İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Bir önceki metinde medeniyet, insanı her açıdan merkeze alan bir bakış açısı ile tanımlanmaya çalışılmıştır. Yin Yang öğretisinde olduğu gibi insanın zıt iki kutuptan oluştuğu vurgulandı. Sadece metafizik/mistik ya da sadece fizik temelli bütün tanımlamaların nakıs kalacağından bahsedilmiştir. Aynı zamanda malûmun ilâmı olan etimolojik derinlik ve kavramsal bir şema yolu ile aktarılmaya çalışılmıştır. Bu şema üzerinden yapılan tanım suya sabuna dokunmayan bir halet-i ruhiyeye bürünmüştür.
Bu yüzden medeniyet kavramı teorik bir bakış açısına ve salt nazariyat torbasına saplanmıştır. Sosyal hayatın bir parçası olmayan üzerinde sadece akademik tartışma yapılan düzleme çekilmiştir.
Medeniyetler Çatışması ya da Tarihin Sonu iddialarında görüldüğü gibi iktidarın yönlendirmesi ve müdahalesi altına girmiş, bazen reçete mahiyetinde metinler hazırlanmakta ve akademi dünyası etki altında bırakılmakta ya da minareyi çalan güçlü devletlerin gayri meşru uygulamalarını örtmek üzere hazırladığı bir kılıf haline gelmektedir.
Samuel Hungtington ilgili eseri ile Soğuk Savaş sonrası dönemi anlamlandırmaya çalışmıştır. İlk olarak içerdiği mana itibari ile benzerlik gösteren Eylül 1990’da Bernard Lewis’in “Müslüman Öfkenin Kökleri” başlıklı makalesinde görülmüştür. Daha sonra ise ABD’li siyaset bilimci Samuel Huntington’ın Foreign Affairs dergisinde yayımlanan “Bir Medeniyetler Çatışması mı?” (A Clash of Civilizations?) adlı makalede yer aldı. Hungtington’a göre uluslararası alandaki mücadele devletlerden çok medeniyetler arasındaki mücadeleye evrilmiştir. Medeniyetleri, kültürel gruplaşma, aidiyet ve kimliklerin en üst seviyesi olarak tanımlamış ve günümüz dünyasında 8 temel medeniyetin varlığından bahsetmiştir. Bu medeniyetler; Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleridir. Medeniyetler arasındaki mücadele ve çatışma, hem ulus altı gruplar arasında hem de devletlerarası düzeyde gerçekleşmektedir ve gerçekleşecektir. Hungtington’a göre Soğuk Savaş sonrası muhtemel olan iki medeniyet, Batı medeniyetine karşı Konfüçyüs ve İslam medeniyetleridir. Huntington’ın Batı ve İslam medeniyetleri üzerine yaptığı bu tezleri, 11 Eylül sonrasında ABD’nin sözde İslamcı terörizme karşı açtığı savaş ve bu kapsamda İslam coğrafyasında gerçekleştirdiği işgaller sonucunda, daha fazla gündeme gelmeye başlamıştır. Bir diğer açıdan ABD Savunma Bakanlığı’ndaki (Pentagon) danışmanlık görevi de göz önünde bulundurulursa aslında görüşlerinin salt analiz ve öngörüden ziyade ABD için bir yol haritası görevi üstlendiği aşikârdır. Aksi takdirde “Medeniyetler Çatışması” adlı eseri incelendiğinde Hungtington’a kâhin kumaşı biçmek içten bile değildir.
Madalyonun bir yüzünde Hungtingon’un görüşleri diğer yüzünde ise Francis Fukuyama’nın “Tarihin sonu mu” adlı tezi vardır. Bu teze göre: Soğuk Savaş’ın neredeyse bitmesi, tüketim kültürünün hızla tüm dünyaya yayılıyor olması, Batı’nın zaferini ilan etmekteydi. Batı’nın ekonomik ve siyasal düzeninin yani -kapitalizm ve demokrasinin(?)- kesin olarak galip geldiğini ve tarihin sona erdiğini iddia etti. Tarihsel olaylar elbette devam edecekti ancak temel çatışma bitmişti ve dünyayı Batı liberalizmi yönetecekti.
