Osmanlı’da Millet Sistemi
Giriş:
Müslümanlar hicret ettiklerinde gayrimüslimler ile karşılaştılar ve Medine Vesikası imzalandı. Bu vesika hem imzalandığı dönem açısından hem de gayrimüslimler ile bir ahitname yapılmış olması açısından önemliydi. Özellikle sonraki yıllarda İslam Devleti kurulduğunda Kur’an ve sünnet ekseninde gayrimüslimlere olan tavır, onlara verilecek olan haklar, din-inanç alanındaki özgürlükler ve toplumsal alandaki karşılıklı münasebetler belirginleşmişti. Bu ilişkiler zamanla farklılık gösterse de, çağın ihtiyaçlarına göre farklı uygulamalara tabi olsa da sonrasında da devam etti. Emeviler, Abbasiler ve diğer Müslüman Devletlerinin olduğu dönemlerde devam etti. Bu dönem içerisinde gayrimüslimler hem İslami kurallara kurallar ile muamele görüyorlardı hem de içerisinde yaşadıkları devletin örfi kuralları çerçevesinde davranmak zorundaydılar. Örneğin İslam dini ve fıkhı ile alakalı olmayacak bir şekilde gayrimüslimlerin ata binmemeleri zorunlu tutulmuştur. Bu durumun İslam fıkhı ve dininde olmadığı dile getirilmiştir. Güvenlik gibi sebeplerden dolayı örfi uygulamalara tabi tutulmuşlardır.
Gayrimüslimlere karşı tavrı asıl belirleyen Kur’an ayetleri ile hadis ve sünnet olmuştur. Osmanlılar açısından konuşacak olursak, beylik oldukları dönemde gayrimüslimler ile ilişki içerisinde oldukları, kız dahi aldıkları ve arkadaşlık dahi kurdukları biliniyor. Köse Mihal örneğinde bu durum açıkça görülmektedir.[1] Beyliğin sınırları genişlediğinde ve özellikle İstanbul fethedildiğinde Fatih’in İstanbul patriğini atamasıyla Millet Sisteminin ortaya çıktığı söylenmektedir. Ayrıca bilinmelidir ki bu konuda da tarihçiler arasında farklı görüşler bulunmaktadır ve bazı tarihçiler farklı rivayetler söylemektedirler.[2] Daha sonra bu sisteme Hıristiyanlıkta olduğu gibi kendisinde ruhban sınıfı olmayan, Yahudiler de katılacaktır. İmparatorluğun sonuna doğru ancak hahambaşılık müessesesi söz konusu olacaktır. Osmanlı’da kurulan bu sistem birçok açıdan araştırmaya değerdir. Bunun en önemli sebeplerden birisi ulus-devletler kurulduğunda uluslar kendi geçmişlerini merak etmişler ve bunu araştırmaya girişmişlerdir. Bu süreç içerisinde Osmanlıları olduğundan farklı ve ideolojik olarak ele aldıkları ve “kendilerini geri bırakmakla” suçladıkları çokça zikredilmektedir. Gayrimüslimlerin Osmanlıda yaşarken onlara uygulanan genel tavır ve hukukları bilinirse bu konuda onların eleştirilerine cevap verilebilir. Ayrıca meşrulaştırma aracı olarak kullanılmaksızın dönemi kendi şartları içerisinde incelemek gerekmektedir.
Yazıda çok fazla Millet Sistemi terimi kullanılsa da bu isim zikredildiğinde kastedilen şey anlaşıldığından dolayı böyle bir yöntem tercih edilmiştir. Makalenin kapsamı dar olduğundan Millet Sistemi ile ilgili tartışmalara değinilmeden gayrimüslimlerin Osmanlıdaki genel durumu ele alınacaktır. Aşağıda daha ayrıntılı zikredilecek olan Kenanoğlu’nun öne sürdüğü tez olan “Ruhani İltizam Sistemi” belki ilerde Millet Sistemi kavramının yerini alabilir veya önemli tartışmaları meydana getirebilir.
