İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Seçilebilecek tek bir “taraf” olduğunu artık zihniyle ve kalbiyle idrak edebilmiş olan aziz gönüldaşlar; her ideoloji ve fikrî oluşumda bile bir esaslar zinciri, kaideler topluluğu vardır ki: Tüm bunların çok ötesinde ve hatta apayrı bir âlemde ve en yüce mertebede bulunan îman müessesesinin de elbette ki en kâmil surette bir “umdeler bütünü”ne sahip olduğunu ifade etmek sûretiyle yazımıza başlayalım. Îman, o ki; bütün tezatları ve cevapsız bırakışları, temel ve ilk umdesi olan “ال” ile silip süpüren, gönülleri tatmin eden refah duygusuyla buluşturur. Evet; çünkü O’ndan gayrı ve ona “muâdil” olduğu iddia edilerek ortaya atılmış hangi sistem ve fikir yapısı varsa, bunların hepsinin bir “halının altına süpürdüğü” ve örtbas etmeyi farklı yollarla deneyip durduğu noktaları vardır, zaafları mevcuttur. Bu zaaflar, tarih boyunca zaman zaman bazı akl-ı selîm düşünürler tarafından (Müslüman olsun ya da olmasın) eleştirilere de tâbi tutulmuştur. Fakat insanoğlunun gaflete düştüğü, boşverdiği, heveslerine ve hazlarına yenik düştüğü her vakitte bu düşünceler -kendi içlerinde düştükleri sayısız tezada rağmen- revaç bulmuş ve korkunç kalabalıklara seslenir olmuştur ne yazık ki. Evet, “ne yazık ki”. Çünkü tüm bu uydurma yapılar peşinde koşanların ara ara da olsa karşısına çıkan zaaflara verdikleri tepkiler ve sordukları sorular hep bir şiddet ve öfke gösterileriyle susturulmuş, pek çok insan, bitki, böcek ve hatta bunlara yakın canlı olarak ne varsa heba olmuştur. Yine de elvermemiştir ki; bu infiâlin sahibi ayaklanan topluluklar, bir “yapıcı unsur” bulamamış veya bu unsuru “kabul etme” erdemine sahip olamamıştır. Sonuç olarak da bir yıkım, geçici bir “barış ve adalet” ayaklanmasının ardından yerini yine bir “yıkım”a bırakmıştır. Batılı ülkelerde ve onların sömürgesi olan çeşitli başka ülkelerde belli periyotlarla yaşananlar, bunun su götürmez bir delili sayılabilir. Peki; “öyleyse ne yapmalı, nasıl yapmalı, nereden başlamalı?…” gibi “ikincil” sorulara cevap bulmaya çalışabiliriz. Çünkü bu soruların öncesinde cevaplanması gereken ve ilk soru olan “biz kimiz?” sorusuna bir önceki yazımızda ta’mîk eylemiş yani derinleşmiştik. Buyurun öyleyse bu “ikincil” sorularımıza cevap bulmaya gayret edelim.