Yani Fukuyama’ya göre bundan sonra artık ancak Batı ekonomik ve liberal sisteminin içinden alternatif ekonomik ve siyasal sistemler çıkacaktı. Düşünsel arka plan açısından incelendiğinde Fukuyama’nın etkilendiği siyaset bilimci ve stratejist Samuel Hungtington’dur. İkisinin de aynı vadide aktığı açıkça görüldüğünden iki siyaset bilimci birbirinin mütemmim cüzüdür. Francis Fukuyama da Hungtington gibi “tarihin sonu mu” tezi ile ABD çıkarları doğrultusunda tezler ileri sürdüğü dikkatlerden kaçmamaktadır.
Yukarıdaki mezkur örnekler ve zikredilecek örneklerde olduğu gibi tekrar tekrar efradını cami ağyarını mani kılacak tanım yapmak yerine medeniyet kavram dairesinin dışında kalanlar üzerinden bir diyalektik (Platon’un kullandığı bir düşünme ve akıl yürütme biçimi, olumsuzlama yolu ile) (negasyon) yaparak medeniyetin ne olmadığı ve onu araçsallaştıran güçlerin medeniyet kavramının içini boşaltmaya sebep olan sosyolojik, psikolojik, teolojik arka plânları irdelenmeye çalışılacaktır.
Toplumlar sosyal yaşamdan ve “mahalle”den bağımsız değildir. İnsanoğlu hangi inanç ikliminin bireyi, hangi sosyo-kültürel yapının ürünü ya da sosyolojik olarak bağlı olduğu ağın değişkeni ile düşünür. Teolojik açıdan hangi inanca mensup olunursa o inanç parametreleri ile düşünülür. Ya da amiyane tabirle insanoğlunun haşır neşir olduğu bir inanç, ideoloji, iş ya da meslek onun düşünsel arka plânına sirayet etmektedir.
Örneğin: Bilgisayar mühendisi uzman bir teknokrat… Sürekli sayılarla ilgilendiği için bu durum onun sosyal hayattaki ilişkilerine de yansımaktadır. Sayılar üzerinden düşünmek daha net daha kesin olan bir eylemdir. Hatları daha keskindir. İki artı iki her zaman dört eder. Sürekli bireyin zihninin sayılar ve teknik bir takım işlere maruz kalması aynı bireyin robotik düşünmesine sebep olabilir. Sosyal hayatın daha oval, kıvrımlı, gri, alanlarını daha keskin/ya siyah ya beyaz algılamasına sebep olmaktadır.
Bu minvalde Atilla Yayla 07.10.2016 tarihinde HÜR FİKİRLER yayın portalında kaleme aldığı “Sosyalizmin Hristiyan Kökenleri” adlı yazısında sosyo-kültürel, teolojik yapının işleyişindeki değişkenlerin bireyin düşünme ve akıl yürütmesine, terminolojisine sirayeti ve etkilerini izaha çalışmıştır.
Bahsi geçen makaleden hareketle Orta çağlarda, sosyalist ideolojinin sıkı şekilde Hristiyanlığa bağlı değil bağımlı olduğu açık şekilde görülmektedir. Neredeyse bütün sosyalist hareketlerde eşitlik fikri insanların yaratıcısı önünde eşit olması fikri üzerine kurulmuştu. Sosyalizm tarihî bir hedef, dünyanın günahkârlığı, dünyanın sonunun gelmesi ve nihaî yargılama fikirlerini Hristiyanlığa borçludur. Hristiyanlık temel kavram, sabite, düşünüş şekli açısından sosyalizm gibi çeşitli ideolojilerin terminolojisine sirayet etmiş olduğu gibi bir toplumunun kültürüne, hayatı algılama ve kavrama biçimine sirayet etmiş olmaktadır. Yine Hıristiyanlık örneğinin günah/sevap kavramları ve dinî ritüellerinden olan günah çıkarmak toplumun en alt tabakasından kalburüstü tabakasına doğru herkese sirayet etmiştir. Zaten Hıristiyanlık’taki günah çıkarmak ve bir dizi diğer ritüellerin insan düşünce ve yaşayışına yansımadığı düşünülemez.
