İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
okuma süresi: 4 dakika 45 saniye
Epey zaman geçti. Avrupa ve Asya’nın buluştuğu şehirde geçirdiğim yedi yılın ardından ülkeme döndüm. Bu süre zarfında birçok şey kaçırdım ama… Her neyse, bu konuyu açmayalım. Önemli olan, önceden kafama takılan Pan-Afrikanist Bir Kadın şiiri, yeşil defterde çizilen resim ve Afrikanizm sanat anlayışını ortaya koyan kadını namütenahi bir özlemle hep düşünmemdi. Yaşım otuz beş oldu ve saçıma aklar düştü. Toplumumuzun bazı geleneklerine karşı çıktım. Birçok şeyi eleştirir oldum. Hayata tamamen bambaşka bir açıdan, bir başka tepeden bakar oldum. Yurtdışında geçirdiğim bu süreçte çeşitli toplulukların kültürlerini keşfettim. Bu keşif macerası, beni ülkemdeki toplumsal meseleleri yeniden yorumlamaya ve anlamlandırmaya itti. Artık tüm babalarımı öldürdüm. Babalık da bir yere kadar. Yaşım otuz beş; işte şimdi bazı şeylerin farkına varıyorum
“Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış[1]”
Küçükken, çok iyi hatırlıyorum, bir çoban hep derdi ki: “İki baba aynı evde yaşamaz.” Doğru bir tespitti. Çobanın o zamanlar söylediği cümlesine ve sözlerine şimdi farklı bir anlam yüklüyorum. İki ordu aynı ülkede, iki kılıç aynı kında, iki ağaç aynı kökte, iki tilki aynı inde olamaz. Çünkü güneş varken yıldızlar görünmez. Su ile yağ karışmaz. İki kurt aynı sürüye hükmedemez. Bir koltukta iki karpuz taşınmaz, tek kazanda iki aş pişmez, iki kaptan da bir gemiyi yürütemez. İşte burada söz konusu olan, kimin sözü geçecek, kimin sözü geçmeyecek. Çoban da on sekiz yaşına girdiğinde babasıyla anlaşmazlığa düştü. Çünkü babası onu kendi otoritesi altında tutmaya ve yaşatmaya çalışıyordu. Bu yüzden babasından kaçıp bahçemizde bahçıvan olarak çalışmaya başladı. Zaman zaman çay alıp yanına gider, onunla sohbet ederdim. Çoban, zarif ve anlayışlı bir adamdı. On yaşında olmama rağmen birçok konuda benimle istişare ederdi. “Tucuk, sen beni anlıyorsun,” derdi.
Tucuk’tum, tuhaf bir çocuktum. On yaşındaydım, ortaokuldaydım. Londra’dan gelen öğretmenim Elizabeth’e âşıktım. O da güzel giyinirdi. Türk edebiyatındaki Fahriye Abla gibiydi; güzel görünürdü. Yeşil gözleri vardı. Sawakin Adası gibi adalı kokardı. Neşe veren kahkahalar atardı. Bir de güzel bir parfüm kullanırdı. Elizabeth, İngilizce ödevlerimi kontrol ederken, ona yaklaşır, saçından esen kokuyu içime çekerdim. Bir gün futbol oynarken, sakatlanıp okula gidemedim. Ders saati gelince başıma fena bir ağrı bastı. Akşamleyin bizim şoför, öğretmeni alıp eve götürdü. Öğretmenimin parfümü kokusunu alır almaz baş ağrım geçti. Artık öğretmenimin kullandığı parfüm, sigara gibi bana keyif vermeye başladı. O gün içinde parfümü koklayamazsam, hastalanacak gibi olurdum. Babam sigaradan keyif alırken, ben parfüm kokusundan keyif alırdım. Öğretmenimle telafi dersimizi bahçede, açık havada baş başa yapardık. Beyna, teyze yoldan geçerken, “Vay be! Zenginlerin çocuklarına bak, beyaz öğretmenlerden ders alıyorlar”, dedi.
