İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
İlimvemedeniyet.com röportajlarında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Fatma Nil DÖNER konuk oldu.
İlimvemedeniyet.com yazarlarımızdan Abdulkadir AKSÖZ’ün Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerindeki tarım konusu, tarım ve kalkınma projeleri, çiftçi ve tarımsal üretimin genel durumu, partilerin tarım ve kır politikaları ile gıda ve su güvenliği üzerine yönelttiği soruları Dr. Fatma Nil DÖNER cevapladı.
Öncelikle sitemizin röportaj teklifini kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Türkiye’nin ekonomik ve sosyal hayatın bütün alanlarında olduğu gibi, tarım konusunda da köklü ve somut reformlarla AB’ye uyum sağlaması gerekiyor. Sizce Ortak Tarım Politikası’na uyum sağlama mecburiyetimiz ülkemizin tarımsal politikalarında ne gibi değişiklikler getirir?
Öncelikle ben de teşekkür ederek başlayayım. Bu konu hakkında konuşacağım için hem heyecanlıyım hem de mutluyum.
Tarımdaki dönüşüm AB ile aramızda olan ve bitirmemiz gereken fasılların içinde var ve Türkiye’nin en fazla zorlanacağı konulardan biri olarak gözüküyor. 1980’lerde Türkiye neoliberalleşme sürecine başladı ve 2000 sonrası tarımdaki dönüşüm daha belirgin hale geldi. Çünkü belli spesifik tarım ürünleriyle ve tarımın yapısıyla ilgili bazı değişimler oldu. AB’deki reform süreci neoliberal reform sürecinden farklı değil. Yani örneğin amaç olarak tarımdaki verimliliği arttırma düşüncesi liberal görüş içerisinde de yer alır. Verimlilik artsın böylece fiyatlar düşsün anlayışı, endüstriyel ürün üretimi olsun ve mümkünse daha büyük işletmelerde büyük oranlarda tarım yapalım.
Şimdi bizim hep şikayet ettiğimiz konuların başında pahalı ürün satın alma geliyor. Tarım ülkesiyiz neden bu kadar çok para ödüyoruz sorusu akıllara geliyor. Örneğin eti çok pahalıya yiyoruz, marketten veya pazardan sebze ve meyveye çok fazla para veriyoruz. İnsanların beklentileri bu ürünlerin fiyatlarının düşmesi gerektiği yönünde. Yani bir tüketici markete gittiğinde daha ucuz fiyata daha iyi ürünler almak istiyor. İyi ürün diyorum çünkü AB Tarım Politikası’nın bazı ayakları var birinci ve ikinci sütun şeklinde isimlendiriliyor.
Birinci sütunda az önce bahsettiğim piyasa organizasyonu, pazara açılma, açık pazar, fiyat ve arz politikaları, ödemeler ve destekler yer alır. Sonra ikinci sütun AB’nin şu anda üzerinde çalıştığı daha çevre dostu politikalar, yani tarımı büyük işletmelerde yapalım ama çevreye zarar vermeyelim, su ve enerji kullanımımız ona göre olsun, tüketici sağlığı, hijyenlik, GDO gibi meseleler karşımıza çıkıyor.
TÜRKİYE İÇİN TARIM SEKTÖRÜ ÇOK ÖNEMLİ AMA DÖNÜŞÜMLERİ KOLAY GEÇİREMİYORUZ
Fakat şöyle bir sorun var biliyorsunuz Türkiye için tarım sektörü çok önemli ama bana bu dönüşümleri biz kolay geçiremeyeceğiz gibi geliyor. Çünkü AB ile kıyasladığımızda bizim tarım sektöründe istihdam edilen çok fazla insanımız var bu oran şu anda %23-25 bandında. AB şartlarında bu oranın %8’lere inmesi gerekiyor. Bu demek oluyor ki böylesi bir değişim gerçekleşirse milyonlarca insan tarımdan kopacak. O insanlara ne olacak ve nerede istihdam edilecekler? Şu anda halihazırda köyden kente göç sürerken böylesi bir kırılma yaşanırsa ne olacak?