Osmanlı’da millet sistemi üzerinde çok fazla tartışma olan konulardan birisidir. Özellikle yabancı yazarlar konuya büyük ilgi göstermişler ve tezler öne sürmüşlerdir. Bu tezlerin çokluğu ve birbirinden farklı oluşu, konunun anlaşılmasını bir o kadar zorlaştırmaktadır. Millet Sistemi’nin varlığı bile sorgulanmış ve lehinde ve aleyhinde bir sürü tez öne sürülmüştür. Bu sistem sorgulanırken, Millet kavramının ne olduğu ve Osmanlı’da nasıl algılandığı üzerine ciddi bir şekilde tartışılmıştır.[3]
Bu yazıda Osmanlı Millet sistemi ele alınmaya çalışılacaktır. Millet sistemi ele alınırken M. Macit Kenanoğlu’nun literatüre büyük bir katkı sağladığı Osmanlı’da Millet Sistemi Mit ve Gerçek isimli çalışması temel kaynak olarak kullanılacaktır. Bu eserin tercih edilme sebebi “Millet Sistemi”ni geniş çerçevede ele almış olması, bunun yanında literatürün ekseriyetini ele alıp, onları akademik bir şekilde değerlendirmesinden, nitelikli ve doyurucu olmasından ileri gelmektedir. Bu kaynak haricinde yerli ve yabancı kaynaklar kullanılmaya çalışılmıştır.
Makalemize öncelikle millet kelimesinin tanımı ile başlamayı uygun görüyoruz. Millet kelimesi TDK’da “Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus”, “bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes” ve “benzer özellikleri olan topluluk” olarak nitelendirilmektedir. TDK’daki bu tanım günümüzdeki anlamını karşılarken DİA’ya baktığımızda ise Osmanlı’da kullanımını görürüz:
“İbranice ve Aramice’de melel “konuşmak, söylemek”, mille de “kelime, söz” manasına gelir. Bununla da ilişkili olarak Arapça’da “ezberden yazdırmak, dikte etmek” anlamındaki imlal (imla) kökünden türeyen millet, işitilen ve okunan bir şeye dayanması veya dikte edilmesi ve yazılması bakımından “din” karşılığında kullanılmış, ayrıca kelimeye “izlenen, gidilen yol” manası verilmiştir. Bu çerçevede “el milletü’l-İslamiyye, el-milletü’l-Yehudiyye, el-milletü’n-Nasraniyye veya “milletü’l-İslam, milletü İbrahim, milletü’l-Mesih (milletü’n-Nasraniyye), milleti Yehud (milletü’l-Yehudiyye), milletü’l-Mecus, milletü’s-Sabie, milletü’l-hak, milletü’t-tevhid, milletü’l-küfr” gibi tamlamalada belli dinleri ifade eder. Kelime, muhtemelen daha sonraları kendisine sosyal hayat bakımdan yüklenen anlamdan da etkilenip modern dönemde Batı’daki “nation” kavramının karşılığı olarak Türkçe ve Farsça’ya geçmiş ve bu dillerde tamamen sosyolojik ve siyasal bir içerik kazanmıştır.”[4]
Yukarıdaki alıntılardan ilkini yorumladığımızda millet kelimesi günümüzde ifade ettiği anlam ile geçmişte ifade ettiği anlam arasında farklar bulunmaktadır. Günümüzde daha TDK’da verildiği anlamında kullanılır iken Osmanlı’da daha farklı anlamda kullanılmaktaydı. DİA’dan yapılan alıntıda ise millet kelimesinin kökeninin “ezberden yazdırmak, dikte ettirmek” anlamlarına gelmesi oldukça ilginçtir. Ayrıca kelimelerin İbranice ve Aramice gibi dillerde de bulunuyor olması da dillerin aynı aileden olmasının bir sonucu olsa gerektir. İslami literatürde ise millet kelimesi “din” kelimesi ile eşanlamlı idi. Kur’an’da millet kelimesinin 15 defa geçtiği zikredilmiştir.[5]
Peki Osmanlı’da millet denildiğinde ne anlaşılmaktaydı? Osmanlı’da millet denildiğinde kastedilen din mi, ulus mu yoksa başka bir şey mi idi? Bu sorulara araştırmacılar çok farklı cevaplar vermişlerdir. Bu sorulara cevap verilebilmesi için üç tane anahtar kelime bulunmaktadır. Bunlar millet, din ve taifedir. Bu üçü bu konu irdelenirken karşımıza çıkacaktır. Bunlar bu konuda araştırma yapanlar tarafından dile getirilen konumuz ile alakalı kavramlardır.
