Giriş
Orta Doğu denince akla elbette ilk gelen şey petrol ve onun merkezinde yapılan savaşlar ve kurulan dengelerdir. Dengeleri kontrol eden bölge ülkelerini yönetmiş, savaşları yönlendirmiş ve petrolü elde etmiştir. Önceleri İngiltere’nin kurduğu dengeler zamanla yerini ABD merkezli yürütülen politikalarla kurulan dengelere bırakmıştır.
Bölge ülkelerine baktığımızda ise başta Suudi Arabistan, İran, Mısır ve Irak bölgenin büyük devletlerini oluştururken Mısır, Arap dünyasının merkezi konumundaydı ama Mısırın uzun yıllar devam eden Arap İsrail savaşlarına rağmen 29 Mayıs 1979 da İsrail ile imzaladığı barış anlaşması Arap dünyasından dışlanmasına neden olmuştur. Ortaya çıkan bu boşluk Irak ve İran’ın arasında ki liderlik mücadelesine yön vermeye başlamıştır.
Her ne kadar Irak ve İran arasındaki üstünlük mücadelesi bölgeyi şekillendirecek gibi düşünülse de bu iki aktörde ABD destekli politikalar geliştirmeden bölgede liderliği elde edemeyeceklerinin farkındaydılar. Bu durumu önce Iran değerlendirerek devrim öncesi Şah döneminde ABD ile yakınlaşarak bölgede önemli bir konum elde etmiştir. Irak da Iran devrimini ve Mısır’ın durumunu fırsat bilerek ABD ile yakınlaşmış hatta Iran’a karşı giriştiği savaşta büyük destek görmüştür.
1980’den 1990’a Değişen ABD’nin Irak Politikaları
Bu iki savaşa ABD’nin değişen tutumu açısından bakıldığında öncelikle Irak-İran savaşında Saddam-ABD arasındaki olumlu ilişkiler göz önüne alınmalıdır. Çünkü 1980’den 1990’a kadar Batı’nın tüm prensiplerine rağmen sonsuz bir destek vererek tabiri caizse bölgenin bir numarası haline getirilmiştir. Bu sürecin daha da öncesine baktığımızda yani İran devrimi öncesi ABD’nin politikaları bağlamında İran ile ilişkilerine baktığımızda görülecektir ki bir ABD-Şah ittifakı vardır. Tam da bu noktada sorulacak soru şu olmalı; “ ABD’nin Orta Doğu politikalarında Şah Rıza Pehlevi yönetimindeki İran ittifakından Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak ittifakına evrilmesindeki temel dinamikler nelerdi?”
Irak 1970li yılların başında Sovyetler ile dostluk ilişkisi sürdürüp ülke petrollerini millileştirirken ABD müttefiki Şah Rıza Pehlevi ülkesindeki petrol gelirlerinin artmasıyla en parlak günlerini yaşamaktaydı. Bir taraftan petrol gelirleriyle muazzam silah alımı yaparken diğer taraftan da Pers İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak isteyen Şah asimilasyon politikaları çerçevesinde istihbarat örgütü SAVAK yardımı ile halk üzerindeki baskıları arttırıp İslam öncesi İran tarihini de öne çıkarma gayreti içindeydi. Halkın yaşadığı bu baskı ve sosyal sınıflar arasında ki derin ekonomik uçurum İmam Humeyni liderliğinde ülkeyi saran isyan dalgasını tetikledi.
İran’ın Irak yaşadığı sorunlu ilişkileri ABD’nin de desteği ile İran lehinde seyretmekteydi. Şah aralarında ki Şatt-ül Arap su yolu ve diğer sınır meselelerini çözmek için Irak Kürtlerine sağladığı yoğun destekle onları yönetime karşı ayaklanmalarını güçlendirerek Saddam Hüseyin’i anlaşmaya zorladı. Irak da aynı politikaları zengin petrol bölgelerini içinde barındıran Huzistan bölgesindeki Araplar’ı Şah yönetimine karşı kışkırtmaktaydı. Tüm yürütülen bu faaliyetler sonucunda Kürt ayaklanmalarını üstesinden gelemeyen Irak 1975 yılında sorunların İran lehine çözüldüğü Cezayir Anlaşmasını imzaladı.
Tüm bu süreçte her şey İran lehinde giderken Şah’ın içerideki ayaklanmaya karşı koyamayarak 16 Ocak 1979 da ülkeyi terk etmesi ile bölgedeki dengeler ve ABD’nin bölge politikaları Irak yönüne evrilirken oklar artık Irak yönüne dönmüştür. Şah’ı devirmeyi başaran İmam Humeyni 1 Şubat 1979 ülkesine gelerek öncülüğünü yaptığı devrimle Iran İslam Cumhuriyetini kurar. Iran biranda bölgede tehdit unsuru haline gelirken Irak’a da bölgede liderlik için önemli bir fırsat doğmuştur. Tam da bu dönüm noktasından 1990’a kadar sürecek ABD-Irak ilişkileri başlamıştır.