İçerisinde farklı yaş gruplarına mensup kişiler bulunsa da hususen “genç” kadroya veya gençlik tâkatini halen daha muhafaza eden büyüklerimize hitap ettiğimizi hatırlayarak söyleyelim ki; bir “genç” olma fırsatını elinde bulunduran bizler evvela kendimizi tanıdıktan sonra bize yakın olan unsurları, düşünceleri, kültürleri, sevinç ve hüzünleri tanırız, tanımaya çalışırız. Bu tanıma merhalesinden sonra belli bir kemâl seviyesine varan ve az çok kendi dışındaki mükevvinâta (oluşumlara) karşı bir “çizgi” çizen, sonrasında da bu kendine has çizgiyi “kırmızı”ya boyayan yani bir “kırmızı çizgisi olan” şahısa ve şahsiyete dönüşürüz. Kırmızı çizgimiz, bizi bir başka şahıstan ve şahsiyetten farklı kılar. O çizgiye dâhil ettiğimiz kıymet ölçülerimiz, düşüncelerimiz, şahsî kanaatlerimiz, üzüntü veya sevincimizi harekete geçiren duygu saiklerimiz ve her ne varsa bizim korumamız altına girer. Onlara ilişen unsurları engellemeye, susturmaya ve hatta mücadele edip yok etmeye çalışırız ama elbette ki haklı olan taraf biz isek bu çaba doğru bir istikâmete girmiş olur. Tam da bu noktada işin biz genç müslüman münevverler tarafına bakılacak olursa; o çizgimizin değişmeyen ve değişmeyecek ve -bizim ona inancımızdaki ve bilgimizdeki zayıflık sebebiyle de olsa- değiştirilemez yegâne üyesinin inancımız yani “ÎMAN” olması îcab eder. O’nun beşer planında davacısı olacak kimseler olarak bizlerin ise; bu “muhafaza” vazifesini O’nu hakkıyla tanımadan, O’na ulaştıran ve ulaşılması gerektiğini îlan ve îkaz eden “esbâb-ı mûcibe”sini bütün şûbeleriyle tahlil ve tedrîs etmeden başaramayacağımız apaçık ortadadır. Evet Gönüldaşlar, her şûbesiyle Îmanımızı yani onun kaideleri olan “AKÂİD”i tanımalıyız. Ki bu tanışıklık olmadan çıkılan her yolculuğun sakat ve akîm (kısır) kalacağını her zerresiyle anlayalım ve mevkiimizi muhkem (sağlam) bir vaziyete getirelim. Buradaki imkân ve zamanımız müsait olmasa da meselenin ehemmiyetine işaret edebilmek adına bu kadarıyla iktifa ettiğimiz bu tafsîlat gerektiren kısımları, yer yer ilan edeceğimiz ilgili kaynaklara başvurarak elde etmek, daha isabetli olur düşüncesindeyiz değerli dostlar. Ne yapılmalı, nasıl yapılmalı, nereden başlamalı? Sorularına sırayla vermeye çalıştığımız cevapların ilkine, işte yukarıda belirttiğimiz sûrette değinmiş olduk. Sıraya koyarak devam edersek: Evvel emirde (yani ilk başta) bulunan vazifemizin hemen ardında kifayet sahibi sayılabileceğimiz, belli bir kesimine hâkim olabileceğimiz “Tarih” bilgisine sahip olmak için var gücümüzle uğraşmalıyız. Zira şahid olduğumuz olayların belli bir nispette de olsa tarih ile doğrudan veya dolaylı alakaları kat’î sûrette mevcuttur, bildiğimiz üzere. İlk aşamada “belli bir kesimine” sahip olduğumuz bu tarih bilgisinin, ilerleyen zamanlarda daha da artıp şumûllenmesi (kapsamının artması) için uğraşmalıyız ki tam manasıyla olaylara ve arka planındaki etkenlere birleştirici bir nazarla bakabilelim. Tarih sahasındaki bu ilerlemelerimizin de bir numaralı şartı sağdan sola okur-yazar olabilmektir. Çünkü, gerek kaynakların dili, gerekse de bir “müslüman” profilinin gereğince bu şart, vazgeçilemez bir unsurdur. Beyan ettiğimiz gibi, bu ilerleme esnasında başvuracağımız kaynakların ekserîsi İslâm harfleriyle neşv-ü nemâ bulan asıl Türkçe ve Arapça’dan oluşmaktadır. Türkçeye aktarılmış kaynakların sayısı her geçen gün artsa da bu lisanlara hâkimiyet kaçınılmaz bir meseledir. Öte yandan Müslümanlığın şiarlarından Kur’ân Azîmu’ş-Şân’ın okunup anlaşılabilmesi için bu lisanlara hâkimiyetin kesin bir ihtiyaç olması bile tek başına kâfî gelir ki; aziz ecdâdımızın hüküm sürdüğü uzun zaman dilimi içerisinde konuşup yazdığı lisan dahi yine o Kur’ânî harfler ve ibâreler ile doludur, süslüdür ki ecdâdımızın bu yol ile Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet-i Seniyye ve İslâmla ünsiyet (yakınlık, muhabbet) kurduğu da îzahı gerektirmez bir husustur. Sadece bu birkaç sebep dahi, mes’elemizin omurgasını teşkil edecek ehemmiyettedir. Ana hatlarıyla bahsetmeye hayret ettiğimiz “TARİH” başlığının da bu vesileyle belli ölçüde de olsa okuyucular nazarında muayyen bir “çerçeve”ye kavuştuğunu düşünerek bir başka meselemiz olan “EDEBİYAT”a gelelim.
