John Keane, Medya ve Demokrasi, Haluk Şahin(çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.
Gelişen iletişim ile artık sadece alıcı değil, aynı zamanda verici olarak kitle iletişiminin bir parçasıyız. Sıkça tartışılan meselelerden biri de, bu durumun insanı özgürleştirdiği mi, manipüle mi ettiğidir. Ele alacağımız bu kitapta John Keane, medyalar ile demokrasi arasındaki bağlantıyı irdeleyerek, basın özgürlüğü idealinin nasıl oluştuğu sorusuna cevap aramaktadır.
Elimizdeki Türkçe basımın çevirmeni Haluk Şahin, Keane’in kitapta sorduğu soruları genel hatlarıyla şu şekilde sıralamıştır:
- Demokrasinin vazgeçilmezi sayılan medya özgürlüğünün kaynakları nerededir? İçinde neler vardır?
- Tüm vatandaşların özgür ve eşit olarak yararlanacağı medya düzeninin yolu ‘Pazar liberalizmi’’nden mi geçer?
- Ortaya çıkmakta olan yeni ‘’devlet despotizmi’’ ile nasıl mücadele edilir?
- ‘’kamu yayıncılığı’’ndan ne anlamalıyız? Onun ötesinde ne olabilir?
- Ortaya çıkan yeni toplumsal düzende medya-demokrasi ilişkisi açısından ne gibi fırsatlar ve tuzaklar söz konusudur? (s.10)
Yazar, eserini 5 ana başlık altında ele almıştır: ‘’Basın Özgürlüğü, Deregülasyon, Demokratik Leviathan, Kamu Hizmeti Medyası?, Demokrasi, Riskler ve Geri Adımlar’’.
İlk bölüm, ‘’Basın Özgürlüğünün Felsefesi, Despotizm, Klasikleri Yeniden Düşünmek’’ alt başlıklarına ayrılmıştır. 1792 yılında, Londra’da, ünlü Rights of Man eserinin yazarı olan Tom Paine’in duruşması ve iddianamesinin okunmasından sonra onu savunmak üzere mahkemeye karşı hararetlice itirazını sunan Thomas Erskine’in gerçek hikayesiyle esere girizgah gerçekleştirilmiştir. Bu özgür basın mücadelesi tarihinden alınan kesitte Paine’in, İngiliz Anayasası’nın en temel ilkesi olan basın özgürlüğü ilkesinin sağladığı ifade hürriyetine karşı ithamla yargılanmasını reddeden Erskine, Parlamento’nun her zaman egemen güç olduğu görüşüne karşı çıkmıştır. Bununla bağlantılı olarak Erskine, savunusunda özgür basına sahip olmayı, bireylerin hükümete karşı kullanabileceği bir koz olarak niteler. Özgür basının, sanılanın aksine, anarşiye neden olmayacağını belirtir. Çünkü özgür basın, yüksek güce sahip devlet karşısında bireyin sahipleneceği dengeleyici bir kuvvettir. Bireyler, böylece hükümetin işlerini denetim altına alır; bu durumun farkında olan hükümet ise yolsuzluk yapmaktan imtina eder, iyi bir yönetim performansı sağlamayı gaye edinir. (s.21)
İletişim tarihinden kesitlere yer veren yazar, farklı ülkelerin matbaa, yayıncılık ve iletişim araçlarındaki gelişmeleri okuyucuya sunmuştur. Bu gelişmeler karşısında devletin kısıtlama refleksinin tezahürü sonucunda gerçekleşen uygulamalar, eseri okuduğumuzda dikkatimizi çekmektedir. Verilen uzun mücadeleler sonucu kaldırılan pul vergileri, basın özgürlüğünün gereğini icra eden gazetecilerin ‘’fitneci iftara’’ suçu gerekçesiyle yargılanması ve evlerinin aranması uygulamasının kaldırılması, basın özgürlüğü yolunda yurttaşları cesaretlendirmiştir. Bu gelişmeler, beraberinde 19. yüzyılın ilk yarısında köleliğin/köle ticaretinin kaldırılması, orta sınıfların oy hakkı elde etmesi, Mısır Yasaları’nın iptali gibi dev reformlara öncülük etmiştir. (s.26)
