MİLLİYETÇİLİK: BİR DİN

GENEL

1882-1964 yılları arası yaşamış olan Carlton J.H. Hayes, Avrupa Tarihi üzerine uzmanlaşmış Amerikalı bir tarihçidir. Akademik hayatının büyük bir kısmını milliyetçilik konusuna adayan Hayes, gözlemlerinin sonucunda milliyetçiliğin bir dünya dini olduğu kanısına varmıştır. Milliyetçilik düşüncesiyle alakalı birçok kitap yazmış olan Hayes’in “Milliyetçilik: Bir Din” adlı kitabı belki de aralarında en göze çarpıcı olanıdır. Bu kitap, yazarın araştırmalarının bir özeti olarak milliyetçiliğin Avrupa’da nasıl ortaya çıktığı ve sonrasında Avrupa toplumu için neyi ifade ettiğini ele almakla beraber kavramın ulus-devlet bağlamında diğer kıtalardaki durumuna dair de bilgiler vermektedir.

Yazar, kitabında “milliyetçilik” kavramını tüm toplumlar üzerinde incelemeye tabi tutmak yerine, salt Batı eksenli bir inceleme yapmıştır. Hayes, Batı’nın siyasal düşüncesinde milliyetçilik tasavvurunun ne anlama geldiğini incelemesinin sonucunda, 208 sayfadan oluşan 12 bölümlük bir kitap ortaya çıkarmıştır. Bu kitapta milliyetçiliği kadim dönemden başlatmış ve II. Dünya Savaşına kadar getirerek bir tarih kitabı niteliğinde yapıt meydana getirmiştir.

Kitabın Milliyetçilik Nedir” bölümünde Hayes; milliyetçilik, milliyet, millet ve vatanseverlik kavramlarının tanımlarını yaparak kitaba giriş yapar. Millet ve milliyet kavramları arasına bir fark koyan yazar, bu iki kavramın birbirine karıştırılmaması görüşündedir. Milliyet, kısaca bir ırki soyun kendisidir. Milliyetin teşekkülünü sağlayan temel etkenler ise dil ve gelenektir. Bu iki temel etkeni öne çıkararak milliyet tanımı yapan Hayes, bir bakıma milliyetçiliğe uzanan yolun tarifini de vermiştir. Bu tarife göre dil ve gelenek bir milliyete mensup olan fertlerin, görünür şekilde toplum içindeki statü farklılığına rağmen orta noktada buluşabilmesidir. Bir milletin, milliyetçi bir düşünceye sahip olabilmesini dil ve gelenek etrafında bütünleşebilmeye bağlayan yazar, bu iki kavramı milliyetin temelleri olarak görmektedir. Vatanseverlik ise yoğun ve kapsamlı bir eğitim sürecinden geçmiş küçük bir cemaatin gönülden birleşmesidir. Milliyetin kültürel temelleri olan dil ve geleneğin vatanseverlik ile bütünleşmesi sonucunda ise milliyetçilik ortaya çıkmaktadır.

Kitabın ikinci bölümü olan “Din Hissi” bölümünde Hayes, insanlığın tarihi boyunca insan fıtratı gereği var olan din hissiyatını ele alarak modern düşünce akımlarının artış gösteren popülerliğine ışık tutar. Avrupa topraklarında Aydınlanma ve Sanayi Devrimi dönemlerinin ortaya çıkmasıyla ‘Avrupalı insan’ dini geleneklerinden uzaklaşmaya başlamış ve meydana gelen yeni düşünce akımlarına yönelmesi söz konusu olmuştur. Avrupa’da dinin birey üzerindeki etkisinin zayıfladığına işaret eden Hayes, din hissinin milliyetçilik ve komünizm akımlarında kendini gösterdiğini belirtir. Yazar bu görüşünü Lenin iktidarında gerçekleşen din karşıtlığı politikalar üzerinden açıklayarak, Rusya topraklarında yeni bir hissiyat ile hareket eden insan topluluğunu gözler önüne serer. Rusya’daki komünizmin bir din hissi ile varlığını devam ettirmesi karşısında benzer şekilde hareket eden milliyetçilik düşüncesini bulmuştur. Marks’ın ortaya koymuş olduğu komünizm öğretisinde, milliyetçilik ile uzlaşma olmamasına rağmen, Stalin döneminde komünist iktidara karşı yükselen milliyetçi dalganın bunu tersine çevirdiği görülmektedir. Sonuç olarak Hayes, “din hissi” bahsini bu bölümde ele alarak akımları benimseyen bireylerin motivasyon kaynağını da okuyucuya aktarmıştır.

