırtını yaslamak için bu heybetli dağlardan başka kimsesi kalmamıştı. Endülüs Emevileri’nin son kalesi olan Gırnata ile hasbihal edişimiz Hristiyanların ‘semana santa’ bayramı olarak kutladıkları Paskalya dönemini de içine alan serin ve özellikle akşamları kış havasını hiç aratmayan bir Mart ikindi vaktine nasip oluyor. Kimine göre kanı; kimine göre güneşin kızıl bir tepsi gibi ufuk çizgisinden bu toprakları şenlendirmesini simgeleyen nar gibi kızıl olan bu şehirde Yahya Kemal’in üçüncü kırmızısını arama düşüncesi ile onun tan vakti olduğunun heyecanına kapılarak şehirdeki ilk durağımız olan Arapça kamusta ‘atmaca avcıları’ anlamına gelen Al-Baizan tepesine doğru tırmanıyoruz. Al-Baizan, gönül penceresinden bakmasını bilenler için, en hareketli ve civcivli cadde yahut mekanlarından en dar sokaklarına ya da en ücra köşelerine kadar kartpostalları süsleyecek güzelliğe ve aynı zamanda bembeyaz evlerin balkonlarındaki rengarenk çiçeklerle insanın aklını başından alan bir çekiciliğe sahiptir. Bembeyaz evler arasındaki her biri farklı sürprizlerle dolu daracık sokaklardan ilerlerken rehberimiz kulaklarımıza patyo adı verilen bir kavram fısıldıyor; ve ekliyor: Patyo, avlu- bahçe anlamına geliyor ve evlerini gezmek isteyenler için ev sahibi hanımlar misafirlere kapıları ardına kadar açıyor… Albaizan’daki hanımların ne kadar sıcak kanlı ve misafirperver olduklarını düşünmeden edemiyorum.
Güneş tam ufuk çizgisinde bizimle vedalaşmak için dakikalar sayarken o sırada kulağımızda bir tını beliriyor. Tanıdık bir melodiydi: Flamenko… Bulunduğumuz mekanın ambiyansına uygun olması hasebiyle, adımlarımızı İspanyol müziğinin ahengine bırakarak sesin geldiği yere doğru ilerliyoruz. Flamenko ezgilerinin geldiği yere ulaştığımızda yüzlerimizde istemsiz bir şekilde minik minik tebessümler neşet etmeye başlıyor. Gördüğümüz güzellik karşısında donup kalmıştık. El-hamra bir şiir gibi dört başı mamur bir şekilde olanca heybetini tan vaktinden aldığı kızıl renk ile bizlere arz-ı endam ediyordu. Onu tan vakti ilk kez görmenin verdiği heyecanla bizler hayran hayran onu izlemeye dalmışken, Gırnata’nın kalbinde açan bu kızıl gül kulaklarımıza eğilmek suretiyle kıs-kıs gülerek ve sanki emir verir gibi ‘Herkes fotoğraf makinesinin başına’ komutunu fısıldıyordu…
Nane ferahlığı veren Sierra Nevada’nın temiz havasını içimize doyasıya çekerken hoşgeldiniz anlamında ikram edilen nane çaylarımızı içerken gözümüzü de manzaradan alamadık bir an için…
Bendeniz bir şehri sadece bir turist gibi ya da oryantal bir bakış açısı ile değil sokaklarında kaybolurcasına ve tabii ki felsefemize uygun bir şekilde yani, bir seyyah gibi gezmeyi daha çok tercih ederim. Maalesef ki bu gezme işi mesai saatleri içinde pek fazla mümkün olmuyor. Çünkü gündüz vakti şehirlerde hele ki 21. yy şehirlerinde sadece hıza odaklanmış insanların monoton bir tempo içinde adeta bir köle gibi yaşamın farkına varmadan oradan oraya koşuşturma içinde olmaları her zaman canımı acıtmıştır. Bu nedenledir ki aynı zamanda bir geleneği bozmamak adına konaklama yerine yerleştikten ve akşam aşlarımızı yedikten sonra, gece vakti daha sakin ve daha güzel olan şehrin kalbine dokunmak isteyenlerle rehberimiz eşliğinde Gırnata sokaklarına keşif adımlarını atmaya başlıyoruz. Biraz önce gece şehrinin sessizliği ve sükunetinden bahsetmiştim ancak bu kez sükunetin yerinde yeller esiyordu. Hristiyan halkın ‘Semana Santa’ bayramı dolayısı ile insanlar sokaklara dökülmüş garip bordo, mor ve çeşitli renklerden kukuletaları başlarında bir grup insan, İsa ve Meryem’in elem ve çilesinin betimlenmiş olduğu temsili heykelleri omuzlarda taşıyarak bando alayı eşliğinde anma yürüyüşü yapıyorlardı. Bu manzara ile ilk kez karşılaşmamızdan olacak ki Kristof Kolomb’un Kraliçe Elizabeth’e Amerika kıtasının haritasını sunuşunu simgeleyen devasa heykelin önünde curcunayı izleyerek merakla ne yaptıklarını anlamaya çalıştık. Ancak bir süre sonra adeta sıkılmışlığın verdiği hızla devasa güruhu yararak kendimizi ismini nehirden alan Carrera de Darro'ya atmayı başardık. Darro nehri Gırnata’yı oluşturan