Basın özgürlüğü felsefesi bölümünde Keane, modern anlamda basın özgürlüğü fikrinin menşeinin İngiltere olduğunu belirtmiş ve fikrin 4 farklı savını genişleterek okuyucunun istifadesine sunmuştur. Teolojik yaklaşım, devlet sansürünü Tanrı’nın insanlara ihsan eylediği akıl adına eleştiriyordu.bu görüşün savunucularından John Milton, kitapların ruhsata ve sansüre bağlı tutan bir hükümet anlayışına karşı ‘’özgür ve bilgili’’ ruhun gelişmesi için özgür basını savundu. Milton, basına getirilen kısıtlamaları etkisiz ve yararsız bularak, bireylerin basiret üzere yaşamalarını kısıtladığını belirtmiştir. Matbaanın anahtarının cennetten inme olduğunu savunarak, özgür ifadenin gelişiminin, iyinin ve kötünün bir arada bulunmasıyla insanın basiretini icra ederek doğruya ulaşması yolunda onun varlığını önemsemiştir. (s.28)
‘’Basının davranışlarının bireyin haklarına uygun olması’’ fikri ise John Locke tarafından ortaya atılmış ve John Asgill tarafından geliştirilmiştir. Amerikan ve Fransız Devrimlerinin getirdiği anayasal yenilikler, bu görüşün bir dönem revaçta olmasını sağlamıştır. Yazar, basın özgürlüğünün doğal haklara dayanan kuramını ele alan Mathew Tindal’a yer vererek, onun basına getirilen kısıtlamaların Hıristiyanlığa ve doğal haklara aykırı olduğu düşüncesini izahate kavuşturmuştur.
Faydacılık kuramında ise amaç, yönetilenlerin mutluluğunu en üst seviyeye çıkarmaktır. Bu kuram, iktidarı elde eder etmez kendi çıkarlarını önceleyecek, onu suistimal edecek olan hükümetin denetlenmesi açısından özgür basını önemser. Bu kurama bağlı görüş, basın özgürlüğünün isyana/karışıklığa yol açacağı düşüncesini tıpkı Erskine gibi reddeder. Özgürlükte de, diğer erklerde olduğu gibi tehlikelerin bulunduğu belirtilir.
Hakikate yurttaşlar arasındaki kısıtlamasız tartışma yoluyla ulaşılabileceği düşüncesi ise basın özgürlüğünün dördüncü ve son savunmasıdır. Aktarılan hoşgörü ve basın konusundaki broşürdeki ifadeler bu savunuya verilecek en güzel örnektir: ‘’ Nasıl saman rüzgârın önünde duramazsa, yanlış da doğrunun önünde ayakta duramaz.’’ Bu görüşün etkili ve seküler hali bir süre sonra John Stuart Mill’in On Liberty, 1859 (Özgürlük Üstüne) adlı eserinde ele alınır. İfade hürriyeti üzerine yazılmış bu eserde Mill, bireylerin düşünlerini ifade etmelerinin kısıtlanmaması gerektiğini belirtir. İfadeler bastırıldıkları zaman, toplumun o düşünceden mahrum kalacağı ifade edilir. Eğer susturulan düşünce doğru ise, biz bu doğru ifadenin bilgisinden mahrum kalırız. Eğer yine bu ifade yanlış ise, biz onun yanlışlığının bilgisinden mahrum kalır, ifadenin ‘’doğru’’ ile karşılaşmamasından ötürü hakikate ulaşma hususunda sorun yaşarız. Son olarak, bir görüş hakikatin ta kendisi olsa dahi, karşıt bir görüş tarafından zorlanmaması, bizim o doğruyu ‘’yaşayan ölü bir dogma’’ olarak algılamamıza neden olur. İşte bu noktada, ifadelere uygulanan sansürün, hakikatin serbest ortamda doğrulanmasına engel olduğunu açıkça görmekteyiz.
‘’Despotizm’’ bölümünde ise, tüm Avrupalı devletlerin; basının, devletle ilgili asgari düzeyde haber sağlama faaliyetlerini kabul ettikleri belirtilmiştir. Bu duruma karşı çıkan devletler ise ‘’despotik’’ olarak tanımlanmıştır. (s.37)
‘’Klasikleri Yeniden Düşünmek’’ bölümünde matbaanın icadının fikirlerin yayılmasına, yayımcılığa olan etkileri ve kitlesel üretimin devlet tarafından gördüğü maddi/fiili yaptırımlar ele alınmıştır. Bu baskılar karşısında basın özgürlüğü ‘’negatif özgürlük’’ ile bağdaştırılmıştır. Basın özgürlüğünün ilk yorumlayıcılarından Peuchet, 18. yüzyılda, bir ifadesiyle basın özgürlüğünün adeta siyasetsiz bir siyasetin varlığını mümkün kılacağını belirtmiştir. (s.53)
Yazar, yine aynı yüzyıl içerisinde medyanın/yayımcılığın Pazar rekabetinin para ve güç uğruna ‘’ganimet kapitalizmi’’ne dönüştürüldüğüne örneklerle işaret etmiştir.