Avrupa’nın 1800’lü yılların sonunda yaşadığı dönüşümü acaba biz daha yaşamadık mı? Böyle büyük bir soru var. Türkiye’de kır-kent ilişkisi devam ediyor ve yapımız farklı. Tarımdaki istihdamın azaltılarak verimin arttırılması konusu kolay halledilebilecek bir mesele değil. Bu, bizi çok büyük dönüşümler bekliyor demektir. Kısacası Türkiye için zor bir süreç olduğunu söyleyebilirim.
Avrupa Birliği içerisindeki birtakım ülkelerin Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkmasında Ortak Tarım Politikası Fonu’ndan Türk çiftçilerinin daha fazla pay alacak olmasının etkisi var mıdır?
Şimdi evet AB neden karşı çıkıyor, bu sadece tarımda çalışan nüfusun yüksek olmasıyla değil aynı zamanda Türkiye’nin nüfusunun genel olarak yüksek olmasıyla ilişkili. Olası bir üyelikte Türkiye’nin ortak fondan alacağı pay yüksek olacak. Şu anda AB tarım topraklarının 4’te 1’i kadar daha büyük tarımsal toprağa sahip bir ülke ile büyüyecek. Böyle bir korku da var. Mantıksal olarak şu andaki politikaları düşündüğümüzde Türkiye’nin buradaki tarım politikalarından epeyce pay alması lazım. Ama Ortak Tarım Politikası o kadar zor bir konu ki sürekli hareket eden bir hedef gibi. Siz sürekli kovaladıkça o da kaçıyor. Onun için hedefi tutturmak kolay değil.
AB yaşadığı krizler sonrası Ortak Tarım Politikası’nda da düzenlemelere gitti. Artık ortak fondan yüksek pay alınmasını engellemek istiyorlar, bu yüzden kuralları değiştiriyorlar. Biz hep bunu düşünüyoruz, AB’den tarıma ne kadar destek gelir, çiftçiler de öyle. Benim tezimde, yaptığım röportajlarda çiftçiler sürekli kendilerini Yunanlı çiftçilerle karşılaştırma vardı. Yunan çiftçiler havuzlu villalarda oturuyor, altlarında çok iyi arabaları var, traktör derseniz çifter çifter var. Bizde neden yok düşüncesi hakim. Bu konuda haklılar, AB çok fazla fon yığdı Yunanistan’a ve çiftçiler bundan yararlandı. Bize sıra gelince sanıyorum AB, çiftçilere bu kadar yardım yapmayacak. Kriz ve bütçe sorunları yaşayan bir AB, kendisinin 4’te 1’i kadar bir toprak ve bir o kadar da çiftçinin birliğe dahil olmasına karşı çıkacaktır. Türkiye’nin işi zor.
Türkiye’de uzun dönemli kalkınma projeleri hakkında genel görüşünüz nedir? Özellikle GAP, DAP ve KAP gibi bölgesel kalkınma ve dönüşüm programları Türkiye için gerçek anlamda bir gelişim ve ilerleme kaynağı olmuş mudur?
GAP 37 yıllık bir proje, hatta dünyanın sayılı projelerinden biri ki hala üzerine bir şeyler konulmaya devam ediliyor. Aslında tüm bu projeler sizin kalkınma ve gelişmeye nasıl baktığınızla alakalı. Bu tarz büyük çaplı kalkınma projelerin var olması başlı başına büyük bir adım. Çünkü bazı ülkeler kırsal alanı tamamen görmezden gelebiliyor. Ülkemizde ise önemli bir kırsal nüfus var ve önemli kırsal kalkınma projeleriyle yatırım yapılıyor. Ama nasıl işliyorlar?
İNSANİ KALKINMAYA OLAN DESTEK ARTTIRILMALI
GAP büyük bir sulama projesi olarak ortaya çıktı ve sulamaya muhtaç tarım arazileri için büyük yarar sağladı. Sadece sulama değil, baraj yapımı, enerji üretimini de arttırıyor. Ancak kalkınma deyince ekonomik iyileştirmelere ek olarak artık ‘‘insani kalkınma’’ya olan destek de önemli yer tutuyor. Bu çiftçilerin eğitimi, temiz içme suyuna erişim gibi birebir bölge halkının gündelik yaşantısına farklı alanlarda etkileyecek bir kalkınma anlayışıdır. Onların ne ihtiyacı var ve biz ne sunuyoruz? Şimdi, böyle bakılınca dönüşüm var.
