İnsanlık tarihi, son yüzyılda daha önce görmediği kadar kan, gözyaşı, ayrılık ve ölüm ile karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu olayların nedenlerine baktığımız zaman genelde karşımıza kimlik kavramı çıkmaktadır. Manuel Castells, kimlik kavramını şu şekilde ifade etmiştir; “Kimlik, insanların anlam ve tecrübe kaynağıdır”[1] ve yine başka bir yerde “Kimliklerin aktörlerin kendileri için anlam kaynağı olduğunu ve onlar tarafından bir bireyleşme sürecinde inşa edildiğini” ifade etmektedir.[2] İnsanlar kimliklerini inşa etme süreçlerinde, kaynak olarak bir yerden olabileceği gibi birçok yerden de faydalanabilir. Bu kaynaklar; tarih, dil, kişisel istekler, coğrafya, siyaset ve günümüz özelinde önemli olarak dine verilen anlamlar ve milliyetçi duygular olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, günümüz küreselleşen dünyasında ‘zamanın ruhuna (zeit geist)’ verilen anlam bakımından önem ifade etmektedir.
Kimliklerin sınıflandırılması bakımından Manuel Castells, kimliği üç ana farklı biçim ve kökene göre sınıflandırmaktadır. Bunlar; “direniş kimliği, meşrulaştırıcı kimlik ve proje kimliğidir”.[3] Küreselleşen dünyamızda, bu üç kimlik türünün de giderek önem kazandığını görmekteyiz. Kimlik olgusunun günümüz dünyasındaki etkilerinin nedenlerine baktığımızda ise kültürlerarası çatışmanın artmasının temelinde, Samuel Huntington’un ifadesi ile: “Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan yollardan dünyayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla istek ve arzu ile kaynağa sahip olan Batı dışı ülkelerle yüz yüze geliyor. ” vardır. [4] Bu açıklama ile Huntington, günümüzde medeniyetlerin beşiği olarak tanımlanan Batı dünyasının, aslında kendisinden çok farklı kültürlere olan yaklaşımının veya sadece öteki olarak gördüğü gruplara karşı bu kutuplaştırmayı arttırdığını söyleyebiliriz. Bittabi bu kutuplaşmada, Batı medeniyetinin ötekisi olan İslam medeniyeti adına hareketlerde bulunan gruplar da etkili olmaktadır.
Geçtiğimiz son otuz yıllık sürece (1990-2020) baktığımızda, liberalizmin küreselleşen dünyadaki dönüşümü, teknolojik devrimlerin gerçekleşmesi, SSCB’nin yani devletçiliğin çöküşü ve yanı sıra, küreselleşmenin bir sonucu olarak kültürel manada bireysellik ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu durumlar kimliklerin şekillenmesinde hızlı ve güçlü bir yükselişe neden olmuşlardır. Bu bağlamda özellikle ‘dini fundamentalist’ yaklaşımlara baktığımız zaman, Manuel Castells, dini fundamentalist yaklaşımların “ağ toplumundaki kimliği oluşturmanın en önemli kaynağı“ olduğunu ifade etmektedir.[5] Bu noktada, din faktörünün, çatışma (conflict) üzerindeki etkisi bakımından örnek vermek gerekirse 11 Eylül 2001 yılında Taliban’ın İkiz Kulelere saldırması olayının vuku bulması ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemde, SSCB’nin çöküşü ile birlikte Batı’nın yeni ötekisi, özelde Usame Bin Ladin önderliğindeki Taliban, genel manada ise İslam dünyası olmuştur. Bu olay Vamık Volkan’ın da zikrettiği “terörizmle savaş” olarak karşımıza çıkmaktadır.[6]Özellikle bu olayla birlikte küreselleşen dünyamızda kimlik politikalarındaki canlanmanın ana faktörü çok büyük oranda ‘dini fundamentalist yaklaşımlar’ olmuştur. Bu olay sonrasında barış (pax) kavramı daha da önemli bir yer edinmiştir. Çünkü her geçen gün şiddet (violence) ve çatışma kavramları hayatımızda önemli bir yer edinmeye başlamıştır.
Vamık Volkan’a baktığımızda, kimliği; “öznel ve kalıcı bir aynılık duygusu” olarak tanımlamakla birlikte bu kavramın psikanalitiğe Erikson tarafından eklendiğini söylemektedir.[7] Bu bağlamda insanların edindikleri kimlikler sebebiyle, her yerde “biz” ve “onlar” şeklinde bir ayrıma gidilmektedir. Bu ayrım, kimi zaman dini ve ırksal kimi zaman cinsel ve daha nice yönüyle insanların, kendilerini ötekine karşı üstün tutmalarının nedenlerini oluşturmaktadır. Örneğin Ruanda’da yaşanan katliamda olduğu gibi aynı ülkenin vatandaşları olmalarına rağmen Hutular ve Tutsiler arasında yaşanan soykırım olayları, kimlik edinmede gelinen noktayı bizlere açık bir şekilde göstermiştir.