Bir tarafdan uzun yıllara dayanan ve Şatt-ül Arap su yolu ve sınır sorunları ile tekrar alevlenen Irak-İran ilişkileri diğer tarafdan ABD ve Batı’yı tedirgin eden Ayetullah Humeyni liderliğinde yaşanan devrimle kurulan İran İslam Cumhuriyeti. Yaşanan bu iki süreci aslında birbiri ile ilintili olarak göz önüne aldığımızda ABD’nin Irak’a doğru evrilen olumlu politikalarını daha iyi anlayabiliriz. Çünkü yaşananlar bölgede liderlik için fırsat kollayan Irak’a bir seçenek sunarken, Iran da yaşanan devrimle bölgede değişen dengeleri yeniden kendi lehine kurmaya çalışan ABD’yi de bölgede güçlü ve körfez petrollerini de üzerinden kontrol edeceği yeni bir müttefik aramaya itmiştir. Tüm bu çıkar çakışmaları ABD ve Irak’ı ortak bir payda da buluşturmuştur.
Bölgesel liderlik için aradığı gücüde arkasında hiç beklenmedik bir şekilde, kayıtsız şartsız bulan Saddam Hüseyin; 1975 Cezayir Anlaşması’nın gereklerini yerine getirmeyip, Kürt yönetimine yardımların devam ettiğinin ve Cezayir Anlaşması’nın ülkesine zorla dayattırıldığını ve Şatt-ül Arap’ın Irak’a ait olması gerektiğini söyleyerek 22 Eylül 1980 de Iran’a savaş ilan etmiştir. Yaşanan devrimle içerde yıpranmış olan ve birliğini kuramamış İran’dan istediğini kısa sürede alacağını düşünen Saddam Hüseyin ABD’nin sağladığı muazzam krediler, son sistem silahlar ve paylaştığı istihbarat bilgileri ile Iran’a saldırmasına rağmen tüm dengeler İran lehine döndü. İçerdeki sorunların Irak’a avantaj sağlamasının aksine İran’da devriminde etkisiyle iç birliği hızlandırıp İran’a üstünlük kazandırmıştır.
Iran’ın üstünlüğü ele geçirmesi bölgedeki devletleri ve Batı’yı endişelendirmeye başladı. Bölgede adeta şımartılan ve Iran’a karşı bir güç olup denge unsuru oluştursun diye şiddetle desteklenen Irak; başata devrimin kendilerini de etkileyeceği korkusuyla Arap devletleri tarafından desteklenmekle birlikte baştan beri sonsuz desteğini esirgemeyen ABD’nin de etkisiyle değişen savaş dengeleri göz önüne alınarak BM Güvenlik Konseyi ateşkes kararı alınmasını bildirdi. Başlangıçta kararı reddeden Iran sonrasında getirilen silah ambargosuyla uluslararası alanda yalnız bırakılması ayrıca Arap Zirvesi’nin Iran’ı kınaması ve kendi içinde yaşadığı siyasi ve ekonomik çatışmalar 1988 de BM Güvenlik Konseyi ateşkes kararını imzalamaya mecbur etti.
BM Güvenlik Konseyi kararları ile savaş bitmişti ve sonuçları itibariyle Batı Iran’ı bir süreliğine zayıflatmıştı ama buna karşılık kendi eliyle kendisine yeni bir tehdit unsuru oluşturmuştu. Daima temelde petrolün kontrolü için bölgedeki çıkarları uğruna dengeleri kendi lehine değiştirmede cesurca adımlar atmıştı. Irak ile kurulan bu ilişkiler bağlamında değişen güç dengesi ABD ve Batı’yı tehdit eden yeni bir unsur daha doğurmuştu. Irak’ın savaş sonrasında maliyetleri paylaşmak ve bölge ülkeleri Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirliğin’den aldığı borçların silinmesini istemesi aslında Irak gibi bölgede sözünü geçirmek ve bölgesel lider olmak isteyen bir devletin atacağı adımlar pekte belirsiz değildi.