Kitaptaki üçüncü başlığı olan “İlkel Milliyetçilik ve Satıh Altına Girmesi” bölümünde Hayes, erken dönemlerde milliyetçiliğin insanlar için bir dünya görüşü olamamasının nedenini dört farklı faktörde açıklamaktadır. Bu etkenlerin başında ilk olarak erken dönemlerde insanların kabile yapısından imparatorluğa evrilen toplumlar olması İLKgelmektedir. Dolayısıyla aynı gelenek ve dili paylaşan bir toplum yapısından kozmopolit bir yapıya geçiş, milliyet düşüncesine ket vurmuştur. İkinci etken olarak da dünya dinlerinin doğuşuyla insanlar yeni bir hüviyet kazanmış, Avrupa’da milliyetçiliğin doğuşuna kadar bireyin kimliğinde din milliyetten önce gelmiştir. Üçüncü etken ise yazılı metinlerde milli dillerin yerini yayılmış büyük dillerin almasıyla, eserler Arapça ve Latince gibi dillerde yazılmıştır. Dolayısıyla büyük(ortak) dillerin gelişimi yerel dilleri gölgesinde bırakarak, milliyet düşüncesinin toplumlar içerisinde ortaya çıkmasına engel olmuştur. Dördüncü ve son faktörü ekonomik etken olarak değerlendiren Hayes, şehir-devletlerinin varlığını ve Avrupa’daki feodal sistemin oluşunu öne sürer. Şehirlerarası rekabetin bir “milliyet” düşüncesinin yerine geçmesi ve feodal dönemdeki birey bağlılıklarının milliyet eksenli olmaması, Hayes’in son söylediği faktörü izah etmektedir. Sonuç olarak, bu faktörlerin milliyet şuurunun doğuşuna engel olduğunu belirten Hayes, bütünüyle milliyet düşüncesinin silinmemiş olduğunu da söyleyerek, tarihsel süreç içerisinde milli rekabetlerin bulunduğuna da işaret eder.

Hayes kitabın dördüncü bölümünde, modern milliyetçiliğin Hristiyan dünyasındaki doğuşunu sağlayan dört temel nedene değinmektedir. Bu nedenlerin başında, dil engelinin artık Avrupalı insanın önünde bir sorun olmaktan çıkması gelir. Avrupa’nın Rönesans ile yeni bir döneme girmesiyle, bu dönem ve ardından gelen dönemlerde, birçok gelişme yerel dillerin önünü açmış ve milli edebiyatın oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Hayes bu gelişmelerden, yerel diller ile yazılan eserlerin matbaaya girmesini, hümanistler tarafından basit formlarından kurtarılan Latince’nin yerel diller karşısında zayıflamasını ve Reform sonrası Protestanların incili yerel diller ile yazmasını örnek göstererek, bu sebeplerin dil meselesinde milliyetçiliğin doğuşuna ortam hazırladığını belirtmektedir.  Hayes, ikinci ve üçüncü nedeni ekonomik ve siyasi açıdan değerlendirerek, şehir devletlerinin zaman içinde ortadan kalkmasını ve yerlerine kurulan milli devletlerin milli bir ekonomi ile hareket etmesini, milliyetçiliğin doğuşunu sağlayan temel etkenlerden biri olarak görmüştür. Yazar, dördüncü etkeni ise dini bir mesele içinde değerlendirmektedir. Yüzyıllardır Katolik kilisesi etrafında bütünleşen Avrupalılar, Protestan devriminin gerçekleşmesiyle ikiye bölünmüştür. Katolikliğe bir alternatif olarak doğan Protestanlık mezhebi, milli bir şuurun doğmasına katkı sağlayan bir mezhep olmuştur. Dolayısıyla bu durum Avrupa’daki milletlerde parçalanma göstermiş, bir milli din idealinin doğuşuna da sebep olmuştur. Bu bölümün sonunda Hayes, on yedinci yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen kral ve parlamento çatışmasını, modern milliyetçiliğin başlangıcı olarak görmüştür. İngiltere parlamentosunun zaferi sonrasında, kral etrafında şekillenen toplum sadakatinin yerini milli devlete olan bağlılık almıştır. Sonuç olarak Hayes, Hristiyan dünyasında ortaya çıkan modern milliyetçiliğin kökenlerini tarihsel süreç içerisinde dil, siyaset, ekonomi ve din alanları olmak üzere dört temel üzerinden açıklamaktadır.