Pazar liberalizminin hedefine tam olarak ulaşacağı görüşüne karşı çıkan yazar, Pazar liberalizminin eksikleri ve çelişkilerini tartışmaya açmıştır. Bu fikir akımının sağlamayı vaat ettiği seçim özgürlüğünün gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı, hatta seçenekleri azaltacağı yönündeki düşüncelerini aktaran Keane, bu tutumunu farklı düşünürlerin ifadeleriyle desteklemiştir.
‘’Basın özgürlüğü yalnızca basına sahip olabilenlere aittir.’’ A.J. Liebling
Pazar rekabetinin, görece bilgi zengini ve bilgi yoksunları arasında büyüyen bir uçurum açtığı belirtilmiştir. (s.86) Maddi anlamda yoksul olan birey, medya araçlarına erişebilmek için bütçesinin daha büyük bir kısmını kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu sebeple, eşitsizlik durumu kendini muhafaza etmiş olmaktadır. Metalaşmış medya tarafından yaratılan bu eşit olmayan seçim kalıpları, pazar rekabetinin reklamcılar tarafından körüklenmesiyle daha da bozulmaktadır.
Medya reklamcılığı, seçim özgürlüğünü garanti altına almıyor. Eserde alıntılanan BBC’nin gece kuşağı sunucularından Andrew Neil’in sözleri, iddiayı destekler niteliktedir: ‘’Reklamcılar ördeklerin en sık toplandıkları yere ateş ediyorlar.’’ Ayrıca reklamcılık, ürünleri reklam etmekten ziyade, bir hayat tarzı olarak tüketimin benimsetilmesinde işlev görmektedir. (s.87,90)
‘’Demokratik Leviathan’’ bölümü, Simone Weil’in şu sözleriyle başlar: ‘’ Egemen ve merkezi her devlet, potansiyel olarak saldırgan ve diktatörcedir.’’ Bu tercihten anlayacağımız üzere yazar, despotizmin tüm demokratik rejimlere içkin olduğunu iddia eder. Mutlakiyetçi devletlerden, parlamentolar tarafından yönetilen geç modern anayasal devletlere dönüşüm sona ermiştir. Artık yeni bir siyasal sansür dönemine girilmiştir: Demokratik Leviathan.
Yazar, bu dönem özelinde 5 farklı siyasal sansür türü tanımlamıştır: Olağanüstü hal erkleri, silahlı gizlilik, yalan söylemek, devlet reklamcılığı, korporatizm.
Devlet tarafından uygulanan sansürün, yasal düzenlemelerin kaldırılması talebini savunan pazar liberallerinin görüşleri deregülasyon bölümünde ele alınmıştır. Deregülasyon, pazar liberallerinin tezinin idee fixe’idir. Devlet kısıtlaması/düzenlemesinin olmayacağı bir serbest pazar ortamında rekabetin düşük fiyat/yüksek kalitenin tüketici tercihinin serbestçe gerçekleşmesinin mümkün olabileceği görüşü, bu düşünce akımı ile yaygınlık kazanmıştır. Pazarın başarısızlıkların bölümünün girişinde yazar, Karl Polanyi’nin şu sözünü alıntılanmıştır: “Kendi kendisini sürekli olarak ayarlayan pazar fikri tam bir ütopyadır. Böyle bir kurum bir süre varlığını sürdürse de sonuç toplumun insani ve doğal özünün yok edilmesi olur.” Siyaset Sosyolojisi disiplininde Karl Polanyi ,iki uç anlayışın karşısında durmuştur: market liberalizmi, korumacılık. “Free market, no gov’t intervention” hedefi güden liberal görüşün, tam serbest bir piyasada bile istenilen hedefe ulaşamayacağını belirtir. En serbest pazar durumunda bile temel parametrelerini devlet tarafından belirlendiğini belirtir. Medyayı da içine dahil ettiğimiz bu piyasaya tüm müteşebbisler tarafından girilmesi kolay olmayacaktır. Çünkü piyasada “crowding out” etkisi sahibi güçlü aktör, sistemi baskılamıştır ve piyasaya giren yeni aktörün sisteme başlaması/tutunması, rekabet açısından gelmesi gereken seviyeye erişmesi güç duruma gelmiştir. Polanyi, ekonomide ahlakiliği önemsemektedir ve paranın sembolik bir değer olduğunu, değişim aracı olmadığını vurgulamaktadır. Liberaller, paraya emtia vasfı yüklemişlerdir. Böylece para, toprak ve emek, alınıp satılan bir ürün haline getirilmiştir. Polanyi bu duruma karşı çıkmaktadır.