İlber Ortaylı millet kelimesinin Osmanlı’da “dini zümreleri” ifade etmek için kullanıldığını dile getirir. Ona göre, ancak 19. Yüzyılda tedricen millet kelimesi “nation” anlamında kullanılmaya başlamıştır. Yani ona göre Osmanlı’da 19. Yüzyıl sonlarına kadar millet kelimesi “dini zümreleri” ifade etmek üzere kullanılmıştır. [6]
Belgelerde karşılaşılan diğer kavramlardan birisi de taife’dir. Kenanoğlu ise bu konuda şunları söylemektedir.
“…bir kısım belgelerde millet ve taife kelimelerinin birbirinin yerine kullanıldığını gösteren ifadelere rastlanılmaktadır. Üstelik mantıki olarak da bu bir ayrım ifade etmemektedir. Mesela “yahud ve Nasara taifesi” ifadesindeki taife kelimesi ile “millet-i Nasara” ifadesindeki millet kelimesi birbirinden farklı değerlendirilirse, birinci ifadeyi Yahudi ve Hristiyan ulusu (nation) ikinci ifadeyi ise Hristiyan din veya mezhebi olarak anlamak gerekir ki anlamsız bir durumu ifade edeceği açıktır….”[7]
Taife kelimesi ile Millet kelimesinin aynı olduğunu dile getirmiştir. Bu durum aydınlığa kavuştuktan sonra Osmanlı’da millet sistemini inceleyebiliriz. Osmanlı’da millet sisteminin kökenleri oldukça eskiye dayanmaktadır. Bu köken Medine Vesikası’na kadar götürülmektedir. Bu vesika Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında yapılan ilk antlaşmadır.[8]
Medine vesikası imzalanmadan önceki duruma bakıldığında neden imzalandığı anlaşılmaktadır veya vesikanın maddeleri incelendiğinde antlaşmanın niçin yapıldığına dair ipuçları elimize geçmektedir. Dönem incelendiğinde Evs ve Hazrec kabileleri ile anlaşan ve zaman zaman da savaşan bir Yahudi topluluğu vardır. Bunlar Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza kabileleridir. Böyle bir ortamda Medine Vesikası imzalanmıştır. Anlaşmayı ilk bozan Beni Kaynuka kabilesidir ve 624 yılında antlaşmadan çekilmişlerdir.[9]
Tartışmalı olmakla birlikte Medine Vesikası’nın Müslümanlar ile olan kısmı hicretten sonra olmuşken, Yahudiler ile olan kısmı ise Bedir Gazvesi’nden sonra yapılmıştır. Medine vesikası incelendiğinde birkaç maddenin çok önemli olduğu ortaya çıkar. Öncelikle maddelerden anlaşıldığına göre üstünlük ve son söz söyleme hakkı Müslümanlardadır. Bunu 23. Maddede “Üzerinde ihtilafa düşülen konular Allah’a ve resulü Muhammed’e arzedilecektir” ibaresinden anlıyoruz. Ayrıca yine bu maddeler arasında belirtilen ve Millet Sistemi için hem de Kur’ân-ı Kerîm de belirtildiği için zikredilmesi gereken bir husus vardır. 25. Maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir” denilerek ve Kur’ân’da dinde zorlamanın olmadığı belirtilerek gayrimüslimlere olan tavır belli oluyordu. [10] Kenanoğlu, bu antlaşmada cizyenin geçmediğine ve zimmet kavramının olmadığına dikkat çeker. Bu antlaşmadaki Yahudi statüleriyle daha sonrakilerin farklı olduğunu belirtir.[11]
Osmanlının gayrimüslimlere olan tavrını anlayabilmek için zimmet kavramını bilmek gerekmektedir. Zimmet “İslam ülkesinde uzun süre yaşamak isteyen yabancılarla yapılan bir tür vatandaşlık sözleşmesine “zimmet akdi” ve sözleşme yapılan yabancılara da “zimmet ehli” (ehl-i zimme)”[12] Anlamına gelmektedir. Bu akd ile birlikte gayrimüslimlere İslam devletinde yaşama özgürlüğü, inanç özgürlüğü, can ve mal güvenliği teminatı verilir.[13] Osmanlı İmparatorluğu da İslam Devleti olduğundan zimmet orada da işler haldeydi. Devletin kurulma aşamasında ve devlet kurulduktan sonra gayrimüslimler ile karşılaşılmış ve onlara karşı tavırlar benimsenilmiştir. İlber Ortaylı’nın yazısında belirttiği hususu burada zikretmek uygun olacaktır. Halil İnalcığın Osmanlı’nın gayrimüslimlere olan tavrını, İlber Ortaylı’dan alıntıyla zikretmek istiyoruz.