Irak sanki ABD’nin kendi çıkarları için vermiş olduğu desteği bölgedeki çıkarları ile birbir hesaplaşmak için kullanıyordu önce Şatt-ül Arap sonra Körfez bölgesindeki petrolün kontrolü ve Kuveyt üzerinde geçmişten beri iddia ettiği haklar… Tam da bu süreçte Kuveyt’den savaşa boyunca aldığı borçların silinmesini isteyen Irak, istediğini alamayınca Kuveyt’in Irak’ın petrol sahasına ait petrolleri çıkardığını ve Irak-Iran savaşından faydalanarak Irak topraklarını kendi topraklarına kattığını iddia etti. Aslında hepsi bir arayıştı, tek amaç Kuveyt’i yeniden kendi topraklarına katarak Ummu-ı Kasır limanını kontrol etmekti. Ayrıca Kuveyt’e sahip olduğunda Sudi Arabistan’dan sonra bölgede ikinci petrol rezervine sahip olacağının da farkındaydı. Tüm bu güç ve çıkar mekanizmasına dayanarak 1990 da Kuveyt’e girdi ve Kuveyt’i Irak’ın 19. vilayeti olarak ilan etti.
Bu işgal ABD-Irak ilişkilerinin Saddam’ın istenmeyen saldırgan politikalarından dolayı olumludan olumsuza evrilmeye başladığı kırılma önemiydi. Aslına bakılırsa bu süreç hem ABD’nin her koşulda Irak’ı destelemeyeceğini hem de Irak’ın Batı’nın ve ABD’nin her istediğini yapamayacağının bir göstergesiydi. İşgalin olduğu gün Irak’ın Kuveyt’den çekilmesi için aldığı karar Saddam Hüseyin tarafından reddetti. Alınan ikinci kararla uygulamaya konulan uluslar arası ekonomik ambargo da Saddam’ı durdurmayınca BM Güvenlik Konseyi müdahale kararı aldı. ABD’nin öncülüğünde 130 ülkeninde katıldığı büyük bir koalisyon ile yapılan müdahaleye Irak sadece dört gün dayanabildi.
Müdahale ile birlikte ABD dengeleri tekrar kendi lehine kurmuştu. Görüntüde kendi kaynakları ile finanse ettiği Irak’ın nükleer güce sahip olduğuna dayanarak ve saldırgan politikalara sahip bir ülkenin bölge ve dünya düzeni için tehdit olacağını söyleyerek girdiği Irak üzerinde asıl elde etmek istediği; II. Dünya savaşından beri Orta Doğu petrolünü güvence altına alma politikasını devam ettirip, petrol sevkiyatını devam ettirmekti. ABD daha ikinci dünya savaşı bitmeden Orta Doğu’da üsler kurmaya ve petrolü kontrol etmeye başlamıştı.
Sonuç
Sonuç olarak tüm bu süreci değerlendirecek olursak, Orta Doğu büyük güçlerin dünya düzeninde liderlik için bir simgesi haline gelmiştir. Petrolü kontrol edebilme kapasitesi olan büyük devletler daima çıkarları doğrultusunda var olan dengeleri bozup hiç çekinmeden yeni dengeleri kendi lehlerine kurabilmişlerdir. ABD’nin de yaptığı bundan farklı değildi. Halefi İngiltere gibi petrol özelinde bölge ülkelerini daima kontrolü altında tutarak oyun kurucu sıfatı kazanabilmiştir.
Başta İran-Irak savaşında yaptığı gibi yine durduğu yeri çıkarları doğrultusunda seçmiş, sıkı müttefiki olduğu Şah rejimini devirmiş, söylemleri ile kendisi ve Batı için önemli bir tehdit unsuru olarak ortaya çıkmış olan İran’da ki yeni rejim karşısında Irak’ı destekleyerek devrimle değişecek dengeleri kendi lehine bozarak yeni bir güç dengesi oluşturmuştur. Bununla birlikte ABD’nin bir güç unsuru olarak desteklediği Irak ABD’nin kontrolünden çıkmanın eşiğine gelmiştir. Savaş sonrası kendine güveni en üst düzeyde olan Saddam Hüseyin sanki yaşanan sürecin hiç farkında değilmişçesine oyunda kendine biçilen rolün dışına çıkmaya başlaması ve önemli bir rol oynayabileceği macerasına atılması bölgede dengelerin yeniden değişeceğinin önemli bir göstergesiydi.
Saddam kendine yeni politikalar belirlerken ABD’nin bölge politikalarını okuyamamak dışında değişen uluslararası sistemi de okumaktan aciz bir vaziyetteydi. Soğuk savaşın bitmesiyle ABD Sovyetler Birliği karşısında büyük bir zafer kazanmıştı. Sistemin tek hakim gücü olarak yeni dünya düzeninden bahsederken Irak’ın saldırgan politikaları bu güce önemli bir koz verdi. Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin kuracağı yeni dünya düzeninde lider konumda olduğunu ve kontrolü sağlamada tavizsiz olacağını Irak’a karşı değişen keskin politikaları ve arkasından gelen müdahale ile tüm dünyaya göstermiş oldu.
Fatih ARGIN