Babamla ilişkimi sorarsanız, berbattı. Asker ile albay arasındaki ilişki gibiydi. Çünkü babam zaten eski bir komutandı. Bu yüzden, erkeklerle ancak “emir verme yoluyla” iletişim kurması gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Bazen, “Oğlum, çok israf etme lan, bu parayı tüfek ağzından getirdim” derdi. Ardından sigarasını yakar, kahkaha atar, hatta diğer villadaki Yobo ailesi bizi duyardı. Babam her ne kadar varlıklı bir adam olsa da düşünce yapısı oldukça yüzeyseldi. Düşünceleri hep para ekseninde şekillenirdi, yani maddiyatçıydı. Hafta sonları, evimizin bahçesinde albaylar, başsavcılar, Ticaret Bakanlığı'nın genel sekreteri ve Emniyet Müdürü arkadaşlarıyla bir araya gelirdi. Hayvan keser, millî şarabımızı içer, gitar çalarlardı. Onlar aynı okuldan arkadaş oldukları için birbirlerini iyi anlarlardı. Babam, arkadaşlarını biraz da olsa kullanıyordu. Bu yüzden böyle ziyafetler düzenliyordu. Amacı, yurt dışından ithalat ve ihracat yaparken vergi ödemeden malını geçirmekti. Yanlış anlamayın, şimdi baktığımda babam haramzade veya talancı bir adam değildi. Bu işi ülkemize gelen yabancılardan öğrenmişti. Babam bazen devlete süresiz borç bile veriyordu. Ülkedeki en yüksek maaşı veren şirket de onun Maik Holding Grubu’ydu.
Babam, arkadaşlarıyla bir araya gelince özel şeflerini getirirdi. Bu şeflerin başında Senegalli Busanaa Ba bulunuyordu. Busanna Hanım, kısa etekli, ne şişman ne de zayıf bir kadındı. İki dişi kalmış, Bija dedemin tabiriyle tam bir Afrikalı ceylan. Nedense hafta sonları bahçeye çıkmam yasaktı. Ama ben olup bitenleri, bahçeye nazır pencereden izlerdim. Dediğim gibi, tuhaf bir çocuktum ama tuhaflığım genetikti. Bu tuhaflık babamdan bana geçmişti. Ne yapalım, insan az bile olsa babasından birtakım şeyler taşır. Çocukluğumdan beri her şeyi bilmiyormuş gibi yapardım. Ama olup bitenleri anlardım. Evde tek erkek bendim, diğer kardeşlerimin hepsi kızdı. Hedi Anneme Allah bereket versin, hep ikiz doğuruyordu. Sanki dünyaya gelişinin tek sebebi doğurmaktı. Sıra bana gelince, tek çocuk olarak doğdum. İşte tuhaflığım buradan başladı. Yedi yaşımdan itibaren ayrı odada uyuyordum. Yalnız kaldığım an, perdeleri aralıyor, gökyüzüne bakıyordum. Ayın, bulutların arasında iyice belirgin ama yaz mevsimindeki gibi parlak olmayan hâlini izliyordum. Ay, yaz mevsiminde Afrika’nın gökyüzünde bambaşka olurdu. Bu ayın parlaklığını çıplak gözle görmek bana neşe veriyordu. Yahu, şu evren ne büyük bir bilmece, Allah’ım!