“Halil İnalcık’a göre gayrimüslimler Osmanlı idaresi altında dört farklı devir veya aşamadan geçmiştir. İlk fütuhat döneminde etkili propaganda yapılmış, fetihten sonra köylü, şehirli zenaatkara, ruhban ve toprak sahiplerine bazen İslam hukukunu bile zorlayan imtiyazlar verilmiş, fetih öncesine ait hukuki müessese ve kaideleri sürdürülmekle beraber eski düzen ağır şartlar içerisiyorsa lağvedilmiş, eski yönetici grupları ve toprak sahipler askeri zümreye sokulmuştur. Bu politikaya ve sisteme “istimalet” denmiştir…”[14]
Buradan anlaşıldığı üzere İstanbul’un fethinden önce, fetihten sonraki kadar sistemli bir şekilde olmasa da Osmanlı’nın gayrimüslimlere karşı bir politikası var ve zimmet hukuku çerçevesinde açıklanabilir. Özellikle Millet Sistemi’ni savunanların üzerinde durduğu kişi Fatih’dir ve dolayısıyla Fatih ele alınmalıdır. Fatih ele alınırken dikkat edilmesi gereken ve tartışma konusu olan önemli bir konu şehrin savaş yolu ile mi alındığı yoksa sulh ile mi alındığı yönündeki iddialardır. Şehir sulh ile alınırsa halka zimmet statüsü verilir ve kiliseler camiye çevrilmez ve bazı uygulamalar terk edilirdi. Bu konu üzerinde oldukça tartışılmış bir konudur. Kiliseler yıkılmadığından dolayı şehrin sulh ile alındığı yönünde iddialar söz konusu olmuştur.
Feridun Emecen, 16. Yüzyılda ilk defa Cenabi isminde birisinin şehrin deniz tarafından savaş ile Edirne kapı tarafından ise sulh ile alındığını yazar. Ondan sonra yazarlar bunu zikretmeye başlamışlardır. Dönemin yazarlarından hiçbirisi şehrin sulh ile alındığına değinmez, dolayısıyla şehir kesinlikle savaş ile alınmıştır ve bu aşikardır. Bu denli şayiaların ortaya çıkması olarak da 2. Bayezid dönemini gösterir. Havariyun Kilisesi’ne patrik olarak atanan Gennadius, Pammakaristos manastırına geçmek istemiş ve burası patriklik haline getirilerek isteği kabul edilmiştir. Zaman içerisinde manastırın nüfusu azalmış ve burası Müslüman ahali içerisinde kalmıştır. Böyle olunca Müslüman ahali buranın cami olması isteğinde bulunmuştur. Bu durum daha sonra 1. Selim dönemine aksetmiştir. Buranın patriği yeniçerilerin şehadetiyle Fatih’in kendilerine eman verdiğini kanıtlayabilmiş ve mabedin camiye çevrilmesine engel olabilmiştir. Tabi bu ulema arasında tartışma meydana getirmiştir. Nasıl olur da fethedilen bir yerde cami olur diye düşünmüşlerdir. Akabinde 1518 yılında Hüsami Çelebi bir risale kaleme almıştır. Kılıç zoruyla fethedilen yerlerde Sultan isterse zimmet hakkını verebileceğini ve kiliselerinde bulunabileceğini belirtmekteydi.[15]
İstanbul’un kılıç zoru ile fethedilmiştir ve kılıç zoru ile fethedilen yerin 3 gün yağma hakkı olmaktadır. Ayrıca sonrasında onlara verilen bazı haklarda kısıtlama olabilmektedir. Yani kılıç yoluyla fethedildiğindeki yapılan anlaşma ile sulh ile fethedilmesi sonucu yapılan anlaşma arasında farklar olabilmektedir. Kılıç zoru ile fethedilince yükümlülükler daha ağır olabilmektedir. Nihai olarak ister sulh ile olsun ister kılıç ile olsun eman verildiğini biliyoruz ve ayrıca zımmi statüsü verilmiştir.[16]
Bu mesele de ele alındıktan sonra Millet sisteminin miadı olarak kabul edilen gelişmeye geçilebilir. İslam Devletlerinde gayrimüslimlere zimmet statüsü verilmiş olmakla birlikte, Millet Sistemi’nin ilk olarak Osmanlı tarafından uygulandığı zikredilir. Bu uygulamanın başlangıç noktası ise Fatih’in İstanbul’un fethinden sonra Ortodoks Patriğini ataması ve onu dini konuda yetkilendirilmesi olarak söylenmektedir.[17] Böylece Osmanlı gayet akılıcı ve mantıklı bir şekilde devletteki gayrimüslim tebaayı yönetecektir. Dini önderler üzerinden gayrimüslim tebaayı kontrol edecektir. Lakin Kenanoğlu’nun iddiası ise farklıdır. O Millet Sistemi’nin Osmanlı’daki gayrimüslimlerin durumunu açıklamada yetersiz olduğunu dile getirir.