ÇİFTÇİLERİN KARAR ALMA SÜREÇLERİNE DAHA FAZLA DAHİL EDİLMESİ GEREK
Biz bu projelere sadece ekonomik olarak bakıyoruz ama kadınların istihdam edilmesinden onlara yeni iş imkanlarının oluşturulmasından tutun eğitim programlarına toplumsal gelişim adına birtakım çeşitli çalışmaların hayata geçirildiğini gözlemliyoruz. Bu bağlamda GAP ve türevleri çok büyük projeler. Baktığımızda sulamada iyileştirmelerin olmasına rağmen enerji üretimi noktasında %80’i bulan bir gelişim var. Bu da barajlardan kaynaklanıyor. Bölge halkının projenin verimliliğin arttırılması ve ihtiyaçlarının doğru tespiti adına karar alma ve katılım süreçlerine daha fazla dahil edilmesi gerektiğinin altını çizmek lazım. Bölge halkının taleplerine kulak verilmelidir.
Bir de bu tür projelerde şöyle bir durum söz konusu. Yaptığım çalışmalarda gözlemlediğim GAP gibi büyük çapta olmayan benzeri projelerde biraz insanları tarımdan uzaklaştırma var. Yani bu amaçlı olarak mı yapılıyor yoksa bu kalkınma projelerinin bir sonucu mudur onu bilmiyorum.
O zaman ters etki yaptığını mı düşünüyorsunuz?
Bir bakıma evet. Tarım zor bir iş ve günümüzde oldukça masraflı, eski sübvansiyonlarda artık yok. Küçük köylü üreticilerinin büyük işletmelere göre kazancı çok az. Dolayısıyla küçük çiftçi toprağı bırakıp sigortası ve düzenli bir maaşı olan ve çiftçilik kadar yorucu olmayan işlere yöneliyor. Bu tarz projeler o yüzden genelde fabrikalaşma ve turizme kayıyor. Mesela baraj yapımı sonrası sular altında kalan Halfeti’de kırsal turizm sektörü ön plana çıktı. Onun için benim bu projeler için düşündüğüm ve sonuçlarından anladığım çok fazla tarımla ilgili değil de tarım dışındaki alanlarda ilgili bölgelerde kalkınma projeleri sunmak. Tarım biraz unutulmuş gibi görüyorum.
TARIMSAL DESTEĞİN ÇOĞU BÜYÜK İŞLETMELERE KAYIYOR
Hayvancılık da aynı durum söz konusu. Uygulanan politikalarla Doğu Anadolu’da hayvancılık neredeyse bitti diyebiliriz. Sonra DAP ile hayvancılığı yeniden canlandırma girişimi oldu. Ama hem tarımda hem de hayvancılıkta mümkün olduğunca büyük işletmelere kayış var. Verimlilik amacıyla küçük çiftçi yerine daha büyük işletmelere teşvik veriliyor.
Türkiye’deki köylü-kentli ayrımının sosyolojik açıdan siyasal tercihlerde doğrudan net ve keskin bir farklılık gösterdiğini düşünüyor musunuz? Yoksa kır ve şehir arasında küreselleşmeye bağlı olarak farklılıkların minimize olduğunu söyleyebilmek mümkün müdür?
KIRSAL KESİM DAHA MUHAFAZAKAR
Belli bir tercihleri var. Bu konu üzerinde çalışıyorum. Kırsal daha muhafazakar. Her zaman muhafazakar partilerin yanında yer alıyor ve statükocu.
Dünyada çok farklı anlayışlar, farklı hareketler var bu konuda. Siyasi tercihlerde çiftçinin yani köylünün devletle olan ilişkisi genelde sübvansiyonlar üzerinden oluyor. Eğer devlet çiftçileri destekliyorsa oradaki hükümet onlar için çok iyi, yok hayır desteklemiyorsa o hükümet kötüdür.
