MEHMET AKİF'İN GAYESİ

GENEL

Hemen, her yıldönümü hatta her vesileyle, iman çevrelerinin, hakkında konferanslar ve toplantılar tertip ettikleri Mehmet Akif’in, sanatı olsun, şahsiyeti olsun, gerek bu konuşmalarla gerek yapılagelen neşriyatla şimdiye kadar geniş ölçüde teşrih edilmiştir.

Onun için şu konuşmamızda, şair Akif’in edebi şahsiyetini ince eleyip sık dokumayı bir kenara koyup, bir iman ve İslami kültür eğitimi müessesesi olan Yüksek İslam Enstitüsü tarafından tertiplenen bu toplantıda, bilhassa bu büyük Müslüman Türk’ün, fikri ve ruhi yapısını ve dolayısıyla gayesi üstüne kısaca başımızı eğmek istiyoruz.

Sanatı, zaman zaman dünya şiiriyle boy ölçüşen Akif, her şeyden evvel, iç ve dış alemi realist bir  görüşle ve müşterek bir pota içinde birleştirmesini bilmiş müstesna bir şairdir. Bu yüzdendir ki iman heyecanı ile milli duyguların birleşik mahsulü olan sanatı, onu Türk edebiyatının abide şahsiyetleri arasına sokmuştur.

Bu mevzuda tam selahiyet sahibi olan, edebiyat tarihçisi Fuat Köprülü’ye bir an kulak verirsek, şöyle dediğini duyarz: “İttihad-ı İslam’ın bu kudretli müterennimi, aruza, bütün Türk edebiyaında misli görülmemiş bir kudretle hakimdir. Lisanı sade, ifadesi selis, üslubu canlıdır. Halk hayatının en basit safhalarını bile en realist şekilde şiirlerine koymaktan çekinmez. Şiirin sahasını bütün hayat safhalarını kucaklayacak kadar genişletmiş olan ve geniş bir zümreye hitap eden Akif’te, bazen çok yüksek ve canlı hislere, zengin hayallere de tesadüf olunur. Garp şairlerinden müteessir olmayan ve halk içinden yetişen bu demkrat şair, Türk edebiyatının en kudretli nazımıdır.”

Fakat, az evvel de dediğimiz gibi, biz burada Akif’in sanatını ve Türk edebiyatındaki yerini değil, gayesini ve bu gayeye hız, hareket ve bereket veren zengin ve mücadeleci ruhunu gözden geçirmek istiyoruz. Bir ata mirasının, tarihi bir cemiyet geleneğinin gücü ve manevi hazırlığı ile genç yaşında inkişaf eden bu ruha yol gösterip önünden dikenleri kaldırarak yaylandıran kuvvet, şüphe yok ki Müslüman dünyasını el ele verdirmek ve tek cephe halinde görmek gayesi idi. İşte bu gayenin tahakkuku uğruna yalnız sanatını değil, bir bütün olarak kendini de nezretti, adadı, harcayıp feda eyledi. Onun için de Akif’in lirizmini ve sanat heyecanlarını besleyen ve kıvama  getiren unsurun, ateşli, çoşkun ve her daim tazeliğini ve ihtişamını kaybetmeyen ideali olduğu, şüphe götürmez bir hakikattir.

Ne ki, Müslüman birliği etrafında örgüleşmiş olan bu idealin, daha doğrusu Müslüman birliğinin ta kendisi olan gayesinin ana hatları arasında çok kuvvetli milli çizgiler görmemek, hatta bu çizgilerin Türklüğün ikbal ve istikbali adına girişilmiş bir manevi cihat olduğunu sezmemek de mümkün değildir.

Akif, sade, samimi ve dini bütün bir adamdı. Ancak bütün İslam alemi üstüne bir ilahi kanat gibi gerilmiş olan imanı, kendi milletinin tarihi kaderi bahis mevzuu olduğu zamanlar, önüne geçilmez bir feveranla şahlanmış ve kükremiştir. Böylece de, memleketin en karanlık ve meşum devirlerinde, kütleyi, içine düştüğü yeis ve ümitsizlikten kurtarmak için dolu dizgin yol alan sanatı, gerçekten de Türk milletinin milli ve hamasi gücünü tazelemiş ve alevlendirmiştir.