Kitabın beşinci başlığı olan “Milliyetçiliğin Devrim Fransa’sında Bir Din Haline Getirilişi” bölümünde Hayes, Fransa’da tarihsel süreç içerisinde milliyetçiliğin dinin önüne geçen kutsal bir kavram olmasını inceler. Fransa toplumunda milliyetçiliğin bir dünya görüşü haline gelmesi çeşitli yollar sebebiyle gerçekleşmiştir. Aydınlanma dönemiyle birlikte Avrupa toplumlarında dini yaşantının zayıflamaya başlamasıyla, insanlar dinin yerine alternatif olarak deizmi kabul edilebilir bulmuşlardır. Deizmin toplumda benimsenmesiyle, Avrupalı insanın devleti algılayış biçiminde de değişim yaşanmıştır. Devletin varlığı dinin varlığının üstüne çıkarak dinle devletin kıyaslanmasının dahi mümkün olmadığı milliyetçi bir şuur ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla devletin toplum nazarında dinden üstün görülmesi, milliyetçiliğin dinin yerine geçmesine yol açacaktır. Avrupa’da milliyetçiliğin bir din haline gelmesini sağlayan etkenlerden biri de deizm gibi pietizm akımının olduğu gösterilebilir. Protestanlık dini akımı olan pietizm, bireye özgürlükçü bir ortam oluşturması nedeniyle milliyetçi düşüncenin önünü açmış ve Fransa’da bir devrimin yaşanmasında bu akımlar etken olmuştur. Hayes, Fransa Devrimi’ne kapı açan etkenleri inceledikten sonra Fransız Devrimi’nin milliyetçilik bakımından getirilerini açıklamaktadır. Yazarın Fransız Devrimi sonrası milliyetçilik değerlendirmelerinden anlıyoruz ki artık Fransız milleti kendisini bir değer olarak görerek, her alanda milli şuurun ön plana çıkarılmasını hedeflemiştir. Eğitim bu alanların başında gelerek, Fransa’da eğitimin artık milliyetçilik ekseninde düzenlenmesi söz konusu olmuştur. Ayrıca bu dönemde milliyetçilik o denli ön plana çıkmıştır ki anayasaya milliyetçiliğin bir din hükmünde geçmesini talep eden sesler dahi yükselebilmiştir. Bu gelişmeler sayesinde toplumda sivrilmeyi başarabilen milliyetçi düşünce, Katolik mezhebini tam karşısına alarak din sınıfıyla da bir düşmanlık içine girmiştir. Dolayısıyla bu durum toplumda milliyetçiliğin eskinin -Katolikliğin- yerine geçmesini sağlamış ve iki farklı pencereden bakan insanları birbirine de düşman kılmıştır.