ÜLKEMİZDE KÖYLÜLER UZUN YILLARDIR BİR POPÜLİZM KAYNAĞI
Bizde biliyorsunuz uzun yıllardır köylü bir popülizm kaynağıdır ve işlemeye devam ediyor bu. Köylüyü seçim zamanlarında hatırlama bizim siyasal hayatımızda fazlasıyla var. Ancak ben köylülerin siyasi partiler tarafından tamamen unutulduğunu düşünüyorum. Aslında oy potansiyeli çok yüksek. Üstelik İç Anadolu ve Doğu Anadolu’da kırsal nüfus oranı oldukça fazla ve bu değerlendirilebilir.
Siyasi partilerin sadece seçim zamanında değil aktif olarak her dönem köylere ilgi göstermesi lazım, köylünün de kendi arasında örgütlenmesi lazım. Örgüt deyince hemen bir gerilim oluyor. Bu 80’li yıllardan sonra Türkiye’nin yaşadığı problemlerden biri. Halbuki biz siyasi terimleri doğru kullansak bunlar yaşanmaz. İşte dünyada kırsal nüfusun yoğun olduğu ülkelere bakarsak çiftçiler örgütlenmiş durumda. Türkiye’de bu durum çok düşük seviyede. Kırsaldaki muhafazakâr çoğunluklu köylülerimiz örgütlenmeyi komünizmle eşitliyor. Ancak örgütlü ve birlikte hareket etmenin köylülere sadece siyasal olarak değil ekonomik olarak da fayda getireceğini anlatmak gerekiyor. Kooperatifle hakkını arayan köylülerle bireysel olarak hakkını arayan köylü arasında doğal olarak fark oluşuyor.
Türkiye’de sağ ve sol tandanslı partilerin tarım ve kırsal yaşama dönük politikaları sorunların çözümünde yeterli derecede etkinlik sağlayabilir düzeyde midir?
Bu sağ ve solun kırsal ile ilgili konularda çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. Öncelikle Türkiye’de güçlü bir sol hareketin olduğunu açıkçası söyleyemeyiz. Kırsal literatüre baktığınızda bu çalışmalarda 1960’lı 70’li yıllarda çok zengin bir literatür var ve çalışmalarımızda biz hala dönüp o döneme bakıyoruz, çünkü o dönemlerde daha zengin ve güçlü eleştiri ve bilgi var. Bu noktada neoliberal sistem çok fazla değişiklik getirdi.
Tarım ve kır sorununu incelerken sağ ve sol partilerimizin politikalarında çok büyük bir farklılık göremiyorum. Zaten tarımı ve kırsal parti programlarını da pek fazla almazlar, sadece seçim zamanı destek vaadinde bulunulur. Bu bizim siyasetçilerimizin kırsalı popülizm çerçevesinde oy kaynağı görmesiyle ilişkili. Mazot, gübre, tohum fiyatları ile kredi sağlama üzerinden dönen kısır vaatler yumağı. Destek veriliyor verilmesine ancak yeterli seviyede değil. Bir ara ürüne değil alana yani toprağa destek verme durumu denendi. Bu sistemden daha sonra vazgeçildi. Çünkü toprak sahibine destek veriliyordu. Desteği alan toprak sahibi toprağı işletmek için çiftçiye verip kendisi şehirde yaşayınca bu sistem arıza verdi. Piyasa rekabetinin şartları içerisinde küçük çiftçiye verilen desteğin arttırılması gerekiyor. Ancak desteğin çoğu büyük işletmelere kayıyor.
İklim şartlarındaki değişiklik, ürün fazlalığı gibi pek çok etmen çiftçilerin gelir hesaplamalarında olumsuz etki oluşturuyor, sorunları arttırıyor. Euro ve dolar yükseliyor, çiftçi ürünü kime pazarlayacak, borçlarını nasıl ödeyecek gibi soru ve sorunlar büyüyor. Toprak piyasası ve finans piyasası çok fazla iç içe. Tarım dışı kullanım artıyor. Yerleşime açılan tarım arazileri üzerinde fabrikalar kuruluyor.