Günah çıkarmak zihniyetine sahip Avrupalı Hıristiyan tüccarlar, misyonerler ve diğer devlet adamları sözüm ona durumdan vazife çıkararak medeniyet misyonu açıklamışlardır. Bu manada Afrika’yı sömürgeleştirmeyi meşru göstermek için oluşturan sömürgeciliğin öncü kolu; akıncısı “beyaz adamın yükü” (White man’s burden) arka planında aynı kavram mevcuttur. Misyonerlerin de kullandığı bu sloganı Avrupalılar kendilerini daha modern ve gelişmiş gördükleri için bir görev niteliğinde kullanmışlardır.
Medeniyeti savunmak için “barbarlığı meşru görmek”
Medeniyet kavramının “sömürge aracı” olarak kullanılarak araçsallaştırılmasına neden olacaktır. İlerleme, çağdaşlık, kültürel ve sınıfsal üstünlük estetik gibi kavramlar sözüm ona medeniyet misyonunu üstlenen toplumun tekelinde kalacaktır. Çünkü ilkellik, yabanîlik, geri kalmışlık onlar için insanlığa hizmet anlamında savaşmaları gereken düşman kavramlardır. Bu zihniyette “bir standart olarak medeniyet” ya da “kategorize edilmiş, paketlenmiş” bir medeniyet anlayışını hakim kılmak esastır. Bu minvalde iki kavram ile karşılaşılacaktır: Medeniyet ve medenilik. Paradoksal kavramlar, medeniyeti korumak adına medenîliği terk etmek… Diğer bir tabirle demokrasiyi korumak adına anti-demokratik uygulamalara başvurmak… Bu bağlamda “fıtrî gerilik” içerisinde olan toplumlar medenîleştirilecektir. Böylece “barbarların durumunu iyileştirilmiş” medeniyet misyonu tamamlanmış olacaktır.
Medeniyet kavramının araçsallaştırma uygulamalarından bir diğeri de “eğitim yolu ile dönüştürme”dir. İngiliz derin devletinin sömürge konusunda temel stratejisi: Sömürü toprağının tespitinden sonra orada İngiliz çıkarlarına hizmet edecek nüfus yerleştiriliyordu. Bu koloniler bağımsızlıklarını kazansalar dahi bağlar koparılmamış oluyordu. İlgili koloniye yerleşen nüfus zaman içerisinde İngiliz kültürünü bölgenin diğer kültürleri üzerine hakim kılıyordu. İngiliz derin devletine göre söz konusu bölgeler hiçbir zaman İngilizleşemeyeceklerdi; dolayısıyla onlara sözde “aşağı ırk” oldukları ve İngilizlere hizmet etmeleri gerektiği her zaman hatırlatılıyordu. Yerel halk bir bakıma aşağılık kompleksine sokuluyordu. Bir kısmı İngiliz derin devletine yancılık yapmak üzere görevlendiriliyor, bir kısmı köleleştiriliyordu. Bu politikanın İngiliz sömürü düzeni lehine sonuçlar verdiğini İngiliz istihbaratçı yazar Aldous Huxley’in Brave New World (Cesur Yeni Dünya) isimli romanında görmek mümkündür. Bu romanda Huxley, fıtrî gerilik ve eziklik psikolojisi sokulan ve robot haline getirilen halkın kolayca yönlendirilebilir olması için ilk olarak onların kültürel mirası ve tarihi yok edilmiştir. Böylece hafıza kaybına uğrayan yerli toplum tarihte neler yaşandığını hiç bilmeden iddiasızlaştırılmışlardır. Bu insanların uğruna mücadele edebilecekleri bir devlet ve milletleri de olmamaktadır. Dolayısıyla yerel halk gücü elinde bulunduran sömürü düzenine kayıtsız teslim olmaktadır. Kolonideki yerlilere milli tarihleri unutturulduğunda, bunun yerine İngiliz dili, kültürü ve yaşam felsefesi ikâme edilmiştir. İngiliz derin devleti bunu, Macaulayizm olarak adlandırılan bir eğitim sistemiyle gerçekleştirmiştir. Thomas Babington Macaulay ise fikir babasıdır.
