Muallim Cevdet’i malesef tanımayanlar çoktur. Bir Kant’ın, Hegel’in, Aristo’nun ismini duyarız da topraklarımızda yetişen atalarımızın ismini duymayız. Keşfedilmeyi ve anlatılmayı bekleyen o kadar büyüğümüz vardır ki anlatmakla bitmez. Kendisi ülkemizin yetiştirdiği nadide isimlerden olsa da garip kalmış bir büyüğümüzdür. Ben hem bir eserinden hem de yavaş yavaş kendisinden bahsetmek istiyorum. Kendisi arşivciliği ile meşhur olsa da mücadeleci yönü göz ardı edilmemelidir.
Bedir Yayınevi’nden çıkan İslam’ı Anlamak, isimli eser Muallim Cevdet’e aittir. Eserin yazılış serüvenine baktığımızda ise, eser “Erkan-ı Harbiye-i Umumiyye Riyaset-i Celilesi tarafından açılan müsabakada birinci olmuş” ve Mareşal Fevzi Çakmak eseri çok beğenmiştir. Sonrasında ise orduya dağıtılmıştır. Bu müsabaka ordudaki askerlerimize dini anlatmak amacıyla açılmıştı ve Muallim Cevdet’in bu eseri ise birinci oldu. Karşılığında Muallim Cevdet’e 188 lira mükafat verilmiştir. Beş bin baskı yapılsa da harf devrimi olunca eser yazarın elinde kalır ve Muallim Cevdet kitaplardan birinin kapağına şu notu düşer. “… yazık ki, kitaplarım elimde kaldı ve ben iki senedir borç ödüyorum. İnsafla okuyan görür, bu eser böyle imha edilmeye layık mı idi?[1]
Arapça, Farsça ve Fransızca bilen üstadımızın yazdığı bu eser İslam Dini’ni öyle güzel anlatıyor ki eseri okuyunca bitmesin istiyorsunuz. Eserde verilen örneklemeler o kadar hoşuma gitti ki kelimelerle ifade etmem çok zor. Yarım kalmış işin gerçekleşmesini ordularda bu eserin dağıtılmasını ise çok isterim. Bu eserin içerisinde yine asker hikayelerinden bahsetmesi calib-i dikkattir. Gazi Osman Paşa ve daha nice kahramanlardan bahsetmiş ve uslubü insanı etkilemekte ve tesiri altında bırakmaktadır. Üstadın kabri Mehmet Akif’in kabrinin hemen yanındadır. Kabri de garip kalmıştır. Kendi Gök Kubbemiz isimli program yapılmıştır ve Muallim Cevdet dahil edilmemiştir. İz Bırakanlar isimli programda da üstaddan bahsedilmez. Elbette bu gibi şeylere metelik verecek birisi değildir ama ismi de bilinmesi gerekir. ALi Ulvi KURUCU hatıralarında üstaddan bahsetmektedir. Yazının sonuna ondan bahsettiği bir kısmı ekleyeceğim.
Bu vatan evladının Mehmet Akif’ten kalır yanı olmadığı gibi o da onlar gibi yetişmiş, büyük hizmetleri olmuş şahsiyetlerdendir. Bulgarlara arşivin satılması olayının durdurulmasında en önemli rolü oynayanlardan birisi de Muallim Cevdet’tir. Ayrıca eserin günümüz harflerine aktarılma işini üstlenen Bedir Yayınevi’ne ve Mehmed Şevki Eygi Hoca’ya teşekkürü bir borç bilirim.
Üstadın 6-7 civarında eseri bulunmaktadır. Bunlardan en ilginç olanlardan bir tanesi de Babanzade Ahmet Naim’in hayatını yazdığı eserdir. Kendi mezarı da hemen Babanzade Ahmet Naim’in yanı başındadır. İlim dünyamıza bir sürü nadide eseri kazandırmış, büyük bir arşivcidir. Değerli okuyucular lütfen üstadımızı tanıyalım. Ben birkaç yazısını paylaşmak istiyorum ve bu yazımda hoşuma giden bir tanesini paylaşacağım.
“Hz. Muhammed(sav) Kimdir?
Çocukluğumuzdan beri herkesin, her evin sevdiği mübarek bir ad vardır; Muhammed.
Analarımız, nenelerimiz, o isim anılınca kendilerini toplarlar, “Allahümme salli ala Muhammed” derler. O ismi yazan bir kağıt varsa, yerden kaldırırlar.
