OKUMAK

EDEBİYAT

İnsanları genelde iki ayırırlar ve bu ayrımı yaparken de genelde okuyan ve okumayanlar diye sınıflandırırlar.

Okumayanları çok fazla alt katmanlara ayırmaya gerek yok. Fakat okuyanlar için çok çeşitlilik söz konusudur. Biz bu işin biraz edebiyat boyutuna bakacağız. Mesela her kitap okuyanın edebi zevki farklıdır. Bu farklılık o edebi eserin zihninde uyandırdığı duygu ve düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Buna dair birçok kuram ortaya atılmış, örneklendirilmiştir. Ama bir türlü keskin sınırları olan bir yargıya varılamamıştır. Şuana kadar varılamadığı gibi bundan sonra da varılması söz konusu değildir. Çünkü her eser bir kalemden ortaya çıksa da binlerce hatta milyonlarca kalemin ellerinde farklı şekillerde yeniden yazılır. Yazarın zihin dünyası farklı olduğu gibi, okuyucularının zihin dünyası da farklıdır. Her ne kadar birçok yazar ve şair, eserlerini izah etme gayretine de düşseler bu durum yazarını merkeze alan okuyucuları etkileyebilir. Metne odaklanmış bir okuyucuya tesir yok denecek kadar azdır. Her okuyucunun yazar merkezli bakmadığını, bunun insanın doğasına aykırı olduğunu bilmek gerekir. O yüzden hiçbir yazarın eserin ana temasını kendi ağızlardan dile getirmesi doğru değildir. Bunun örneklerini Tanzimat Dönemi’nin ilk eserlerinde rahatlıkla görmekteyiz. Bu tür şeyler metnin bütünlüğünü bozduğu için, var olmaması daha doğrudur. Belki yazarın amacı okurlarını daha fazla bilgilendirmek ve onların zihinlerindeki boşlukları doldurmaktır, diye düşünebiliriz. Ama bunu yaparken de eserin edebi zevkinin düşeceğini de bilmek gerekir.

İnsanların zihin dünyalarını bir çiçeğe benzetebiliriz. Bir edebi eserle olan ilişkisi bir çiçeğin güneş ve su ile olan ilişkisine benzer. Dışarıdan baktığınızda güneş aynı, su aynı haliyle ortaya çıkan çiçeğin de aynı olması beklenebilir. Ama içerden bakan bir göz, her çiçeğin farklı tohumlara sahip olduğunu ve karşılarında bulunan unsurlar aynı olsa bile farklı renklerde karşılık bulacağını görür. Yani bir edebi eserin kelimesi kelimesine aynı olsa bile, her zihinde farklı olabileceğini söyleyebiliriz. Eseri, bir tıp metni gibi metinlerden ayıran da budur. Genel-geçer bilgiler yerine, geldiği her zihinde o zihnin şekline göre yerleşen bilgiler vardır.

Her edebi eserin bir sonu var mıdır? Bence yoktur. İllaki o eserin bir yerinde bir okurun dahi olsa, zihin dünyasında bir soru işareti bırakacaktır. Örneğin, Henry James’in Güvercinin Kanatları adlı romanında Milly Theale’in Merton Densher’e yazdığı mektubun içeriğine kadar hiçbir bilgimiz yoktur. Bunu yazar bilerek yani, her okuyucu bu mektubu kendi isteğine göre doldursun diye de yapmış olabilir. Böyle olsun ya da olmasın ortada okunamamış bir mektup vardır. Eser, bu mektup hakkında bilgi vermeden bitiyor. Acaba her okuyucu o kitabı kapattığında hiçbir sorgulama yapmadan hayatına devam mı ediyor? İşte bu da insan doğasına aykırı bir durumdur. O eserdeki mektup aslında eserin kendisidir. Her okuyucuya kapalı bir şekilde sunulur ve açıldığında o sayfayı kendi düşüncelerimize göre doldurmaya başlarız. Yazarın yaptığı şey ise bu beyaz kağıdı doldurmak için bize kelimeler vermesidir. Direk olarak ne yazacağımızı söylese bile birçoğumuz onun dediklerini yazmayacağız. Mesela, Henry James eseri yazdıktan sonra, bu eserdeki mektubu bize sonradan açıklasaydı ne değişir? Birçoğumuz için hiçbir şey değişmezdi. Hatta yazarı yargılamaya bile başlardık ve bence böyle olmalıydı diyerek kendi düşüncemizi savunurduk. Haliyle yazar ister açık kapı bıraksın ister bırakmasın, hiçbir edebi eser sonlu değildir. Sadece yazarın varmak istediği sonuca gelmiştir.

Oysa her eserin okuyucuların zihninde bir devamı vardır.

Mustafa ÇAĞLAR
Mustafa ÇAĞLAR

Kabil yüreğini Habilleştirme gayretinde biri. İletişim: [email protected]

Yorum Yaz