Eserin buradan sonraki kısmında tezini oldukça sağlam temeller üzerinde yazmış birisi olan Kenanoğlu’nun durumu ele alışına değinmek uygun olacaktır. Kenanoğlu tezini Osmanlı’da Millet Sistemi’nin olmadığı üzerine kurmuştur. Ona göre Osmanlı’da elbette bir sistem vardı ama bu sistem, millet sistemi değildi.
Kenanoğlu’na göre Osmanlı’daki sistemin adı millet sistemi değil, “Ruhani İltizam Sistemi”’dir. Kendisi eserini bu tez üzerine temellendirmiştir. Ona göre millet sisteminden bahsedemeyiz, çünkü mezkur sistemin kurucusu olduğu iddia edilen Fatih, bu sisteme Kanunnamesinde yer vermemiştir. Mezkur sistem ne Fatih’in teşkilat kanunnamesinde ve ne de diğer teşkilat kanunnamelerinde zikredilmemiştir. Ayrıca bu sistem muhtelif bölgelerdeki patriklerin münasebetlerini açıklamada yetersiz kalmaktadır. Eğer millet sistemi denilen bir sistem gerçekten var olsaydı, farklı yerlerdeki her patriğin otoritesinin tanınması yerine, aynı mezhepten olanların tek bir patrik altında birleştirilmesi gerekmez miydi?[18] Kenanoğlu bunları dile getirdikten sonra tezini temellendirmeye devam etmektedir.
Kenanoğlu, belki de kitabının tezini destekleyen en önemli unsurlardan olan, kaynaklarda iltizam sisteminin geçtiği yerleri gösterdiği kısımdır. Kaynaklarda şu ifadelerin geçtiğini dile getirmektedir; “Patriğin iltizamında olan kasaba, dahil-i iltizamında olan kazayada, taht-ı iltizamında vaki kaza ve karyelerde mutavattın reaya taifesi, ve patrik merkumun marifet ve izni yoğiken iltizamına dahil mahallerde, metropolitlerin taht-i iltizamında olan…”
Kenanoğlu kaynaklarda iltizam kelimesinin geçtiğini ve bunlar bağlamında incelendiğinde ortaya “Ruhani İltizam Sistemi”nin çıktığını belirtmektedir. Kenanoğlu’nun anlattığı “Ruhani İltizam Sistemi”ne göz atacak olursak Kilise Teşkilatı’nı yapay ve dikey olarak ikiye ayırmıştır. Dikey ilişki patriğin kendi içindeki ilişkiler örneğin, metropolit, piskopos, papas ve keşiş gibi ilişkileri içermektedir. Yatay ilişkiler ise patriklerin kendi arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir. Ayrıca patrikleri de merkez ve taşra diye ikiye ayırmıştır. Merkez patriğin ise iki tür yetkisinin olduğundan bahseder. İlkinde kendisine tanınan yetkiler çerçevesinde icra ettikleridir ki bunların ruhani yönünün fazla olduğunu söyler. Diğeri de taşradaki patrikleri gözetleme yetkisidir ki burada ruhani yetkilerin çok az olduğunu dile getirir, daha çok idari işlerdir. [19]
Yukarıda da bahsedildiği üzere sistemin Fatih’in patrik atamasıyla başladığı söylenmektedir. Kenanoğlu “Ruhani İltizam Sistemi”nin patriklik için pişkeş verilmesi ile başladığını dile getirir. Pişkeş vererek kendisinin patrik olmasını temin eden ilk kişi Simeon’dur ve 1000 filori pişkeş vererek atanmıştır. Pişkeşin ortaya çıkması iltizam sistemine doğru bir gidişi getirmiş ve “mir-i rüsum” uygulamasının olması ise sistemin kurumsallaşmasını temin etmiştir. Hazineye ödenen bu pişkeşler iltizam usulü ile gayrimüslimlerin yönetilmesidir.[20] İltizam sistemine dini nitelik kazandırılmış ama sistem aynı sistemdir.