Yalnız Türkiye’den değil, Hindistan’dan, Arnavutluk’tan, Rusya’nın Türk şehirlerinden, Kaflkasya’daki Çerkes ve Türk kasabalarından, Çin’de İslam şehirlerinden, Afrika’da yüzlerce semtlerden, Mısır’dan, Cezayir’den, İran’dan, Afganistan’dan, her yıl binlerce hacı onun ismiyle Mekke’ye koşar, Kâbe’ye gelir. Bu binlerce seyyah onun sözüne inanır.
Binlerce Müslüman, çocuklarına onun ismini takarlar. Muhammed Ali, Muhammed Hasan, Muhammed Yakup, Muhammed Altay, Muhammed Tosun…
Türk köylerinde, Anadolu ve Rumeli kasabalarında Kırım’da, Dobruca’da, Bulgaristan Türkleri arasında onun ismine yazılmış iki kitap okunur: Muhammediye-Ahmediye
Bunları yazan kimlerdir? Peygamber Efendimiz’i çok seven Gelibolulu iki Türk şairdir: Muhammed Bican ve Ahmed Bican.
“Ahmed” ismini taşıyanlar, bunu Efendimiz’in ikinci isminden almışlardır.
Efendimiz’in üçüncü adı da Mustafa’dır. Bundan da pek çok vardır. Türk ordusuna bir bak: Hangi alayda, hangi taburda ise bir say: Kaç tane Muhammed, Ahmed ve Mustafa çıkar? Ya bütün orduda kaç tanedir?…
Türklerde, Araplarda, Çerkeslerde, Arnavutlarda, Kürdlerde, İranilerde, Hindlilerde, binlerce şair, kumandan, sanatkar, onun üç isminden birini taşır.
Camilerde uzağa bakmayalım. En yakındakileri görelim: Her köyün, her şehrin camiinde onun ismi yazılıdır. Allah isminden sonra onun ismi okunur: Muhammed(sav). Demek ki, binlerce, onbinlerce camide Türkiye ve Türkiye dışarısında binlerce mescidlerde hep onun adı yazılır, sevilir, anılır, okunur. Ne bahtiyarlık!…
Kelime-i Şehadetlerde:
Üçyüz milyon halk, en aşağı iki yüz milyon kere şehadet getirir: “La ilahe illallah, Muhammedü’r-Rasulullah” der.
Ezanlarda:
Bunlardan başka binlerce şehir ve köyde, gee ve gündüz onun ismi beş defa ezanla etrafa yayılır. Ovalara, dağlara, göklere ve gönüllere dağılır. Kubbelerde çın çın öter:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah, Muhammedü’r-Resullullah- Eşhedü enne Muhammede’r-Rasullullah.”
Bu ne mübarek insanmış ki, kendini bu kadar sevdirmiş. Ne tesirli bir zatmış ki, adını böyle her tarafa yaymış. Halbuki insanlar tuhaftır. Akrabasından olanları, hatta anasını, babasını, kardaşını bile vefatlarından sonra pek arayıp sormaz, unutur. Öyle iken her mescidde, her mahallede, her şehrin dört köşesinde, milyonlarca evlerde, on beş milyonluk Türkiye’de, üçyüz milyonluk İslam aleminde, bu mübarek zat unutulamıyor.
Acaba sağ mı? Hayır! Öleli bin üçyüz seneyi çoktan geçmiş. Nerede yatıyor? Arabistan’da, Medine’de.
Anadolu ve Rumeli’de:
Bütün Anadolu’yu dolaş, sor onu severler. Rumeli’ye git, öyle… Kafkasya’ya git, öyle. İran’a, Hind’e, Çin’e git, öyle. İşte bu işe sen de şaş, ben de şaşayım.
Belli ki, bu zatta pek büyük bir kudret var. İşte o peygamberlik kuvvetidir. Peygamber’den başka hiç kimse o kadar tanınmaz. Sevilmez. Kapleri doldurmaz. Bir şehir, bir kumandan, bir doktor ne kadar meşhur olsa ne kadar tanınsa, peygamber adı kadar, milyonlarca halk arasında sürümü olmaz. Onun kadar evlere giremez. Hele birkaç millete geçemez. Bir meşhur şairle veya kumandanla, bir büyük doktorla yalnız bir millet iftihar eder. Halbuki peygamberle onbeş-yirmi millet, iftihar eder. Hz. Muhammed’i (sav) seven milletleri bir düşün.
Türk-Arap-Çerkes-Kürd-Azeri-Farisi-Afganlı-Özbek-Kırgız-Nogay-Kırımlı-Boşnak-Pomak-Malay-Hindli-Çinli Çavalı-Somalı-Zengkibarlı-Sudanlı…”
Ali Ulvi Kurucu şöyle anlatıyor:
Medine-i Münevvere’de tanıştığım ve fikri hayatımda çok mühim tesiri bulunan zatlardan birisi de Muallim Mahmut Cevdet Sezer Bey’dir.