Kız kardeşlerimle aynı okulda okumuyordum. Kardeşlerim Fransız bir okulda okurken, ben İngiliz kolejinde öğrenim görüyordum. Babam bu duruma karşıydı; beni Fransız okuluna göndermek niyetindeydi. Ama annem bir şekilde onu ikna etti. Çünkü sevgili Hedi annem, İngiliz kafasına ve kültürüne sahip bir kadındır. O, tahsilini Güney Afrika’da yaparken çok renkli uluslararası öğrencilerle tanıştı ve çeşitli kültürlere şahit oldu. Hedi anne, yazar Nadine Gordimer’le yakın arkadaşlığı olmuştur. Babamın ifadesiyle deli annem “open mind” ve onunla tartışmak bitmez. Bir de Hedi anne erkek gibiydi; gür sesi vardı. Kime söz verse, yerine getiriyordu. Hedi’nin diğer kadınlar gibi akıl eksikliği olmadığını düşünüyorum. Avrupa ve Asya’nın buluştuğu şehirde geçirdiğim yedi yılın ardından şehrime döndüm. Birçok şey kaçırdım ama bu konuya girmemeliyim. Önemli olan, kafama takılan Pan-Afrikanist Bir Kadın şiiri, yeşil defterde çizilen resim ve Afrikanizm sanat anlayışını ortaya koyan kadına duyduğum namütenahi özlem. Hep onu düşünüyor ve arıyorum. Bu arayış, sanki uzak limanların özlemi gibi; düşlenen, erişilemeyen sevgililer.
Şimdi 50 yaşındayım. Rahmetli babamın mirasından bana büyük bir pay düştü. Babam gibi paranın peşinde koşamazdım. Zaten bolluk içinde büyüdüm. Ben daha çok fikirsel anlamda kendimi yoruyorum. Tam da böyle hissediyorum.
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”
Neyse, mirastan payıma düşen Maik Holding Grubu’nu işletmesi için dayıma verdim. Ben ise yazar Julia Riak ile Afrika genelinde Afrikanizmiyat Sanatçılar Birliği’ni kurduk. 21. yüzyılın Afrikanizmiyat sanat anlayışını yaymaya başladık. Julia Riak ile aynı inançtan değiliz ama desteklediğimiz bu akım konusunda hemfikiriz. Bu kadını nedense kendime yakın buldum. Onunla fikir yuvamızı kurduktan sonra birçok mevzuda fikir alışverişinde bulunduk. Julia Riak’ın hem kültürü hem de ilgisi buna müsaitti. Çünkü Julia entelektüel bir kadındır; for dili gibi esnek ve güzeldir. Julia biraz da Bakuaa Bey gibi hep “Ne yapalım?” sorusunun peşindedir. Bakuaa değişik bir tip; hayatta neyi istemediğini biliyordu; ancak tam olarak ne istediğini de kestiremiyordu.
Julia Riak ile Afrika’nın birleşmesi için önce edebiyat üzerinden yoğun projeler ve faaliyetler düzenlememiz, Afrikanizmiyat üzerine yarışmalar organize etmemiz konusunda mutabıkız. Bunu Afrikanizmiyat Sanatı çatısı altında daha kolay gerçekleştirebileceğimizi düşünüyoruz. Julia Riak ile Afrikanizmiyat’ı yeni bir sanat anlayışı olarak benimsedik ve gerçek adlarımızı değiştirdik. O, kendine Julia Riak adını vermişken, kendime Tucuk ismini verdim. Çünkü gerçek adlarımız sanat ortamına uygun değildi. Bebe, arkadaşımızın dediği gibi, “her şeyin bir raconu vardır, her alanın ve her işin bir usulü olmalıdır.” Bütün bunları niye yapıyoruz? İşte, Afrikanizmiyat anlayışımızın bilgi birikiminin vardığı noktayı gösteriyor. Sanat, her şeyden önce özgürlüktür, güncellemektir, kendini yeniden icat etmektir. İçimde isyan eden sesler yükseliyor. Beni sınırlayan, çizilmiş hudutlar, kavramlar, sözler ve felsefeler var. Bu gökyüzü, Afrikanizmiyat’ın renkleriyle boyanacak; onun sözleriyle anlam bulacak, felsefesiyle yaşanacak. Afrika sanatları yerine Afrikanizmiyat demek daha uygundur ve daha tutarlı bir mefhumdur.
[1] Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş, Varlık Yayınları, on dördüncü basılış, İstanbul, Mart 1982.
Ozan Dur
11.04.2025 / 16:43İki padişah bir cihana sığmaz ama 10 derviş bir kilimde uyurmuş, derler...