Evet, edebiyat. Lakin bir lise ders kitabının kapağında veya bir üniversite sınavına hazırlık kitabının ön yüzünde yazdığı mânâdan çok farklı olarak “EDEBİYAT”. Bizim edebiyat bahsimizin, bu zikrettiğimiz eşkâlden çok farklı olmasının sebebi, onu bir “hayat nizamı” olarak, bir ahval tercümanı olarak, bir his ve fikir topluluğunun “tâbir memuru” olarak düşünmemizden ileri gelir. İnsan denilen varlığın o meziyet listesinin üst sıralarında yer alan “düşünme”, edebiyat vasıtasıyla gün yüzüne çıkar, keşfedilir. Düşünme ve edebiyat arasındaki alâkaya da bir önceki cümlede işaret ettik ki; bildiğimiz üzere kişi kelimelerle düşünür, düşündükleriyle konuşur, -tutarlılık gereği- konuştuğuyla da fiilde bulunur. Bu insicamı dikkate alırsak “EDEBİYAT” ile neyi kastettiğimiz az çok anlaşılacaktır.
Gönüldaşlar: Baştan beri ifade ettiğimiz üzere, bir Müslüman münevver profili dahilinde “iyi-kötü bir şeyler karalamak” veya “çat-pat ağzı laf yapabilmek” gibi ucuz, pespaye, kalitesiz, renksiz, fersiz, heyecansız, sessiz ve soluksuz vasıflara kesinlikle yer olamaz. Bu haller, münevver profili ile asla bağdaşmaz, bağdaşamaz. Genç Müslüman münevver, ne konuştuğunu bilecek, sözlerini birer boncuk dizer gibi dizecek, hitap ettiği kimselerin zihninde oluşacak soruları bile sezebilecek ve onlar daha sormadan cevaplarını iletebilecek kâbiliyette olmalıdır. Konuştuğu şeyleri de en doğru şekilde, en öz şekilde ifade edebilmek için o dili doğru ve kaidelerine uygun surette yazıya dökebilmeli. Böylelikle böylelikle bir “ergen muhabbeti”nden kendisini ve söylemini ayırt edebilme rahatlığını dinleyiciye/okuyucuya sunabilsin. Aksi hallerde, lisan katledicisi ve Afrika vahşileri dili gibi bir dil ile anlaşmaya çalışan, çarpık çürük seslerle iletişim kurmaya uğraşan bir varlığa dönüşür. Benzetmeye çalıştığımız haller size pek mübalağalı gelecek belki ama, ilk insan uygarlıklarında ve topluluklarında bile (bu topluluklara kabile denirdi) çıkardığı sesin muntazam oluşu, gür oluşu, -yeni yeni oluşmaya başlasa da- ifadeleri en güzel anlatışı ile temayüz eden (ayırt edilen) bireylerin kabile reisi olarak seçildiğini buradan hatırlatmak, vurgulamak isteriz! Siz varın kıyaslamayı yapın, kıymetli dostlar. Birkaç hususa değinerek “EDEBİYAT” başlığımızla alakalı meselelere eğilmeye çalıştık. Bu sahada elzem olan bazı şeylere de işaret edelim. Bu başlığı oluşturan unsurlar evvelinde de -tarih konusunda bahsettiğimiz gibi- öncelikle sahip olduğumuz dili, yani Türkçe’yi; uydurma, yamalama kelimelerden ve ifadelerden tecrit ederek (onlardan arındırarak) öğrenmemiz gerekir. Bu “doğru” öğrenme işinin gerçekleşebilmesi için de “doğru” kaynakların aranıp bulunması -belki ilk safhada sözlük gerekse dahi okunmaya çalışılması gerekir. Evet, “belki sözlük gerekebilir” dedik. Çünkü dikkat ederseniz, görürsünüz ki gün içinde dilimizde dolaşan kelimelerin çoğu ya Garp (Batı) kökenlidir ya da eklem büklem yamalardan oluşan ifadelerdir. Öyle ki, burada kullandığımız kelimelerin bile asıl menşeli olanını hiç anlaşılmayacağı kaygısıyla bazen seçmemek mecburiyetinde kalıyoruz. O yüzden bu “öğrenme” aşamasında “doğru olanı” alabileceğimiz kaynakları aramalı, bulmalı ve büyük bir azim ve kararlılıkla okumaya gayret etmeliyiz; eğer başlamadıysak bir an önce işe koyulmalıyız. Öyle olsun ki, dopdolu bir lisana, mükemmel bir ifade kabiliyetine, etkileyici üsluplara ulaşmaya bir adım atmış olalım. Okumak önemli olduğu kadar dinlemek de bu işin kıymet verilmesi gereken bir başka noktasıdır. Zira biz işittiklerimizi kalbimize doldururuz ve kalbimize dolanlar kademe kademe ruh halimize sirayet eder, düşüncelerimize ulaşır ve oradan da nihayet dilimize gelir ve dilimizden dökülür. Ehemmiyeti böylece anlayalım ve okumaya olduğu kadar, dinlemelerimize de bu yönde bir meyil verelim, gönüldaşlar. Ve bu meyil ile “taraf”ımızın hakkını verebilelim.