Bu yüzden de işte, hayatı boyunca İslam birliği için yanıp yakılmış olan sanatkar, bir iman adamı olduğu kadar bir milli şair damgasıyla da ebedileşip, haklı olarak milletin bağrına yerleşmiştir.

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda

Diye feryat edişi, kolay kolay irtifaına varılır hamasi mısralardan değildir. Sonra Çanakkale Şehitlerinin tasvirindeki imajlar da, voltajı çok yüksek bir milli heyecanlar silsilesidir. Öyle bir şehit mezarı çizer ki tavanı nisan bulutu, avizesi yıldızlı göktür. Kendi kanından libasa bürünmüş bu şehidi, fecre kadar bekleyen türbedarı ay ışığı  ve yarasını saran da, her akşam tüllenen mağriptir.

Amma söz ve selahiyet sahipleri onu gerçek kıymeti ölçüsünde değerlendirirken, milletimizin dayandığı temelleri sarsmak, zedelemek ve yıkmak isteyen sapık ideolojilerin mensupları da, şairi bir atış hedefi yapıp, var kuvvetleriyle üstüne çeşitli iftira ve hezeyan okları fırlatmışlar ve fırlatmaktadırlar.

Bilhassa ölümünden sonra uğradığı tenkit ve tarizlere gerçek sebep olarak, yok edilmek istenen kıymetlerimizin, bu Müslüman Türk evladının şiirlerinde en güzel ifadeyi bulmuş olması gösterilebilir.

İşte Akif’in büyük suçu, toprağının ve imanının büyük dertlerini görüp, onları realist ve heyacanlı sanatıyla göstermeye muvaffak olmuş bulunmasıdır. Ona kıyasıya hücum edenlerin ne derece samimiyetsiz ve kasıtlı olduklarına şu misal yeterde artar: Hamasi bir feryat halinde şairin yüreğinden fışkıran “Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor,” mısraı, bu nasipsiz ve bedbaht kimselerin tefsirine göre eser ifadesinden ibarettir. Sanki “Hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor” derken, keşke batmasaydı demek istemekteymiş. Bayrağındaki hilali, her birini birer güneş gibi gördüğü nice kahraman askerin, uğrunda şehit olmasına değecek kadar ulvileştiren şairin, maksadını da, bu ölçüde güzel söyleyişini de, sufli ve kasıtlı bir tefsir ile zayıflatmak ve çürütmek isteyenlere verilecek cevapların en doğru ve en kuvvetlisini, hayatta olsaydı muhakkak ki şairin kendisi verebilirdi.

İmanıyla, milli heyecanları at başı giden Akif’in zaman zaman ümmetçi zihniyeti bir yana koyar görünerek millileşmesi, ırkının ve toprağının dertlerine bu derinlemesine dalışı, böylece de bir milli şair hüviyetiyle kendinden geçercesine Türklüğe arka çıkışı, acaba nedendir?

Akif çok iyi biliyordu ki daha Abbasiler devrinde İslam aleminin mesul otoritesi olmaya namzetliği sezilen Türklük, Selçuklular devrinde bu mesuliyeti açıkça devralmış, Osmanlılar zamanında ise, tamamıyla kendine mal ederek Müslüman Türklüğü İslam’ın kalası haline getirmiştir. Bir asır zarfında, zuhur ettiği coğrafyadan etrafa sıçrayarak bir kolu ile Hint elini saran, bir kolu ile Endülüs’e dayanan Müslümanlık, ilim ve teknik alanlardaki büyük başarısına rağmen, ne çare ki üç asır süren bir parlak askeri, ilmi ve medeni zaferlerden sonra gerileme sath-ı mailine girmiş bulunuyordu.

İslam camiasına girmekle atalardan gelen dinamizmi şuurlanan ve medeni tansiyonu yükselen Orta Asya Türklüğü de, askeri, siyasi, idari ve ictimai çeşitli sebepler yüzünden, tıpkı Arap dünyası gibi, nice nice parlak devletler ve medeniyetler kurduktan sonra, ters adımlar atmaya ve ilerleyen zamana ayak uyduramamaya başlamıştı.

İşte İslam ruhu ile Türk dinamizminin mahsulü olan bu Orta Asya medeniyeti, on beşinci asra kadar ileri geri zikzaklar çizerek varlık göstermesine rağmen artık gözlerinde fer, dizlerinde derman kalmamıştı.

