İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
İnsanın doğa ortamında kötü olduğunu söyler Thomas Hobbes. Hobbes’a göre insanlar doğası gereği kötüdür ve bu kötülükleri doğuştan gelmektedir. Aslına bakılırsa Batılı ve Hristiyan kültürün etkisiyle yetişmiş bir düşünürün bu düşüncesi çok da şaşılır bir durum değildir. Zira insanın günahkâr olarak doğduğu ve doğası gereği kötü olduğu bu durum, Hristiyanlık inancının felsefesinde ve inanç sisteminde mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Hristiyanlık inancı üzerine doğan çocuklar doğuştan gelen bu kötülük halinden kurtulmak için aileleri tarafından kutsal addedilen bir suyla yıkanarak temizlenirler. Daha dini bir tabirle ‘vaftiz’ edilirler. Bu ve bunun gibi Hristiyanik ritüeller ve din kaynaklı inanışlar fikir adamlarını derinden etkilemiştir. Çevrenin ve dolayısıyla insanın bulunduğu bağlamın bir sonucu olarak da bugün dahi ismini andığımız yüzlerce fikir adamı bulundukları bağlamdan bağımsız kalamamışlardır ve bu minvalde düşünce üretmişlerdir. Çok anakronik olacak ama İbn-i Haldun’un da dediği gibi “coğrafya kaderdir” ve insanlar coğrafyalarından bağımsız olarak düşünemezler. Bu düşünce soyut bir prangadır ve bu prangayı çözebilen insan sayısı da azdır.
İşte bu noktada, buraya kadar anlatılanlara tezat teşkil eden ve az evvel bahse konu olan coğrafya prangasını kıran bir ismi ve fikirlerini anlatmak gerekir. Bu isim fikirleriyle ve olaylara yaklaşım biçimiyle modern anlamda siyasi düşünce tarihinin mihenk taşlarından biri olan Jean-Jacques Rousseau’dur. İnsanın doğa ortamında kötü olmadığını aksine toplumlaşmanın ve sosyalitenin insanı kötülüğe ilettiğini dillendirir. Şimdi konumuza geçmeden evvel Rousseau ile ilgili birkaç nüansa değinmek gerekir ki düşüncelerinin fikri derinliğine inmek için bu elzemdir. Rousseau’yu diğer düşünürlerden biyografik olarak ayıran en önemli özelliği köy okulunda eğitim görmesi ve kendi kendini yetiştirmesidir. Bir insanın yetişmek için başka bir insana ihtiyaç duymadığı bir çağ olarak nitelendirdiğimiz günümüz dünyasından yaklaşık olarak üç yüz yıl önce böyle bir olgu ile karşılaşmamız kayda değer bir mevzudur. Rousseau’nun kendi kendini yetiştirmesi ve daha sonra elitist fikirlerin varlık sürdürdüğü Paris yaşamında saygınlık kazanması onun ve fikirlerinin değerli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Rousseau fikren insanlara dostça, insansever bir yaklaşım sergilese de kişisel yaşamında (reel yaşamda) kimseyle geçinemediği bilinmektedir. Bu da onun fikirlerini dayandırdığı altyapıya uyumlu bir davranış olarak göze çarpar. Ona göre “Yaratıcının elinden çıktığında her şey iyidir. Her şey insanların elinde bozulur.” Yani Yaratıcı insanları ve diğer mevcudatı iyilik üzere, mükemmel yaratmıştır. Fakat insanoğlu bu nizamı bozmuş ve dünyayı daha kötü bir yer haline getirmiştir. Bu noktada Rousseau insanların bu “kötü”yü uygarlaşarak, bir bakıma sosyalleşerek meydana getirdiğini düşünür. Doğa durumunda eşit olan insanların, toplum yaşamına geçiş ile eşitsizlikleri de beraberinde getirdiğini ve böylece insan yapısının menfi doğrultuda bozulduğunu söyler. Rousseau, insanın doğası gereği kötü bir yaratılışta olduğu görüşünün aksine - Hristiyanlık inancıyla da bağdaşmayacak şekilde- insan doğasının iyi olduğunu düşünür. Rousseau’ya göre insanlar başlangıçta sade, gösterişsiz, kötülükten uzak ve masum bir yaşam sürdürmekteydiler. İnsanlar ne zamanki toplumlaşmaya ve sosyal yaşamın bir parçası olmaya başladıysa problemler ve kötü duygular da bunun bir sonucu olarak insan yapısında varlık gösterdi. Bu düşünceye göre bir insanın en büyük problemi başka insanlarla kurduğu bu sosyalleşmedir. Zira doğa durumunda herhangi bir kötülükten bahsetmek mümkün değildir. Toplum yaşamı insanları özelleştirmeye, mülk sahibi olmaya, kişisel çıkarlara iter.