Baizan tepesi ile Sebike tepesinin arasından Sierra Nevada’dan aldığı serin suları şehre hediye ederken biz de el-Hamra’yı mehtap altında yakalama umudu ile hızımızı bir doz artırıyoruz. İber coğrafyasında oluşan reconquista hareketi sonrasında yerlerinden edilen Nasıri hanedanından olan Muhammed bin Ahmer de bizim gibi bu tepeye umut içinde geldiğini tepeye ‘yeniden başlangıç’ anlamına gelen sebika ismini vermesinden anlıyoruz. Darro vadisinde bir süre ilerledikten sonra İspanyolların Comeras dedikleri Kameriyye kulesinin önünde bahar rüzgarından bulutları dağıtmasını rica edercesine mehtabı beklemeye koyuluyoruz. Belki umduğumuzu bulamayacağız ama bu tepeye umut içinde gelenlerin sadece biz ve Muhammed bin Ahmer olmadığını rehberimizin Linda yani Ayşe’nin hikayesinden bahsederken anlıyoruz. Kim bilir belki de Ayşe, vitraylarla süslü kaldığı yerin penceresinden umudun rengi olan beyazla harmanlanmış bir kasaba olan Baizan’a baktıkça geride bıraktıklarını ya da geleceğe ilişkin umutlarını yahut kaderinin ne olacağının hüzünlü bir bekleyişi içindedir…
Endülüs gezimizin ikinci günü olan serin bir bahar sabahında kahvaltıdan sonra tarihin ve geçmişin yıpratıcı ve unutturucu darbeleri altında ezilmeye yok olmaya yüz tutmuş yaşanmışlıklar ile yerinde hemhal olma amaçlı ve el-Hamra’nın tercüme-i halini bir de görüp hissedebilmek için kendimizi turunç ağaçları ile süslenmiş olan sarayın önünde buluyoruz.
Saray gezimizdeki ilk durağımız cennetin dünyada bir yansıması yahut cennet ile dünyayı birleştirmek amaçlı yapılan Cennet-ül Arifin bahçeleri oluyor. Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakarak İber yarım adasına geçmesinden sonraki dönemde, Abbasi hanedanın elinden kurtularak aynı topraklara 1. Abdurrahman’ın elinde bir hurma fidanı ile gelmesini milat kabul edebileceğimiz Endülüs medeniyetinin bahçe peyzajını süsleyen bir ağaç olarak Cennet-ül Arifini süslediğini henüz kapıdan ilk adımlarımızı attığımız sırada öğreniyoruz ve akabinde turunç ağaçları ve bizde mezarlık ağacı olarak bilinen selvi ağaçları bizlere eşlik ederken hurma ağaçlarının yerinde yeller estiğini üzüntü içerisinde gördüğüm zaman neredeyse manzara karşısında şaşırmıyorum. Tabi ki turunç ağaçlarına bakarken mest olmamak mümkün değil fakat Endülüs medeniyetinin izlerini meydanlarda yakan zihniyet ile bu topraklara mal olmuş aynı medeniyetin hurma ağaçlarının yerine sözüm ona batı medeniyetini simgeleyen turunç ağaçlarını diken zihniyetin aynı zihin ürünü olduğunu söylemeden edemeyeceğim…
Cennet-ül Arifin bahçelerini keyf içerisinde gezdikten sonra saray içi yerleşim yerlerini ve Ebu Serracin sarayını solumuza alarak yolumuza devam ettiğimiz sırada naçizane durumdan vazife çıkararak İbn Haldun’un medeniyet tasvirini acaba Endülüs Emevileri için mi yaptı diye içimden mırıldanmadan edemiyorum. Çünkü İbn Haldun aşağı yukarı aynı dönemlerde bu coğrafyalarda yaşamış ve onun bedaret, hadaret ve fesat üçlemesi tam da berberilerin bu coğrafyaya bedevi hayattan koparak gelmesi yerleşik hayata geçmesi ve son olarak fesat safhası zevk-ü sefa içerisinde bu bahçelerde tasavvuftan uzak bir şekilde çürüyerek son Gırnata emirinin kan dökmeden ağlayarak vermesi sosyolojik açıdan tam da bu kavramlarla açıklanabilir diyerek düşünürken hariçten gazel çalmayı bırakarak el-Hamranın hikmet işlenmiş motiflerle kaplı duvarları arasında hayran hayran dolaştıktan sonra el-Hamra’dan ve daha doğrusu Gırnata’dan ayrılık vakti gelip çatıyor…
Allah’ın izni ile sefer duasını ettikten sonra Gırnata’dan ayrılırken geriye tekrar dönüp baktığımızda geçmişin acılarına tanıklık etmiş sokaklar ve taşlar haricinde her şeyin olan bitenden bihaber olması içimde bir burukluk oluşturuyor. Meksikalı şair Francisco A. de Icaza’nın dediği gibi son bir tebessümle Gırnata’ya el sallarken; buradan sonraki durağımızın Sevilla olacağındandır ki rehberimiz Sevilla için Arab’ın aklını alan şehir latifesi ile sözlerine başlarken; İşbiliyye Arab’ın aklına başından aldı mı bilinmez ancak iki tepede bir gönül eden gırnata bu fakirin aklını başından aldı vesselam…
Yorum Yaz