Görüşünü zikretmek istediğimiz diğer bir isim ise Nuri Adıyeke’dir. Adıyeke Osmanlı’da bulunan sistemin ne entegrasyon ne de asimilasyon olmadığını dile getirir. O, Osmanlı’da bulunan sistemin “Segrasyon” olduğunu dile getirmektedir ve bu segrasyonu üç şarta bağlı olduğunu dile getirmektedir. Bunlar; “1. Egemen unsurun kabul ettiği bir cemaate mensup olmak, 2. Farklılıkları kendi toplumsal kategorizasyonu içerisinde, kendi kalın duvarları arkasında (Osmanlı örneğinde Millet Sistemi) yaşamak, 3. En önemlisi bunun karşılığında çoğunluktan ya da egemen unsurdan (Osmanlı örneğinde Müslümanlar/Millet-i Hakime) farklı hukuka tabi olmak, ya da kısaca eşitsizliğe razı olmak.”[21]
Ayrıca Benjamin Braude’nin makalesini ele aldığımızda o da millet sistemi ile ilgili görüşlerini makalesinin başında beyan eder. Ona göre millet sistemi Osmanlı’da istisnai olarak gayrimüslimleri (Yahudiler ve Hristıyanlar) ifade etmek için kullanılmıştır.[22] Braude’nin makalesinde öne sürdüğü tez Osmanlı’nın, Millet kelimesini Hristiyan hükümdarları ifade etmek için kullandığını ve öne çıkan gayrimüslimleri ifade etmek için kullandığıdır. Geri kalan halk için Millet sisteminin kullanılmadığını ifade etmektedir.[23] Braude eserini bunun üzerine temellendirmiş ve bina etmiştir. Osmanlının Millet dediği hükümdarlardan örnekler vermiştir ve ayrıca bazı öne çıkmış Yahudilerden örnekler vererek millet kelimesini sadece bunları kapsayacak şekilde olduğunu ilan etmiştir.
Pişkeşin kimlere verildiğinde ve Osmanlı’da nerelerde bulunduklarına bakacak olursak; Osmanlı’da beş adet Rum Patrikliği bulunmaktadır. Bunlar Kudüs, Antalya, İstanbul, İskenderiye, Tur-i Sina ve Kıbrıs’dır. İlerleyen yıllarda yeni bazıları eklenecek olsa da temelde bunlardır. Ortodoks kilisesi açısından ele almak ve sistemi o şekilde açıklamak istiyoruz. Kilise içerisinde bir hiyerarşi bulunmakta ve bunların kendi sorumlulukları bulunmaktadır. Hiyerarşiyi incelediğimizde aşağıdan yukarıya doğru sırasıyla önemli makamları sıralayacak olursak; piskopos, metropolit piskopos ve patrik bulunmaktadır. Patrik kendi kilise içerisinde yetkisi bulunmakla birlikte bir de diğer metropolitler üzerinde denetleme yetkisine sahiptir. Metropolit piskoposlar ise “eyalet” denilebilecek yerlerdeki idari işlemlerden sorumludurlar ve buralar ile ilgilenirler. Bunlarda kendi içerisinde bölgelere ayrılmaktadır. Bunların daha altındaki idari bölünme ise papazlıklardır.[24] Genel olarak bakıldığında karşımıza böyle bir tablo çıkmaktadır.
