İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Beklenen Gençlik
Gençlik, geleceğin tohumudur. Bu tohumun özüne bakarak yarınımızı keşfetmek müşkil olmayacaktır. Her devrin gençliği, kendi enerjisini harcayabildiği âlemde yaşıyor. Eski Mısır’ın gençliği tabiatla çetin mücadelenin sahnesinde, Sümer gençliği tapınakta, Yunan gençliği olimpiyatlarda, Roma gençliği ise forumda kendi sîmasiyle görülmektedir.
İlk islâm dünyasının yaşattığı gençlik, insanlığa hayır ve hizmet yarışında iken; Cengin ve Moğol gençlerinin, kestikleri kafalardan kule yapmak hususunda yarıştıklarını görüyoruz.
Batı, gençliğini geçen asırda romantizm içinde yaşadı. Hayatın her sahasında, sanatta olduğu kadar siyasette, hukukta, dinde ve ahlâkta kendini gösteren romantizm hareketi, Batı’nın gençliği idi. O gençliğe ihtiyar küremiz her zaman hayrandır. Batı’nın Beethoven, Goethe, Lamartine ve Hugo gibi hiç ölmeyecek çocukları, ruh dünyasında ebedî gençlik aşısı yaptılar; yeryüzünü ümit, aşk ve iman ışıklarını serptiler.
Ashab devri, İslâm’ın ilk genç devridir. Osmanlılar, asırlarca yaşlanarak kocamış olan bu aşk ve iman ağacına yeniden gençlik aşısı yaptılar. Yavuz Selim sanki Hattâb’ın oğlu Ömer’in tekrarlanan gençliğidir.
Her devrin gençliği başka bir gurur ile yaşamıştır. Gurur, yani içten gelen büyüklenme, devrin değer hükümlerinden gıdalanarak şekil kazanır, konusunu cemiyette bulur, genç ruhlarda bu konuya bağlı ateşli bir inanç halini alır. Bu inanç hayatî enerji ile yüklü gencin hareketlerinin kaynağı olur. İmanının içselliği ve derinliği nisbetinde gençlik değerlidir, verimlidir, takdire lâyıktır. Her cemiyet, kendi gençliğinin çehresinde değer kazanır. Milletin hayatı içinde bütün gençliğinin varlığı barınmaktadır. Tarihin satırları altında her devrin gençliğinin çehresi seziliyor.
Barbar kralının kendisi için hazırlattığı ateşte kendi yaktığı kolunu krala göstererek, “Roma’da benim gibi üç yüz kahraman var” diyerek haykıran Müçyüs, gelecekteki Roma gençliğinin örneği oldu.
Termopil’de İran ordusu tarafından çevrilen İspartalı Leonidas’ın, ölümden kurtarmak için bir mektup bahanesiyle memleketlerine göndermek istediği kardeşler, “biz buraya vatan için ölmeye geldik” diye krallarının bu teklifini reddederken, Yunan gençliğini temsil ediyorlardı.
Fransa ihtilâlinde, belki de mahiyetine hakkıyla vâkıf olmadıkları bir dâvanın vecdine tutularak her doğan günün ışığına kurban veren ihtilâlci gençlerin ruhunu Marseyyez’de dinliyoruz.
Rabbinin sevgisiyle çarmıhta can veren Mesih de bir delikanlıydı. İnsanlığın kalbini, her güneşin ışığında, her gecenin sessizliğinde sönmeyecek olan ebedî merhamet aşısı ile gençleştirdi.
İslâm’ın ilk cihadı olan Bedr’in sevgisiyle harekete geçerek Medine dışında düşmanı karşılamakta ısrar eden ilk İslâm gençleri Uhud’da can verirlerken sekiz yüzyıl sonra üzerlerine lâv gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanmak için “bugün şehitlik sırası bizimdir” diye şehitliği paylaşamıyan Fatih askerlerinin gençliği oldular.