Tarım ve kırsal meselelerde çok fazla dinamik var hepsi iç içe. Ancak bizde özellikle uluslararası ilişkilerde, siyaset bilimi ve sosyoloji gibi alanlarda yeterince bu konulara yer verilmiyor. Kırı biz sadece günlük yaşamda değil, akademide de unuttuk. Bu tarz konuları çalışan akademisyen sayısı da az. Şimdi daha yeni yeni çalışmalar geliyor. Daha iyisi olmalı diye düşünüyorum.
21. yüzyılda gıda ve su güvenliği bağlamında sizce Türkiye’nin izlemesi gereken yol nedir?
Küreselleşmeyle birlikte güvenlik algısı da değişti. Artık sadece askeri değil pek çok etmen dahil edildi. Gıda ve su güvenliği de oldukça önemli. Gıda egemenliği noktasında tarımla uğraşan insanın nasıl ve hangi şartlarda üreteceğine ve kime pazarlayacağını çiftçinin kendi karar vermesi gerekirken bugün gıda egemenliği çiftçinin değil büyük şirketlerin elinde. Çiftçi büyük de olsa küçük de olsa piyasaya eklemlenmek zorunda. Sözleşmeli tarım, zor ekonomik koşullar altında şirketlerle çalışmaya mecbur. Hangi tohumu kullanacak, ilacı nerden alacak, ne kadar kullanacak, ne kadar alanı ekecek, ne zaman teslim edecek bunların hepsi şirketlerce belirlenmiş durumda. Eğer bir çiftçi piyasaya ürün üretmek istiyorsa bugün bir şirketle anlaşmak durumunda kalıyor. Bu da sözleşmeli tarım üzerinden oluyor ve çiftçiyi koruyan değil şirket çıkarlarını esas alan bir düzenleme.
TEMEL GIDA ÜRÜNLERİNDE ACİL DURUM SİNYALLERİ VAR
Gıda fiyatlarındaki artış ve dalgalanmalar vatandaş için sorun yaratıyor. İthalata yönelme durumu gıda güvenliğimizi tehdit ediyor. Bazı temel gıda ürünlerinde acil durum sinyalleri var. Bakliyat ve bazı tahıl ürünlerinin üretiminin azalması, et stoklarındaki dalgalanmalar gıda güvenliğimizi tehdit ediyor. Gıda tüketimine ilişkin tarımsal üretimde sıkıntı var. Bunlar riskli ve tehlikeli konular. Endüstriyel işleme giden ürünler ile hayvancılıkta kullanılmak üzere tarım yapılıyor. Doğrudan gıda tüketiminde kullanılacak tarımsal üretimin düşmesi engellenmeli.
DOĞAYI BİR ŞİRKET GİBİ YÖNETEMEZSİNİZ
Su kaynakları açısından zengin bir ülkeyiz. Su meselinde HES’lerde yanlış uygulamaların olduğunu düşünüyorum. HES’lerin sadece gelir faktörüne odaklanılarak diğer etmenlerin göz ardı edilmesi yanlıştır. Tatlı su kaynaklarını korumamız çok önemli. Sularımızı çok yanlış kullanıyoruz. GAP örneğinde bölgede buharlaşma çok yüksek olduğundan sulamada yapılan yanlış tercihler toprağın tuzlanmasına sebep oldu ve şuan etkili tarım yapılamıyor. Öyleyse planlı bir su politikamızın olması şart. Zira barajlar iklimi de değiştiriyor. Bugün, ilerleyen dönemlerde su üzerinden çatışmaların yaşanacağı üzerine pek çok tez ortaya atılıyor.
Doğayı bir şirket gibi yönetemezsiniz. Geri dönüşü kötü olur. Bizi bekleyen çok büyük problemler var ve biz bunun farkında değiliz. Bir şirket gibi doğayı sanki kontrol edilebilir, kendimize göre ayarlanabilir, karını zararını hesaplanabilir bir yapı olarak ele alıyoruz ama doğa böyle bir şey değil. O yüzden bizim su kaynaklarının kullanımında da çok yönlü düşünmemiz gerekiyor.
Yaptığınız kapsamlı ve derinlikli değerlendirmeler için çok teşekkür ederiz.
Röportaj: Abdulkadir AKSÖZ
Yorum Yaz