Burada zikredilmesi gereken önemli bir hususta onların idari, mali, adli ve diğer yetkilerinin sınırlarının ne olduğudur. Bu soruya yetkilerin ne olmadıkları konusunda cevap vermek ne olduklarını anlamamıza yardımcı olacaklardır. Literatürde onların bu yetkileri sonucunda bir “otonom” yapıya dönüştükleri ve “devlet içerisinde devlet” gibi hareket ettikleri kenanoğlu’nun sıkca zikrettiği ve doğru olmadığı yönünde görüş beyan ettiği hususlardandır. Bu mevzu ile ilgili Fatih Dönemindeki Metropolitler Kanunnamesi oldukça önemlidir. 1516 yılında bu kanunnamede değişiklikler olacaktır. 1516 Semendire Eflakları Kanunnamesi’nde önceden ruhanilere verilen bazı yetkilerde kısıtlamaya gidilmiştir. Onlara verilen şer’i ve örfi davada gayrimüslimler artık kadı ve sancakbeylerine gitmeye zorunlu hale getirilmiştir.[25]
Sonuç:
Genel olarak değerlendirildiğinde Müslümanların gayrimüslimler ile karşılaşması ve aynı topraklarda yaşar hale gelmesi onların yani gayrimüslimlerin statüsünün belirlenmesindeki en önemli etmenlerden birisidir. Medine Vesikası ile ilk antlaşmanın imzalandığı söylense de sonrasında farklı dönemlerde farklı antlaşmalar imzalanacaktır. Konunun ilgi alanı olduğundan burada Osmanlı’da Millet Sistemi ele alınmış ve Kenanoğlu’nun eseri bize temel kaynak teşkil etmiştir.
Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle kurumsallaşmasından bahsedilen bu sistem, sonraki dönemlerde bazı değişikliğe uğrayarak devam etmiştir. İster Ruhani İltizam Sistemi olarak değerlendirelim veya ister Millet Sistemi olarak değerlendirelim, Osmanlı’nın gayrimüslimleri yönetirken takip ettiği bir siyaset mevcuttur. Ruhani İltizam Sistemi eserde anlatıldığı üzere tarafımızca sağlam temellere oturtulduğu görülmüştür, ama buradaki amaç hangisinin daha doğru olduğunu söylemekten ziyade, gayrimüslimlere olan bakış açısı ve onlara karşı uygulanan sistemi anlamaya çalışmaktır.
Yukarıda daha tafsilatlı anlatıldığı üzere var olan sistemde gayrimüslimler otonom bir yapıda olmadan kendi hallerinde bazı sertbestlikleri ve sorumlulukları olan bir sistemi kabul etmektedirler ve bu sistem içerisinde denetlenmektedirler. Osmanlı Devleti gayrimüslimleri bu sistem içerisine dahil ederken ve onlara bazı haklar tanırken, hem örfden hem de Kur’an ve sünnetten faydalanmışlardır. Uygulanan bu sistem ise muhtelif yazarlar tarafından algılanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Daha önce de belirtildiği üzere sistemin varlığı veya varsa sınırları üzerinde oldukça farklı görüşler beyan edilmiştir. Bu öne sürülen tezlerin içerisinde Osmanlıca kaynaklara dayalı araştırma yapıp, sistemi içeriden anlamaya çalışan eserlerin tezleri daha makbul görünmektedir. Bu yazınında var olan bu sisteme kısa ve genel bir bakış açısını sunmaktan başka bir iddiası yoktur.
Kaynakça
Adıyeke, Nuri. Osmanlı Millet Sistemine Dair Tartışmalar ve Siyasal Bir Uzlaşma Modeli Olarak Osmanlı Millet Sistemi. Yeni Türkiye (2014) 3-5, http://haypedia.com/makale/Osmanlı%20Tarihi/091b33c2-5757-4541-8481-a1e0650548d9.pdf (erişim 26.05.2018).
Başar, Fahamattin. “Mihaloğulları.” DİA. 30. 24-25.