Mecnun da delikanlı idi. Kendisini çölde vahşi hayvanlarla sohbet halinde bulan Leylâ’nın kavuşma teklifine karşı, “Git! Ben Leyla’yı değil, Leylâ’nın hayâlini arıyorum” derken, o, her sevda çağının kendinden aşı aldığı bu yeryüzünde aşkın aşıkı olmuştu.
Anadolu’da devlet kuran Müslüman Türkün simasını, Alpaslan’ın yaşama aşkını Allah sevdasıyla birleştirerek kendinden rahmet ve sevgi taşıyan gençliğinde görüyoruz. Bu sîma, asırların arasında olgunlaşarak Osman’ın adalet ahlâkıyle Murad’ın şehadet sevdasında kemâlini buldu. 17. Asra kadar bu muhteşem şahsiyet olgunlaşmasına bütün insanlığın hayranlığı çevrildi.
Dünyanın en heybetli gençliğini hayata çıkarmıştık. Ancak, erginlik çağından sonra ihtiyarlayan her canlı varlık gibi, milletimizin tarihi de o muhteşem gençlik devrini aşarak yorgunluk çağını tanıdı. 17. Asırdan asrımızın eşiğine kadar geçen üç asır içinde, bu harikulâde şahsiyetin çözüldüğünü görüyoruz. Üç asırlık yıkım asrımıza, imanı riyâ ile bulanmış, iktidarı menfaatına esir, hezimet halinde bir milli varlığı miras bıraktı. Ona yeni bir gençlik aşısı yapmak lâzım geliyordu. Asrımızın başında millî hayatımızda böyle bir hamlenin hazırlıkları yapılmaya başladı. Lâkin bu gayret, başladığı yerde battı. Bazen bozgunla biten bir harbin yıkamadığı ruhları, zafer uyuşturuyor ve bir nesli kendinden geçirtebiliyor. Kurtuluş Harbi’nden önceki devirde, vatan parçası diye Yemen çöllerine koşan bir gençlik vardı. Zaferden sonraki gençlik için Anadolu’da hizmet teklifi, çoğu kere sürgüne gönderilmek mânasına geldi. Asrın başından beri üç defa hamle yapmak isteyen gençliğin, üçünde de yıkıldığı görüldü.
Her defasında yıkılışımızın sebebi, benliğimizden kaçarak, Batı’nın taklitçiliğine sığınma sevdamızdır.
İlk yıkım Servet-i Fünûn’un temsil ettiği cılız, cesaretsiz, imansız ve bitik bir gençliği hayata çıkardı. Mâi ve Siyah romanındaki Ahmet Cemil’in hasta varlığı, bir iman buhranının kurbanıdır. Onda artık ne Bedr’in aslanlarından, ne de Alpaslan’ın âleme rahmet taşıran ruhundan bir damla kalmıştır. Bu nesil, kendini inkâr ederek Batı’ya çevrilmek isterken, materyalizmin ve pozitivizmin çorak zemininde kendi kurbanlarını verdi. Yokluğuna inanmak için kendini zorlayan varlık, kendinden hakikate doğru yürümek kudretsizliğini duyunca, bizzat kendinin inkârında kurtuluşunu aradı. Fikret’in, tablosunu çizdiği yeis ve hüsran karanlığı içinde yetişen Baba Tevfik ve Ahmet Nebil gibi genç düşünürler, maddenin kendi kendisine yeterli oluşuna inanmak için zekâlarını zorlarken, Beşir Fuad genç yaşında intihar etti. Bu zavallılar, aklın tıkandığı bir çıkmazda buhran içinde yaşamayı, hakikatler semasında uçmaya tercih eden, iradesinin iktidarı tükenmiş bir gençliğin bedbaht önderleri oldular.