Kendisi 1949’da Türkiye’den Medine’ye, başından çok üzücü hadiseler geçtikten sonra, firar ederek gelmişti… İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nde okumuştu.
Felsefe ve Psikoloji muallimi idi.
1947 yılında “Doğan Güneş” adında bir dergi çıkarmıştı.
Arapça ve Fransızcası çok kuvvetliydi.
Dergisinde İsmet Paşa’ya hitaben bir şiir yazmıştı.
Şiir dergide çıkınca aleyhine dava açılmış.
Hâkim, Cevdet Bey’i akli muvazenesinin muayene ve tespiti için âdli tıbba sevk etmiş.
Tabiî muayene, tespit filan yok.
Maksat Cevdet Bey’i ağır şekilde cezalandırıp bir şekilde susturmak. “
Buradan itibaren Cevdet Bey’in kendisi anlatıyor:
“ Tımarhane, Allah kimseyi düşürmesin, bir çiledir.
Fakat tamamlaması çok güç bir çiledir.
Beni azgın delilerin içine koydular.
Öldürmüyor, süründürüyorlar.
Allah razı olsun, iyiliğini unutmam Doktor Ali Kemal Belviranlı Bey ziyaretime gelirdi. O zaman tıbbiyede talebeydi, hastaneye girince doktor gömleğini giyer, gardiyanlar onu bırakırdı.
Teselli bulmak mümkün değil.
Kendimi Kur’an-ı Kerime verdim, her gün bir kere hatim indirmeye başladım.
Manasını da anlıyorum.
Bir gece namaz kılıyordum.
Azgın delilerden biri geldi, üzerime işedi.
Bütün üstüm başım battı.
Hastabakıcıları güç bela uyandırdım, üstümü değiştirdim.
İntihar haram, çıkmak imkânı yok, bu şekilde yaşamak zor.
Doktorlar geliyorlar, tecrübe ediyorlar; ben onları suale çekiyorum; konuşa konuşa, mırıldana mırıldana gidiyorlar: ‘Bir şey yok yahu bunda…’ filan diyorlar.
Fakat Ankara’dan emir var, çıkarmayın, diye…
Bir gün hastanede vazife gören doktorlardan birisi yanıma geldi.
Sordu: ‘…Efendi, sizin isminiz nedir?
Mahmut Cevdet.
Soyadınız?
Sezer.
Efendim, zatiâliniz Kabataş Lisesinde Felsefe ve Psikoloji Hocası mıydınız?
Evet.
Hocam ben sizin talebelerinizden filanım.
Hocam, hem hastam hem de hocamsınız.
Sizin buradan kurtulma şansınız yoktur.
Kaçmaktan başka çare bulamazsınız.
Şimdi havalar güzel.
Sabah namazlarını bahçede kılacaksınız.
Hastabakıcılar, sizin sabah namazlarını bahçede kılmanıza alışacaklar.
O saatte etrafta kimse olmaz.
Uygun bir vakitte duvardan atlayıp kaçacaksınız.
Başka çareniz yoktur. “
Ali Ulvi merhumun “ Benim Şiir Hocam” dediği, Bediüzzaman’ın yaşlı ve hasta haliyle mahkemesini izlemeye gittiği eğitimci, şair, yazar, tercüman, ilim ve tasavvuf insanı ve aynı zamanda bir gazeteci olan Mahmut Cevdet Bey’in kaçışına diğer büyük desteği de rahmetli Hasan Basri Çantay verir.
Cevdet Hoca’yı önce Suriye’ye göndermiş, ardından, Şam’dan Medine’ye giden bir deve kervanıyla da 1949 Yılında Medine’ye göndermiş.
Hoca’ya yapılan İşkenceler arasında en önemlisi, tedavi bahanesi ile tımarhanede belinden bir su alınmış, bu olaydan sonra hoca toparlanamamış.
Fahreddin Razi’nin Tefsi-i Kebirini de tercümeye başlayan Cevdet Hoca kendisine yapılan iğneden sonra iflah olmamış, 1983 yılında Medine-i Münevvere’de vefat etmiş.
https://www.radyo7.com/icerik/9759-pekerden-tekine-ayni-chp
Yukarıdaki yazıdan alıntıladım
https://www.youtube.com/watch?v=rv_LroH05NY&t=1124s
[1] Muallim Cevdet, neşreden Mehmed Şevket Eygi (Bedir, İstanbul: 1993) 12.
Ozan Dur