Braude, Benjamın ve Lewis, Bernard. “Christians and Jews in the Ottoman Empire.” Foundation of Myths of the Millet System, Haz., Benjamin Braude. New York: HM, 1982.
Emecen, Feridun. Hukuki bir Tartışmanın Tarihi Zemini: İstanbul Nasıl Alındı? Osmanlı İstanbulu Sempozyumuna Sunulan Tebliğ.
Güneş, Gülşan Avşin. Osmanlı Devleti’nin Gayrimüslimlere Bakışı ve Klasik Dönem Millet Sistemi. The journal of the cultural studies, 1:2 (2015), 21. http://dergipark.gov.tr/download/article-file/197551 (erişim 26.05.2018).
Kenanoğlu, M. Macit. Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek. İstanbul: Klasik, 2004.
Kurtaran, Uğur. Osmanlı İmparatorluğunda Millet Sistemi. Journal of the İnstitute of Social Science. 8 (2011 sonbahar), 59-60. http://dergipark.gov.tr/download/article-file/116154 (erişim 26.05.2018).
Şentürk, Recep. “Millet.” DİA. 30. 64-66.
Ortaylı, İlber. “Osmanlı Millet Sistemi.” DİA 30. 66-70.
Özkan, Mustafa. “Medine Vesikası.” DİA. Ek 2. 212-215.
[1] Fahamettin Başar, “Mihaloğulları,” DİA 30, 24-25.
[2] Bakınız. Nuri Adıyeke, Osmanlı Millet Sistemine Dair Tartışmalar ve Siyasal Bir Uzlaşma Modeli Olarak Osmanlı Millet Sistemi, Yeni Türkiye (2014) 3-5, http://haypedia.com/makale/Osmanlı%20Tarihi/091b33c2-5757-4541-8481-a1e0650548d9.pdf (erişim 26.05.2018).
[3] Tartışmalar için bakınız. M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek (İstanbul: Klasik, 2004) 34-44.
[4] Recep Şentürk, “Millet” DİA 30, 64-66.
[5] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 33.
[6] İlber Ortaylı, “Osmanlılar’da Millet Sistemi,” DİA 30, 66-70.
[7] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 55.
[8] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 5.
[9] Mustafa Özkan, “Medine Vesikası,” DİA Ek 2, 212-215.
[10] Mustafa Özkan, “Medine Vesikası,” DİA Ek 2, 212-215. (Ayrıca buradaki tespitler Kenanoğlu’nun eserinden yararlanılarak yapılmıştır. Bknz. Kenanoğlu, Millet Sistemi, 9.
[11] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 10.
[12] Eyüp Said Kaya ve Hasan Hacak, “Zimmet,” DİA 44, 424-428.
[13] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 12-13.
[14] İlber Ortaylı, “Millet,” DİA 30, 66-70.
[15] Feridun M. Emecen, Hukuki Bir Tartışmanın Tarihi Zemini: İstanbul Nasıl Alındı?, Osmanlı İstanbulu Sempozyumuna sunulan tebliğ, 35-45.
[16] Gülcan Avşin Güneş, Osmanlı Devleti’nin Gayrimüslimlere bakışı ve Klasik Dönem Millet Sistemi, The journal of the Social and Cultural Studies, 1:2 (2015), 21 http://dergipark.gov.tr/download/article-file/197551 (erişim 26.05.2018).
[17] Uğur Kurtaran, Osmanlı İmparatorluğunda Millet Sistemi, Journal of the Institute of Social Sciences, 8 (2011 sonbahar), 59-60, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/116154 (erişim 26.05.2018).
[18] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 64-65.
[19] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 67-69.
[20] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 83-84.
[21] Nuri Aydeke, Osmanlı Millet Sistemi, 2-3.
[22] Makalesinin isminden bile kastetmek istediği anlaşılmaktadır. Benjamın Braude ve Bernard Lewis, “Christians and Jews in the Ottoman Empire,” Foundation of Myths of the Millet System, Haz., Benjamin Braude (New York: HM, 1982) 69-88.
[23] Yukarıda zikredilen Braude’nin eseri, 72.
[24] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 150.
[25] Kenanoğlu, Millet Sistemi, 85-86.