İstiklâl Savaşı’ndan sonra cesur ve taşkın, yeni ümitlerle canlanmış bir gençliğin doğuşunu karşıladık. Lâkin yeni doğuş, imanın değil, sadece kaba kuvvetin canlanması oldu. İman, üçyüz yıldan beri kuvvetini kaybetmişti. Din, cemiyet için kuvvet kaynağı olmaktan çıkmış, yerine hurafelerden ibaret bir iskelet bırakmıştı. Yeni nesil bu iskeletten hayat alamazdı. Ve böyle olduğu için, sade kendi zaferine inandıran kuvvetin arkasından koştu. Lâkin kudret iradesi ilâhi, hatta sadece ruhi bir kuvvete bağlanmadığından az zamanda kendi kendisini kutsallaştıran hoyratlığa büründü. Kendi kuvvetine bağlanan gururu ile iddialı nesil, bütün değer hükümlerini çiğnedikten sonra, sanki bir putperestin sarhoşluğu ile ruhları ve değerler dünyasını altüst etmeğe başladı. Kardeşlerini “ezecek, çiğneyecek, leşlerini yere sereceklerini” ilân edenler, işte bu ikinci yıkılışın kurbanlarıdır.
Üçüncü ve son yıkım, evvelkilerin zorunlu sonucu halinde ve onlardan daha müthiş, daha acıklı oldu. Bunda kudret iradesi ve onun yarattığı gurur yok olarak, onların yerinde existentialism’e tatbikatı diye Batı’dan alınan, fizyolojik iştihaların hakimiyetine teslim edici bir nevi hayat realizmi göze çarpıyor. Batı’dan gelen, bu insanlığın ilkel haline dönüş merakı, bedenin isteklerine teslim oluşta samimiyetini arayan gençliğin kolaylıkla benimseyeceği davranıştı. Kaidelerle yaşamanın sıkıntı ve ızdıraplarından bunalan gençlik, bu kaideleri yaşayanların, artık samimi bir ideal peşinde olmadıklarını, bu yaşayışın onlarda ruh kuvvetini artırmadığı görünce; kendisine yük olan bütün kaideleri varlığından fırlatarak attı. İlâhî kaideleri yaşatanların yakın geçmişteki samimiyetsizlikleri, bu yeni nesilde onlara karşı kin ile küçümseyiş duygularının doğmasına sebep oldu. Dünyamızı çepeçevre bir ahtapot gibi saran Yahudi mason elleri ile demokrasi ismine bağlanan bir kaidesizlik savaşı başladı. Yukarıdan gelecek otoritelerin törpülenmesi neticesinde ihtiyar kürenin üstünde tek dikili ağacı bırakılmayan mukaddesta bağları ve kutsal kaideler yıkılırken, aynı zemin üzerinde bir iktisadî düzen ile birleşen yeni maddecilik cereyanı, yani komünizm, evvelkinin yanı sıra hayat sahasında süratle yol almaktadır. Hem onun maddeciliğinde barınan karanlık boşluğu gözlerden saklıyacak iddiaları var. Hâlâ Abdülhamid devrinin artığı malikâneler ve alınteriyle kazanılmamış miraslar hayat sahnesinde iken yolumuzu yeni yeni kâşaneler tıkıyor ve yalnız iratlarıyle hayata hükmeden saltanat sahipleri, yeni devletliler her adımda önümüze çıkıyorlar. Bunun karşısında iddialarını çalışma davası yönünden ileri süren komünizm, asıl ruh düşmanlığı adına hak ile aklı baltalayan sahte maneviyatçıların şahsında mukaddes inançlara saldırıyor.