Bu yavaşlamayı herkesten iyi teşhis eden Fatih İkinci Sultan Mehmet, vazifelerinin hududuna ve mesuliyetlerinin şuuruna vasıl olmuş bir devlet reisi sıfatıyla, Müslüman Türklüğün bu zebunlaşmasından  telaşlı idi. Bir yandan Osmanlı Coğrafyasını, Türklüğün ve Müslümanlığın bir ilim ve irfan merkezi haline koymaya çalışırken, bir yandan da bu hür düşünceli büyük insan, bir şark-garp mübadelesinin verimleri ile İslam alemine yeni bir hız ve taze bir hayat getirmek yolunda savaşır olmuştu.

Şark medeniyetinin İslam kolu, rüştünü isbat etmiş kemalli bir medeniyetti. Fakat bir medeniyet ne kadar üstün vasıflı olursa olsun, komşu ve farklı medeniyetlerle ölçülü ve hesaplı  bir alışverişe baş çeviremezdi. İşte bu gerçeği çok iyi bilen Fatih Sultan Mehmed’in de yapmak istediği; aynı şuurlu mübadele ve yardımlaşma idi.

Bir cephesiyle son derece olgun ve kemalli olan bir medeniyetin bir başka cephesiyle zayıf ve takviyeye muhtaç bulunmasını tabii görmek lazımdı. Onun için nahvete ve gurura kapılmadan bu eksiği tamamlamalı, bu boşluğu doldurmalıydı. Zira medeni unsur ve gerçekler çok defa filen veya falan muhitin mahsulü olmaktan ziyade, müşterek beşeri tasavvur ve dehanın müşterek hissesine sahipti. Birçok istikametlerde inkişaf etmiş medeniyetleri mukayeseye kalkışacak olsak, hangi cihetlerden ölçüp kıyaslamak lazım olduğunu tayin etmek, buna göre de üstün veya madun medeniyet damgası vurmak mümkün değildi. Nitekim bütün cepheleriyle birbirine faik bir medeniyet yoktu. Çünkü insanoğlu, faaliyetlerini her istikamette ve aynı zamanda müsavi olarak tahakkuk ettirmeye muktedir değildi. Şu halde fikri ve maddi faaliyet derecesiyle ruhi ve manevi faaliyet derecesi birbirinden eksik veya fazla olan medeniyetlerden biri, muayyen bir cephesiyle üst görünürken, diğer cephesiyle de dûn görünürdü. Şu halde zararlı çıkmamak için karşısındaki farklı medeniyeti hakir görmemek ve ondan faydalanma yoluna gitmek lazımdı.

İnce bir ruh ve duygu karakteri taşıyan şark medeniyeti de, maddeci ve akliyesi garp medeniyeti ile iyi komşuluk münasebeti kurmak suretiyle birbirine yardımcı olmalı ve karşılıklı mübadeleler yapmalıydı.

Yapmalıydı; çünkü bir noktaya demir atıp yerinde saymanın sonu duraklamak, düşmek ve netice de, çözülme, inhilal demekti. İşte şark da biraz daha kendi haline bırakılır ve elinden tutulup kaldırılmazsa düşecek ve fırsat gözleyen rakip medeniyet de, gün günden gelişen maddeci gücü ile, bu ince, bu içten gelişmiş his ve iman medeniyetinin üstünden geçip çiğneyerek büsbütün un ufak edecekti.

Stefan Zweig’ın dediği gibi, Ayasofya’nın kubbesinden düşen haçın gürültüsüyle iyiden iyiye uyanan Garp kararlıydı. Sekiz ayrı seferle tekrarlanan Haçlı orduları marifetiyle, dünya haritası üstünden kaldırılamayan Müslüman imanı, artık akıl ve madde verimlerinin bereketiyle sulandırılarak, ulaşılan teknik imkanlarla da yıkılmak isteniyordu. Şu halde ona bu fırsatı vermemek, dev adımlarıyla ilerleyen garba aynı silahlarla karşı koymak, hatta ondan ileri gitmek lazımdı.

