“Her insan yaratılış itibariyle lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyette doğar lakin insanın başta ailesi olmak üzere çevresi ve bulunduğu muhit o temiz ve lekesiz fıtratı şekillendirmeye başlar. Yani insanın ilk fıtratı, yazılmaya müsait bembeyaz bir kağıt gibidir.” Rasulullah’ın bir hadisinin ardından bu yorumu okudum ve insan özünü nasıl kaybetmeye başlar diye düşünürken öz kelimesinin ne olduğuna takıldım. Her daim kullandığım öz kavramı nefisten ayrı bir kavramdı.
Öz, anlamı itibariyle ruha aitken nefis, bedene aitti. Özün dünyalı olmadığı kadar nefis tam da buralıydı. Peki insan içindeki öze yani doğarken dahi onunla doğmuş olduğu fıtrata rağmen nasıl oluyor da nefsini besliyordu. Aslında bunu anlamak çok da zor değil. Çünkü biz, yani ruhumuz, yaratılış olarak bu dünyaya ait değilken bu dünyada bedenle kazandığımız nefis ise kendi evindeydi. Evi, nefs besliyordu. Özümüzü beslemeye yeltenebilecek olan tek şey ise ruhumuzdu. Peki ruhumuzun uzantısı neredeydi? Bunu düşünürken kafamızın allak bullak olmasında bir gariplik de yok aslında; çünkü tam da burada tasavvufun güzelliğiyle, bütün romantik kavramları ardımda bırakarak söyleyebilirim ki tasavvufun felsefe ekseninde bir kanıtını görüyoruz. Ruhumuzun uzantısı ellerimizi semaya kaldırınca dudaklarımızdan dökülen şu sözlerde saklı gibi görünüyor; “Allah’ım kulluk iplerimizi bırakma.” Nedir bu kulluk ipleri? Namaz, dua ya da tövbe mi? Fakat Allah ayetlerde de bildirdiği gibi kullarından merhametli ve adil olanı, iyi ve güzel işler yapanı sever. Kulluk ipleri, namaz gibi sadece Müslümanlığa ait kavramlar değil, bilakis tabiri ne kadar yanlış olsa da insanî dediğimiz iyilik, adalet, merhamet vb. özelliklerimizdir. Yani özümüz, fıtratımız iyi olana meyilli. Bunu küçük çocukları izleyerek de görebiliriz. Bir çocuk kucaklamaya, sarılmaya yatkındır çünkü fıtrat üzere doğmuştur. İnsan hangi yönünü beslerse o yönünü geliştirir. İnsan her şeyden önce buralı olmadığını anlamalı.
Yaşamak, fıtratını kaybetmeyenler için sahiden savaşmaktır. Yaşamak, devamlı bir mücadeledir fakat insanın insanla olan savaşı değil, insanın kendi ile savaşıdır. Bu savaşta galip çıkmak çok zordur. İnsana fıtratını kaybettiren kendidir. İnsanın özünü karanlıklardan çıkarıp o nur ve rahmet ışığını ortaya koyan da yine insanın kendisidir. Fıtrat, insanın hal dilidir, içinden geçen güzellik yoludur. Güzelliği ancak güzellik besler. Güzelliğin, nur ve rahmetin kaynağı ise kulluk iplerimizi ellerinde tutandır. Fıtrat, bir çocuğun başını okşamaktır. Fıtrat, bir çiçeğe uzunca bakakalmaktır. Fıtrat, göğe bakmaktır. Göğe bakarken yüzüne düşen tebessüm ise rahmetin tecellisidir. Ruhu ve fıtratı besleyen rahmet, bedeni ve nefsi besleyense zevklerdir. Yalan söylerken kızaran yüz, rahmetin tecellisidir. Çünkü yalan söylemenin yanlış olduğunu bilmek fıtrattan, bunu yapmak ise nefistendir.
İnsan çevresindeki güzelliklere kendini kapatır, tebessümün yerini kahkahalara bırakırsa yavaş yavaş başlar dünyalı olmaya. Dünyalılaştıkça fark etmez olur yüzünün kızardığını. Yaşam daha eğlenceli daha kolay gelmeye başlar. Kolaylaşan şey belki de yaşam savaşına yenik düşmektir, kim bilir? Yavaş yavaş dünyalılaşan insan, nefsinin ve bedeninin gizlediği fıtratı, üstü örtüyle bürünüp gizlenmiş bir zümrüt taşı gibi bulunacağı günü bekler. Bu gün, belki de insanın ansızın dünya uğraşları karşısında durakaldığı bir gün, yahut yalnız kaldığı, ölüme şahit olup bedenin, malın, mülkün, zevkin bir hiç olduğunu gördüğü gündür. Yaratıcı her kuluna zaman zaman bu duyguyu yaşatır. Rahmet tecellisini dünyalıklara karşı bunalıp daraldığı an yüzüne yahut yüreğine konduruverir. İnsan, fıtratını kendi bilip yoldaşı yaptığı an ölümsüzlüğü tatmıştır zannımca. Fıtrat, Allah’ın kalbimize dokunuşu, aslen ne kadar iyi ve güzel olduğumuzu hissettirmesidir. Rasûlullah (sav) iyilik ve kötülüğün ne olduğunu soran Vabısa b. Ma’bed adlı sahabiye, “İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku bırakan şeydir” (Darimi, Büyu, 2) demiştir. Yani içimizde var olanla yaşamak aslen daha kolaydır. Zor olan nefisle mücadeledir. Bu da ancak nefsin isteklerinin başladığı yerde onun istediğini bırakıp başka bir şeye yönelerek olur. Hasan el-Benna’nın da dediği gibi nefsin ne istiyorsa onu yapma. İşte bu, nefsi beslememektir. Aklımıza gelen büyük nefis olayları ise bu örnekte ki gibi küçük küçük adımlarla yenilebilir. Fıtratımız bize sıcak gelen yandır, o örtü kalktığında bizi ışığıyla ısıtıp aydınlatır ve belki de kulluk iplerimizin farkına vardırır.
Alime Büşra İNCE