Kitabın yedinci bölümünde Hayes, Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de ortaya çıkmasından sonraki durumunu ele alarak, milliyetçiliğin dönem içindeki pragmatik yaklaşımını incelemiştir. Sanayi devriminin ortaya çıkmasıyla, Avrupa’daki milli devletler hızlı bir şekilde sanayileşme çabası içerisine girmişlerdir. Ülkelerdeki bu çabanın meydana gelmesindeki nedenin “büyük güç” olma isteği olduğunu belirten Hayes, hızlıca sanayileşme çabalarını ise milliyetçilik duygusuna bağlamıştır. Her milletin kendi ülkesini diğer ülkeden üstün konuma getirme arzusu, bir rekabet ortamı oluşturmuş ve sonucunda milli farklılıkların oluşmasını sağlamıştır. Dolayısıyla ülkeler arasındaki bu rekabet ortamı milliyetçilik duygusunu daha da pekiştirmiş, milliyetçilik ekseninde sürdürülen sanayileşme çabası doğu toplumlarına da özendirilmiştir. Sanayi devriminin Avrupa’da yeni bir dönemi açmasının sonucu olarak, Avrupa toplumları gözle görülür biçimde değişime uğramışlardır. Sanayileşme ile değişen kent yapıları insanların köylerden kentlere göç etmesine sebep olmuştur. Fakat kentlere göç eden insanlar, kent ortamına ayak uydurmak mecburiyetinde kalarak eğitim süzgecinden de geçmişlerdir. Dolayısıyla bu durum Avrupa’da okuryazarlığın artmasını sağlamış, milliyetçi bir eğitim sisteminden geçen bireylerin milli bilinç ile donanmasına neden olmuştur. Okur-yazarlığın artmasını tetikleyici bir sebep olarak görürsek, bu dönem içerisinde kitle gazeteciliği de ortaya çıkmış ve milliyetçiliğin bir düşünce olarak dolaşımı hızlanmıştır. 1800’lerde Avrupa’da milliyetçilik düşüncesinin iyice yerleştiğini belirten Hayes, Avrupa’daki milli devletlerin olası bir savaşın çıkacağını düşünerekten silahlanmaya ağırlık verdiklerini söylemiştir. Ayrıca yazar, bu gelişmelerin toplumları gerginleştirdiğini belirterek, ülkelerdeki militarizmin doğuşuna da katkı sağladığını ifade eder.

Kitabın sekizinci bölümünde Hayes, milliyetçiliğin farklı düşüncelere tahammül edemeyen bir yapıya evrilişini ele alarak, milliyetçilik düşüncesinin kendini tek doğru görmesi görüşünü inceler. Avrupa devletlerinin kozmopolit bir geçmişe sahip olması nedeniyle, Avrupa toplumlarında çeşitli etnik unsurların da olduğunu belirten Hayes, sivrilen milliyetçiliğin bu unsurlara yönelik tutumunu baskıcı, dışlayıcı ve dönüştürücü bir hareket olarak nitelemektedir. Yazar, Avrupa’nın büyük devletlerinde gelişen bu durumun nedenini milliyetçilik düşüncesinin rayından çıkarak, emperyalizmin kendisinden beslenen bir düşünce sistemi haline gelmesine bağlar. Avrupa’daki büyük devletlerin sömürge yarışında üstünlük mücadelesi içerisine girmesi, devletlerin sömürge fazlalığına nispetle “üstün millet” algısını ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla bu durum söz konusu milletlerin kendi dışındakilere karşı “öteki” anlayışını doğurmuş, sonucunda “milliyetçilik” bir “hoşgörüsüzlük” rengi almıştır. Avrupalı milliyetçilerin dışlayıcı eylemlerine karşılık olarak da azınlıkların tepkisi, düşman silahıyla silahlanmak olmuştur. Dolayısıyla milliyetçilik bu gelişmelerin sonucunda tıpkı din gibi evrensel bir hüviyet kazanmıştır.

Kitabın dokuzuncu bölümünde Hayes, birinci dünya savaşı öncesi ve sonrasında milliyetçiliğin rolüne değinerek, tarihi olayların gelişimine neden sonuç ilişkisinde ışık tutar. Birinci dünya savaşı öncesi milliyetçiliğin imparatorlukların bünyesinde barınan azınlıklara sirayet etmesiyle, azınlıklar milli bir devlet kurma düşüncesine sahip olmuşlardır. Bu süreç, azınlıkların imparatorluklara karşı milliyetçi isyanlar gerçekleştirmesine kadar giderek, sonucunda imparatorlukların toprak kaybına uğramasına da sebep olmuştur. Dolayısıyla milliyetçilik rüzgârına kapılan azınlıklar, birinci dünya savaşına zemin hazırlayan etkenlerden biri olmuştur. Birinci dünya savaşının başlamasıyla, milliyetçilik etkin konumunu savaşın sonuna kadar korumuş ve savaşın sonucunu belirleyen önemli etkenlerden biri olmuştur. Savaşın sonunda imparatorluklar yıkılarak, bulundukları yerlere birçok milli devlet kurulmuş ve artık milliyetçilik aleni şekilde dünya haritası üzerinde görünür hale gelmiştir.  Hayes, savaşın sonunda ortaya çıkan bu tabloyu milliyetçiliğin zaferi olarak yorumlayarak bu bölümü sonlandırır.