Vamık Volkan, “Kimlik Adına Öldürmek” adlı kitabını üç ana başlık altında yazmış ve genel hatlarıyla 11 Eylül olaylarından sonra gerçekleşen kimliksel bazlı kutuplaşmadan ziyade, bizlere ‘geniş grup kimliği’ ile ilgili genel bir perspektif çizmektedir. Kitabın giriş kısmında Gürcistan’dan, son başlığı altında ise Estonya’dan genel hatlarıyla örnekler vermekle beraber kimi yerlerde Filistin-İsrail, Kıbrıs, Türkiye-Ermenistan/Yunanistan gibi ülkelerden de örnekler vererek geniş grup kimliği ile alakalı kimliksel bazlı etnik sorunlar ve bu sorunlara yönelik gayri resmi diplomatik çabaların etkinliği üzerinde duran yazar, ikinci kısımda ise toplumsal travmaların sebepleri ve sonuçlarına yönelik psikanalistik bir araştırma gerçekleştirmiştir.
Volkan, konuları ele alırken kişiler aracılığıyla toplumun genelinde bir değişim gerçekleşmesini hedeflemiştir. Bunu yapmaya çalışırken insanların kişiliklerinden feragat edip geçmiş travmalarına galip gelebilmelerini hedeflemiştir. Bu psikanalistik süreçte seçtiği kişiler toplum tarafından saygı duyulan ve itibar edilen kişiler olmuştur. Bunun nedeni ise seçilen kişilerde gerçekleşecek olan olumlu yönde değişimlerin topluma da etkisinin olabileceği görüşüdür. Bu durum bir noktada toplumsal eğitim (education) olarak da görülebilir. Yazarın bu görüşü genel manada başarıyla sonuçlanmıştır. İzlenen bu yol bizlere Gandhi’nin pasifizim hareketinin yanında eğitimin de gerekliliğini ön planda tutarak toplumsal bazlı değişimlerin gerçekleşebileceğini göstermektedir. Volkan, geniş grup kimliği bakımından kitabını olabildiğince fazla örnekle kaleme almıştır ve bu kitabıyla psikalistliğin, kimlik sorunlarına bulduğu çözümlerle aslında uluslararası ve yerel çatışmalardaki barışı oluşturmada (öncelikli olarak negatif, daha sonrasında gerçekleşen eğitimlerle pozitif barışın sağlanmasında) ne kadar önemli bir alan olduğunu ispatlamıştır. Örneğin Volkan, SSCB’ye yaptığı ilk ziyarette duyduğu güven ve huzur ortamını yine aynı başkanın (Gorbaçov) liderliğinde bu sefer kimlik hareketlerinin canlanması ile birlikte barış araştırmaları (peace research) için bölgeye tekrar gitmesi sonrası yaşanılan gerginliğin çokluğunu ifade etmek için bu gerginliğin SSCB’nin havasında bile hissedildiğini belirmiştir.[8] O dönemde kendisinin de faal görev aldığı ‘diplomasi akademisi’ oluşumu, SSCB’de yaşanan kimlik hareketlerinde riski dengelemeyi (hedging) hedeflemiştir. Ancak bu işi yaparlarken de bu dengenin geri kurulamayacağını bile bile yine de gruplar arası uzlaşmayı (compromise) sağlamaya çalışmışlardır. (Bu oluşuma derinlemesine baktığımızda oluşumun çatışma önleme noktasında başarı sağlama ihtimalinin olduğunu düşünmekteyim. Çünkü bu oluşum ile birlikte geniş grup kimliğine dayalı hareketlerin ‘siyasi yönüne’ yani geniş grupların liderlerine yönelik yapılacak bir çalışma ve ikna sürecinin, geniş grubun bu noktada kontrol altına alınmasını kolaylaştırabileceği kanaatindeyim.)
Onur ŞANCI
[1] Manuel Castells- Enformasyon Çağı sayfa 12
[2] Giddens (1991)/ Manuel Castells- Enformasyon Çağı sayfa 13
[3]Manuel Castells- Enformasyon Çağı sayfa 14
[4] Samuel Huntington- Medeniyetler Çatışması sayfa 25-26
[5] Manuel Castells- Enformasyon Çağı sayfa 20
[6] Volkan, Kimlik Adına Öldürmek sayfa 5