Mesela mülk durumunu örnek vererek inceleyelim. Yeşillikleriyle göz kamaştıran, içinde nehirlerin aktığı verimli bir toprak parçasına sahip olan bir insan düşünelim. Bir de bu insana komşu olan ve nispeten daha verimsiz topraklara sahip, kıt kanaat geçinen bir insan olsun. Rousseau’ya göre uygarlaşmanın getirdiği sosyal durum ve toplumlaşma olgusu bu iki insan arasında barışın pek de mümkün olmadığını gözler önüne serer. Verimli topraklara sahip olan insan ile nispeten daha yoksun olan insan arasında ihtiras ve kişisel çıkarlardan kaynaklı bir kötülük durumunun oluşması gayet tabii bir sonuçtur. Sonuç olarak denebilir ki doğa durumunda eşit olan bireyler, toplumsal uygar yaşamda eşitliğin bozulması gibi bir handikap ile karşı karşıyadır.
Hobbes insanların toplum düzenine geçerken sahip olduğu hakların bir kısmını bir üst akla devretmesi, yani egemenliğinin bir kısmından feragat etmesi gerektiğini söyler. Toplum düzeninin ancak bu şekilde var olabileceğini dillendirir. Bu realist bakışın aksine Rousseau toplum düzenine geçişin bir sözleşme ile olacağını ve bu sözleşmede insanların haklarından, özgürlüklerinden hiçbir şey kaybetmeyeceğini savunur. Bireyde iyi, toplumda kötü olan insanlar için toplum düzeninin sağlanması ancak ve ancak “Genel İrade”nin gerçekleşmesi ile mümkündür. Rousseau’ya göre genel irade yani halkın genel kabulü toplum düzeninin tekrardan iyi olması için bir çözümdür.
Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi diye adlandırdığı bu kabulde her insan bulunduğu toplumun bir parçası ve bağımlısıdır. Toplumun düşüncesi aynı zamanda kişinin düşüncelerini de yansıtmaktadır ve bu bakımdan bir dış göz olmaktan ziyade bir iç durumdur aslında. Kişi o bütünün bir parçası olarak özgürlüklerinden hiçbir şey kaybetmez. Çünkü genel iradenin ortaya koyduğu düşünce yapısı çoğunluğun düşünce yapısıdır ve birey her zaman o düşüncede kendisine yer bulabilir. Peki, bu durum realitede Rousseau’nun düşündüğü gibi midir? Onun dillendirdiği bu sistemin gerçek hayatta karşılığı nedir?
Bireyde iyi, toplumda kötü insanı tekrardan iyi yapacak sistemin genel irade olduğu tartışmalı bir konudur. Genelin yani çoğunluğun düşüncesi her zaman iyi olmayabilir. Veya burada iyinin ne olduğu konusunda bir tartışma mevzusu açılabilir ama iyi konusunda daha genel bir kabul olduğu için iyi kavramını sabitlersek bundan sonraki tartışmayı çoğunluğun iyiye ulaşıp ulaşmayacağını kritize ederek inceleyebiliriz. Mesela genel iradenin yani halkın özgür onayıyla yönetimde söz sahibi olmuş kişilerin toplumu iyiye ulaştırıp ulaştıramayacağı bilinemez. Çoğunluk her zaman doğru düşünemeyebilir veya daha amiyane bir tabirle koyun misali yönlendirilebilir, halkın düşünceleri politik strüktürde kaygan bir zeminde seyredebilir. Manipülasyona açık olduğundan olumsuz sonuçlar doğurabilir.