Modern bir hiperiletişim evreninde yaşadığımızı ileri süren Baudrillard, enformasyonun olaylardan kopup kendi başına bir olay haline gelmesi karşısında yurttaşların afalladığını/ne istediklerini bilemediklerini belirtir. Keane, bu “enformasyon tipileri”nin tehlikelerinin bu denli abartılmaması gerektiğini iddia eder ve Baudrillard’ın tutumunu abartılı bulur. Bu kitle iletişim vasıtalarının bir araç olduğunu, manipülatif özelliklerine rağmen yaşamınıza biçim verme gücünün sınırlı olduğunu belirtir. Yine bu bölümde bireyin dört bir yandan farklı medya kanallarıyla kuşatılması, kontrolsüz enformasyon akışına maruz kalması durumunda ise; bireyin algısının sınırlı olduğunu, bu akış karşısında seçici davrandığını ve hatta bunlardan bazılarının bireyin dikkatini dahi çekmeyeceğini, her bireyin medya kanallarına ulaşım imkanının eşit olmadığını hatırlatır. Enformasyon fırtınalarının demokratik toplumların kaçınılmaz bir özelliği olduğunu yineleyen yazar, bu kısımda diktatörlüğün hüküm sürdüğü yönetim sistemleriyle tam demokratik sistemler arasında yaptığı kıyas, incelemeye değerdir. Uzun ömürlü diktatörlüklerde şeylerin durağan ve mükerrer olduğu, yaşamın sıkıcı bir seyre sahip olduğu ifade ediliyor. Demokratik sistemlerde ise aksine her şey sürekli bir hareketlilik içindedir. Ancak bir başka açıdan incelenecek olursa toplumların amaç birliği ve topluluk ruhu, demokratik sisteme geçildikçe dağılganlık göstermektedir. Farklılık, açıklık, rekabet enformasyon çeşitliliği ve denetim artmıştır. Ayrıca muğlaklık, uzlaşıya varamama sorunları da zuhur etmiştir. İşte bu sebeplerden ötürü demokratik toplumlarda basın özgürlüğünün kapsamı/anlamı tartışmaya/çekişmelere açıktır. (s.177,8)
”Kamu Hizmeti Medyası” adlı bölümde kamu hizmeti medyasının kimliği, mahiyeti, toplum üzerindeki etkililiği tartışılmıştır. Toplumun tamamını tatmin etme hususunda eksiklikleri olduğu vurgulanan kamu hizmeti medyasının, bu amacını gerçekleştirmesinin mümkün olmadığı tartışılan meselelerdendir. İletişim medyasının amacı siyasal yöneticilerin ya da işadamlarının kişisel çıkarlarına hizmet etmek olmamalıdır. Bilhassa kamu yararını gözetmesi onun temel hedefi olmalıdır.
“Demokrasi, Riskler ve Geri Adımlar” başlığı altında yazarımız, basın özgürlüğünün ve demokrasinin geleceğine dair öngörülerde bulunmuştur. Basın özgürlüğünün işlerlik kazandırma, motivasyon etkisi, toplum üzerindeki ehemmiyeti ve devlete karşı denetleyici vasfına yönelik notlar düşmüştür. İletişim araçlarının daha sıkı devlet denetimi altında özelleştirilmesinin birçok soruna sebebiyet vereceğinin altını çizmiştir. Benliklerini özelleştiren, sersemlemiş, pasifize olmuş, devingen bir özel tüketici olmaya razı olabilecek toplum tipinin oluşabilme durumunu belirtmiştir. Basın özgürlüğünün ve onun savunucuların hak ettiği değeri görememesi ihtimaline, nice Tom Paine, Thomas Erskine ve diğerlerinin suçlu bulunabileceğine ve tarih tarafından unutulabileceğine değinmiştir.
Furkan EMİROĞLU
…