Meşrutiyet nesli, üç asır önce kaybedilen ilham ile yaratıcılığın metafizik semalarından aklın dar sınırlarına inmişti. Ondaki düşüşün sebebini anlamayanlar, ikinci yıkılış devrimizde nesli, akıldan da sıyırarak duyuların hizasına indirdiler. Son yıkıma uğrayan nesil, bütün ruhî değerlerden sıyrılarak etlerle sinirlerin hükümdarlığını kolayca kabullendi. Eski taassuba denk bir madde taassubu meydana çıktı. İşin en fenası, bugünkü taassubun karşısına dikilenler, ilk yıkılış devrinin ölü kaidecilerdir. Bunlar, 17 yüzyıldan başlayarak bizi 20. Asrın eşiğine yarı ölü teslim eden üç asırlık yıkılışın taassub zihniyetinden asrın derdine dava çıkarmak iddiasındadırlar. Bunların tedavi usülleri, derdimize deva getirmek şöyle dursun, bilâkis hastalığı şiddetlendirmekte ve karşı tarafın uçuruma doğru yürüyüşünü hızlandırmaktadır. Bunların, geçen üç asırlık yaraları bağrımızda tekrar tekrar kanatmaktan başka rolü olmayacaktır. Kendilerinde ne gerçek bir din anlayışı, ne felsefe, ne ilim, ne de sevgi var. Kin ile çevrildikleri bir cemaati asırların gerisine götürmek için çabalıyorlar. Sözde dinî neşriyat ve çalışmalarla İslâm’ı yeniden canlandırmayı hedef tutan bir cereyanın önderleri ise istirmarcılar, menfaatçı ve cahil kimselerdir. Sahtekâr mürşitlerin bütün hareketleri, bu hallerinin açık delili olduğu halde bunlar, ellerindeki taassup vesikasıyla daha uzun zaman bu cemaatı aldatabileceklerdir. Asırların katılaştırdığı bataklığa girerek asrımızın ağır gövdesini yürütmeğe çalışmanın beyhude olduğunu bunlar asla anlayamazlar. Şahsî menfaatlerle ve zavallı cemaatı sömürme emelleriyle birleşen cahilliğin kurtarıcı kuvvetini düşünmek bile saçmadır.
II.
Hakka götüren yolda yürürken uğradığı muvaffakiyetsizlikler, son neslin yollarını şaşırttı. Şüphe yok ki ümitsizlik, insansızlığı götürür. Kendine güvensizlik, kuvvete teslim eder. İradenin gevşemesi kaderci yapar. Böyle çeşitli zaafların ve gençliğin ruh kuvvetlerini karşılayan engellerin gittikçe çoğalması, ne bahasına olursa olsun muvaffakiyete söz vermiş olanlarda zarurî olarak yol değiştirmeler doğurdu. Evvelki yollar Hakka götürüyordu; lakin engeller aşılmıyordu. Bu yüzden gerilediler ve gerilerden sapacak yer bularak kendilerine başka yollar açmağa çalıştılar. Lâkin bir çoğu önceden açılmış bulunan bu yollar, Hakkın düşmanı olan kuvvetler tarafından açılmıştı. Onların dâvasına götürücü yollardı. Hak yolculuğuna çıkan nesil, bu yoldan da gayeye ulaşılır ümit ve vehmiyle harekete geçerek şuurunu uyuşturan heyecanlarıyla bu yollarda yürüdü. Zira yürümek, durmaktan iyi idi. Bir çoğu Hak düşmanı kuvvetlerin gayesine ulaştıran bu yollar, şimdi onları bir uçurumun kenarına götürüyor. Gaye, muvaffakiyet emelleri arasında kaybolmaktadır. Nesli uçuruma doğru götüren bu yolları birer birer gözden geçirelim:
Vaktiyle karakaplı kitap hükümlerimizin tek selâhiyetli sözcüsü idi. Modern Amerikan neşriyatı veya o memleketin müesseseleri bugün aynı işi yapmaktadır.
Bugün artık kutsallaştırdığı uzvî yapının sakat sinirleriyle kıvranan nesli tedavi için, tam hastalığın bulunduğu yerden işe başlamak lâzım geliyor. Uzviyetten ilme, ilimden felsefeye, felsefeden sanata ve ahlâka ve nihayet dine yükselmemiz lâzımdır. Böyle adım adım yürüyüş, hasta, hem de şaşkın bir nesli Allah’a götüren yolda yeniden canlandırabilir. Bu iş bir maarif işidir ve bir neslin kurtuluşunu ancak maarifin yükselmesinde aramak lazımdır.
Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası isimli kitabından alıntılanmıştır.
Yorum Yaz