Evet, esas noktalarına dokunarak vazifeler zincirimizi zihnî ufuklarda çizmeye çalıştık. Vazifelerimizi unutmuşsak veya eksik telakki etmişsek, onları tekrar gözden geçirelim dedik ve ince ince kapı araladık. Değerli gönüldaşlar; bu ve bundan bir önceki yazımız, icra etmeyi plânladığımız uzun vâdedeki düşüncelerimizin bir nevi altyapısı mahiyetinde denebilecek zemin inşâsı yazılarıydı. Konulara ana hatlarıyla değinip, tafsilâta girilmemişti, belirtildiği üzere. Bundan sonrasında ise her saha, kendi içerisinde tafsilatlandırılabileceği kendisine has başlıklara ayrılacak (DİN; yani her şeyimiz, TARİH, EDEBİYAT-LİSAN, GÜNDEM, TAVIR-TEPKİ, YANLIŞ ÖĞRETİLEN DOĞRULAR… başlıkları gibi) ve oralarda imkân nispetinde anlatılmaya çalışılacak, İnşâllâh. Bu şekilde branşlara ayıracağımız ve her birisinin vazgeçilmez derecede önemine her yazıda değineceğimiz saha çalışmalarımızın hakkıyla idrak edilebilmesi, silsile şeklinde bir nizâmî neşir faaliyetinin oluşabilmesi adına “zemin inşâsı” diye tavsif ettiğimiz (nitelendirdiğimiz) bu ve bundan bir evvel yayınlanan yazımızın okunmasını sizlerden istirham ederiz. Zira bundan sonra icra edilmesi düşünülen bütün faaliyetlerin “niye?” kısmı bu iki yazıda hülâsaten beyan edildi. Yine de gerek bu ilk iki “zemin” yazımızda gerekse de sonra yayınlanacak diğer yazılarda akıllarda kalan soru işaretlerine, tepkilere, tavsiye ve fikirlere “sağlıklı bir altyapısı ve nedeni olduğu sürece” cevap vermek bizleri bahtiyâr edecektir. Şu hususu da aktararak bitirelim: Lisan sahasında çok daha uzunca bahsedeceğiz ki; bize lazım olan ve bizi biz yapan asıl lisanımızın kelime ve ifadelerine gitgide daha çok yer vermeye gayret edecek, ilerleyen zamanlarda, kullandığımız dildeki kaliteyi bu vesileyle daha zengin buudlara (boyutlara) taşıyacağız, İnşâllâh. O mertebelere gelene dek bazen parantez içerisinde şu anki yaygın kullanımını da vermek, bazen de yazı sonlarında bir küçük sözlük oluşturmak sûretiyle bu “aslî” olarak telakki ettiğimiz kelime ve cümle yapılarını kullanacağız, yaşatacağız; dillerde ve gönüllerde yavaş yavaş yeniden yeşermeleri için buralarda onları ağırlamış olacağız, İnşâllâh. İstifâdenin âzamî seviyelerde olması temennisiyle, özünüze iyi bakın gönüldaşlar; esselâmu aleyküm…
Mustafa UZUN
Yorum Yaz