Fakat liberal düşüncenin ve teknik ilerlemenin öncüsü olan Fatih Sultan Mehmed’in ölümünden sonra, garba bu aradığı fırsat bol bol verildi. Öyle ki Osmanlı coğrafyası, Yavuz Sultan Selim, Kanuni sultan Süleyman ve hata İkinci Sultan Selim devirlerinde istilacı adamları, hudutlarını genişletmekte devam eylediği halde, aynı coğrafya, bir iklim kıblesi olmak yolundaki namzet hüviyetini çoktan kaybetmiş bulunuyordu.

İşte gerek Müslüman Şarkta, gerek Osmanlı Türklüğü’nde, ilmin ve imanın takip etmiş olduğu bu tarih ve kronolojik çıkış ve iniş hadisesini çok iyi bilen Akif, önünde serili duran bu hazin tablo karşısında durmadan dertlenmiş, kahırlanmış, kıvranmıştır. Kütlenin de, kendi vasıl olduğu fikir ve his kriteryumunu bulup şuurlanması ve uyanması için, sanatını bir basamak yaparak durup dinlenmeden İslam alemine alarm vermiş, durgun ve rehavetli kütleleri silkip sarsarak uyarmaya çalışmıştır.

İman adamı Akif, şarkı tanımayan şarklıya, mensup olduğu medeniyetini, bilip görmediği taraflarını ve gerçeklerini kendine has realist ve berrak söyleyişle anlatırken, garbı asla hor görüp yakadan atmamıştır. O kadar ki, batı dünyasının verimlerini bir materyal olarak el altında bulundurup faydalanmayı lüzumlu görmüş ve bu lüzumu da her fırsatta kütlenin kulağına fısıldamıştır. Nitekim “Bana öyle geliyor ki, ne varsa şarkta vardır, diyenler şarkı yalnız değil, garbı da tanımıyorlar”  demekten çekinmemiştir.

Onun için de Akif, tıpkı Fatih Sultan Mehmet gibi, bu iki farklı medeniyetten bir terkip yapmakta, yalnız Türk milletinin değil, bütün İslam aleminin selametini görmüştür.

Bir iman şairi olan sanatkarın tehdit veya mükafat gibi müsbet veya menfi hiçbir tesirle alacalanmayan şahsiyeti, şüphe yok ki İslam Birliği idealinin şaşmaz taraftarı ve müdafaacısı idi. Ancak ve bilhassa 1914-1918 Harbinden sonra, İngiliz ve Siyonist altınlarıyla tehlikeli surette uyandırılan Arap milliyetçiliğinin taassubu, bu birlik çatısının kurulmasın köstekleyecek en büyük engel olmuştur.

Mamafih Arap alemi, Müslüman milleti şuurunu baltalar olmuş da, Türkler aynı fikre yakınlık göstermek gibi bir ihtiyaç ve lüzumu duymuşlar mıydı? Böyle bir zarureti hissetmek şöyle dursun, 1914-1918 Cihan harbi yıllarında, Meşrutiyetçi iktidarın fikri istikameti, hesapsız ve tehlikeli süprizlerinden üstünde gelişen bir şoven milliyetçilik platformuna kayar olmuştu. Öyle ki ilmi, idari ve siyasi kıfayeti olmaksızın devlet dümenini eline geçiren İttihat ve Terakki iktidarı, sade suya ve yalın kat bir devletçilikle kütlelerin idare edilemeyeceğini anlayarak Ziya Gökalp’in eteğine yapışmış, o da bu aciz iktidara bir gaye bulmak gayretiyle, fikir piyasasını Türkçü-Turancı etiketini taşıyan bir ideolojiye götürmüştü.

İşte İslam birliği fikrine, Arapların da Türklerin de henüz hazırlıksız olduklarını anlayan Akif, bin yıldır Selçuklu ve Osmanlı Türklüğü’ne hakim olan ümmet zihniyetini, hiç değilse bu zihniyetin tam aksi kutbunda olan bir siyasi felsefeye demir atmaktan kurtarmak için Ziya Gökalp’e yazı ile müracaat ederek memleketi tarihi fikir kaftanından soyup, ölçüsü ölçüsünü tutmayan ve tecrübesi yapılmamış olan bir başka libasın içine sokmanın mahzur ve tehlikelerini bildirmişse de müracaatı cevapsız kalmıştır.