Kitabın “Çağdaş Cihanşümul Milliyetçilik” başlığı bölümünde Hayes, II. Dünya Savaşı sonrası sömürge topraklarında meydana gelen isyan hareketlerini milliyetçilik penceresinden yorumlamaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra savaş yorgunluğu sebebiyle galip devletler, sömürge topraklarında hâkimiyetlerini giderek kaybeder hale gelmişlerdir. Milliyetçiliğin evrensel bir düşünce sistemi olması nedeniyle bu topraklarda yaşayan halklar, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi emperyalist güçlere karşı milli duygular ile hareket ederek, devlet olma yolunda adım atmışlardır. Dolayısıyla milliyetçilik sömürge toplumlarının ateşleyici bir gücü ve bağımsızlık mücadelelerindeki motivasyon kaynağı olmuştur. Yazar bu bölümü, Afrika’daki kabile milliyetçiliğinin Afrika’nın hürriyetini ve barışını emperyalizm kadar tehdit ettiğini izah ederek bitirmektedir.

Kitabın son bölümü olan “Milliyetçilik Dini Üzerine Düşünceler” başlığı altında yazar, milliyetçiliğin bir din olarak algılanması üzerinden, okuyucuya Milliyetçilik ve Hristiyanlık arasındaki mesafenin ne olacağına dair bir reçete sunmaktadır. Milliyetçiliğin toplumlar nazarında artık kabul edilebilir evrensel bir düşünce sistemi olması bireylerin semavi dinlerden uzaklaşmasına yol açmıştır. Yazar, milliyetçilik ve dinin rol değiştirmesinin sonuçlarının olumlu ve olumsuz yanlarının olduğunu belirtir. Fakat yazar -kendisi bir Hristiyan- milliyetçiliğin Hristiyanlık ile bir uzlaşı içerisinde girmesi görüşündedir. Çünkü yazara göre milliyetçilik eli kanlı bir dindir. Dolayısıyla milliyetçiliğin yeni savaşlara kapı aralamaması için Hristiyanlık ile harmanlanmasını tavsiye etmektedir.

Sonuç olarak; Hayes’in “Milliyetçilik: Bir Din” adlı kitabının baştaki üslubu sonuna kadar başarılı bir şekilde sürdürülememiştir. Bölümler içerisinde zaman zaman bağlamdan kopmalar yaşanmakta ve bu durum haliyle okuyucunun zihnini dağıtmaktadır. Kitabın Türkçe’ye tercüme noktasında ise yer yer zayıf kalınan noktalar çok açık şekilde görülebilmektedir. Fakat bu eksiklikler, Hayes’in otuz senelik gözlemlerinin sonucu olarak ortaya çıkardığı kitabına gölge düşüremez. Yazar, kitapta kabilecilik, milliyetçilik ve modern milliyetçilik kavramlarını açmasıyla, okuyucuya bu kavramlara yönelik yeni bir perspektif sunmaktadır. Yani milliyetçiliği salt ulus devletin inşasını sağlayan bir kavram olduğu söyleminin dışına çıkıp, onu bir ‘din’ olarak tanımlayarak, kavramın ardındaki felsefi arka planı gözler önüne serer... Dolayısıyla yazarın kitapta milliyetçiliği bir “din” olarak nitelendirmesi, okuyucunun milliyetçilik kavramına farklı pencerelerden bakmasına yol açıyor. Son olarak “Milliyetçilik: Bir Din” kitabı, milliyetçilik okumaları yapanlar için tüm ezberleri bozacak niteliktedir.

*Sözü geçen kitap: Carlton J.H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, İz Yayıncılık, 2010, İstanbul, 2008

Muhammed Emin VATANSEVER

https://www.ilimvemedeniyet.com/ilkbahar-donemi-dosya-konusu-milliyetcilik-ve-asiri-sag.html

 

 

Yorum Yaz