Nitekim tarihte bunun örnekleri çokça mevcuttur. Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da halkın iradesi ile başa geçmiş olan Hitler -ki kendisi genel iradenin bir mahsulüdür- toplumu iyiye götürmediği, aksine halkı girift ve çıkmazlarla dolu bir savaşın kayıplarıyla baş başa bıraktığı malumdur. Burada yaşananlar ile ilgili Hitler'in savaştaki en önemli komutanlarından biri olan Göering’in Nürnberg Mahkemesinde yargılanırkenki söyledikleri kayda değerdir: “Halk elbette ki savaş istemez… Ama sonuçta bir ülkenin politikasını belirleyen liderlerdir ve halkın bir şeye katılmasını sağlamak daima kolaydır... Halka, saldırı tehlikesi altında olduğunu söylemek, pasifistleri vatansever olmamakla suçlamak ve onların ülkeyi tehlikeye attığını iddia etmek yeterlidir. Her ülkede aynı şekilde işe yarar.” Genel iradenin manipülasyona ve propagandaya açık olduğunu Göering’in bu sözlerinden daha net anlıyoruz.
Genel irade her zaman iyiye ulaştırmaz ki bunun bir örneği de Stalin Rusya’sıdır. Despot Stalin’i başa getiren irade halkın özgür onayının bir sonucudur. Çalışma kamplarında bir milyona yakın vatandaşına kıyan bir devlet iradesi, halkın faydasına kararlar alamamış ve sonuçları kötü olan bir katliama sebebiyet vermiştir. Tartışmaya kapalı olan durum; verilen iki örnek de genel iradenin olumsuz bir örneğidir.
Bir başka bakış açısıyla bakalım genel iradeye: çoğunluğun görüşünün dışında azınlık bir grubun varlığı ve düşünceleri bile iyi denen şeyin toplumda herkes tarafından aynı olmadığının bir göstergesi değil midir? Hitler Almanya’sında Yahudi olan azınlık kesimin genel iradenin sonucu bir idare altında ezildiği ve katliama maruz kaldığı bir sistemde iyinin herkes için aynı olmadığını veya iyi denen şeyin bu sistemde var olmadığını söyleyebilir miyiz? Spesifik örneklerin dışında da bağlam aynı kaldığı müddetçe bunu dillendirmek mümkündür.
Rousseau’nun genel iradeyi tanımlarken veya irdelerken, bireyin yalnız başına iyi olduğunu ve yönetimi onaylarken de bu minvalde bireysel olarak yani “iyi” olarak karar vereceğini düşünmesi tabiîdir. Bu durum gerçekten de böyle midir? İnsanın en saf ve temiz hali başka insanlarla iletişime geçmediği ve doğal olarak herhangi bir problemin de var olmadığı durumdur. Fakat işin içine siyasi otorite kavramı girdiği vakit bir birey olarak vatandaşın kişisel çıkarlarının da göz önüne alınacağı bir genel irade varlık göstermez mi? Halka iki anahtar vaat eden kötü bir liderin, halkın mutlak iyiliğini isteyen iyi bir liderle kıyaslanması ve ağır basması (seçilmesi) durumunda genel iradenin her zaman iyiye ulaştırdığını söyleyemeyiz.
Hülasa denebilir ki: Rousseau’nun doğa durumunda insanın saf ve temiz olduğu iddiası, insanın toplum yaşamına geçmesiyle beraber problemlerin baş göstermesi ve kurallara ihtiyaç olunduğu kabul edilebilir. Fakat bu kuralların nasıl olacağı konusu tartışma konusudur. Rousseau’nun bu kuralları oluşturmada genel irade kavramını ortaya atması ve kurguladığı sistemi bunun üzerinden yorumlaması, sonuçları itibariyle kendi içerisinde noksanlık taşır. Bu bağlamda Rousseau’nun düşüncelerinin kritik edilip yeniden yorumlanması, günümüz düşünürlerine büyük bir misyon yüklemesi bakımından yeterlidir.
M. Fatih Özmen
Yorum Yaz