Aradan yıllar geçip de, zaman kendisini haklı çıkardığı vakit ise, duyduğu acıyı esefle dile getirerek:

Tufan ili namıyla bir efsane edindik

Efsane fakat gaye deyip az mı didindik

Diye acıklı acıklı söylenmiş, fakat yine de yeteri kadar sesini etrafa duyuramamış, duyuramamaktan da sızlanmış kahırlanmıştır.

Canımı kütleye adamış bir fedai olan Akif, öfkesini şahsi dert ve davaları için harcayanlardan değildi. Onun için de, gayesi adına sevinen, gayesi adına öfkelenen büyük şairin, ıztıraplarından da bugün öğrenilecek çok şey vardır.

Sürurlarını, kaderlerini, çeşitli düşünce ve duygularını aksettiren şiirleri, samimiyetin sadeliğin, tabiliğin ve bilhassa fazilet ve imanın ta kendisidir. Şu halde bu yüksek hasletlerden kütleye nakletmek istediği gerçekler, bugün de yarın da cemiyete yol gösterecek ışıklı mihraklardır. Yüz küsur senedir, belki de başka milletlerin dayanamayıp, inhilal edeceği acı ve acıklı devreler geçirmiş olan memleketimiz, bugün kaybolmuş bulunan temel kıymetleri ve milli değerleri geri almaya mecburdur. Zira, elden kaçırmış olduğu gerçeklerin yerini tutmuş sahtelerle beslenmeye çalışan kütlenin, aç yoksul ve cılız kalmış manevi gıdalarla yeniden beslenmek zorundadır. Beka ve devamın şartı, milli iman ve manevi değerlerle sağlama alınmış feragatli, tasfiyeli, şuurlu ve gayeli bir cemiyet nizamı içinde, memleketi dünya yarışına ulaştıracak bir seviyeye çıkarmak olmalıdır.

Gerek siyasi, gerek ictimai, gerek iktisadi ve kültürel hayatımızın yek pare ve anlaşmış bir düzen içinde tek kalp gibi atması, memleket için artık bir ölüm kalım meselesidir. Onun için de, bütün menfi ve yıkıcı cereyanlara rağmen, bu ideal ve iş birliğini tahakkuk ettirmemiz hayat ve memat zaruretidir.

Ancak, şunu da söylemek lazımdır ki, bu zaruretin icaplarını yerine getirmek için, kendini şuurlu bir cesaret ve celadetle kütle menfaatine adamış, taassup ve şahsi ihtiraslarından arınmış mücahit ruhlu zümrelerin yetişip, medeni, uyanık, teşkilatlı ve planlı olarak memleket sathına yayılmaları ve çevrelerini prensip adına uyandırmaları hayati bir zarurettir.

Eğer tarihimize bir göz atacak olursak, gerek Orta Asya, gerek Selçuklu ve gerek Osmanlı Türklüğü’nün mayasını yoğurup kıvama getiren kuvvetin, askeri  ve siyasi hareketlere muvazi olarak vicdani ve ictimai şuuru uyandıran prensip adamlarının müşterek gayretleri olduğu görülür.

Her fani gibi, artık Akif’de dünya hayatını terkeylemiş bulunuyor. Amma ölümsüz olan fikirleri ve ideali, eskisi kadar taze, eskisi kadar zinde ve uyarıcı olarak yaşamaktadır.

Bize düşen ise, onu sadece bir iman sembolü halinde dondurup mumyalaştırmamak, katı ve ruhsuz kalıpların hapsine koyup müzelik parçalar nazarıyla bakmamaktır.

Şüphe yok ki iman ordularının kutsi vazifelerinden biri de, onun mebzul, samimi ve çoşkun heyecanlarını bu tehlikeden kurtarıp, meselelerimizin ve hayatımızın içine sokarak geliştirip üretmektir. Zira fikri, aksiyone tercüme etmesini bilip yaşatan, halin ve geleceğin esaslarını bu canlanmış prensiplerle kurmasını bilen milletlerdir ki şerefle, şanla yaşamaya ancak onlar hak kazanmış olurlar.

Samiha Ayverdi Sultanın Abide Şahsiyetler isimli eserinden alıntılanmıştır.

Ozan Dur
Ozan Dur

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi'nden mezun Filistin ve İran Araştırmaları- yazar [email protected] Poliglot (8), dillere dair Çalışma Alanım Ortadoğu ve Diller

Yorum Yaz