Macaulayizm ya da Macaulay Formülü, ismini Hindistan’ı, “daha üst eğitimin sağlanması” için İngilizce ile tanıştıran Baron Thomas Babington Macaulay’dan almıştı. Bu plana göre, sömürge halklarının milli değerleri yok edilerek, bunun yerine İngiliz dili, yaşam felsefesi ve kültürünün yaygınlaştırılması hedeflenmiş ve bunu yaparken de bir yandan “üstün İngiliz” fikrinin empoze edilmesi vardı. Plana göre, sömürge ülkeleri, kendilerinden sözde çok daha üstün bir ırk tarafından yönetildiklerine kanaat getirecek, onların kültürlerine özenecek ve onlara itaat edecekti.
Arka planında sömürü anlayışı olan bu eğitim düzeni, yerlileri İngiliz çıkarlarına hizmet edecek bir piyon topluluk haline getirebilecekti. İngiliz derin devletinin sömürgelerdeki varlığının bu şekilde devam ettirilmesi planlanmıştı. Sömürgecilik Tarihi isimli kitapta bu strateji, şu şekilde tarif edilmiştir:
“Sömürge topraklarında kalıcı olabilmek ve mahalli bürokratik ihtiyacı karşılayabilmek için geleneksel eğitim kurumlarının tahrip edilerek sınırlı sayıdaki insana verilen Avrupai eğitim sonucu ortaya çıkan asimile edilmiş aydın tipi (Macaulayizm) oluştu. Böylelikle uzun bir süreçte İngilizcenin yerleştirilmesi, yeni ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal altyapının tamamen İngiltere’ye bağlı olmasına yol açmıştır."
Bu eğitim sisteminin hedeflediği nokta ise, İngiliz dilinin, kibar ve güzel bir dil olduğunu vurgulamak, öğrenilmesinin teşvik edilmesi ve İngilizce kültür kaynaklarından faydalanılabilmesi oldukça önemlidir. İngiliz halkı ise genel anlamda saygıyı ve görgüyü iyi bilen; kalite ve sanattan hoşlanan; kadına, estetiğe ve bilime değer veren nezih insanlardır. Onların nezih ve seçkin kültürünün diğer toplumlarda da görülmesi ve yaşatılması aslında bir güzelliktir. Bu, her zaman teşvik edeceğimiz, güzel bir kültürel atak olacaktır.
Ancak burada eleştirilen kavram eğitim faaliyetleri değil, eğitimin araçsallaştırılarak yerel halkın milli benliğinin yok edilmesi üzerine “İngilizleştirme” anlayışının bina edilmesidir. Bu İngilizleştirme ise sözde halkları medenileştirmek için değil onları istedikleri şekilde yönetmek ve kontrol altında tutmak içindir. Burada toplumların, kendi milli benliklerini kaybetmeleri ve sözde “üstün İngiliz” kültürüne hayran kalmaları beklenmektedir. Bu hayranlığın oluşturulma amacı, bu toplumların kendilerini “aşağı ırk” olarak hissetmelerinin sağlanması ve böylelikle İngiliz derin devletinin bir uşağı haline gelmeleridir.
Thomas Babington Macaulay, 1835 yılında yazdığı Hindistan‘daki Eğitim Üzerine Rapor adlı ünlü denemesinde, bu yöntemle İngilizleşen Hintlilerin üstleneceği görevi şöyle anlatmıştır:
“İngilizce öğrenimi, “kan ve deri rengi bakımından Hintli” olan yerlileri “beğeni, kanaat, ahlak ve zeka bakımından İngiliz” haline getirecek şekilde eğitim verecektir.”
Modernlik ve medenileştirme misyonu altında yapılan uygulamaların hiç de masum olmadığı apaçık ortadır. Örselenen, tüketilen, araçsallaştırılan ve günah çıkarma aracı olarak kullanılan medeniyet kavramının ne olduğu değil ne olmadığını vurgulamak elzemdir.
MÜCAHİT BAYRAM IŞIK
Yorum Yaz