PEZKÛVÎ*

HİKAYE

İnsan ağzının sözleri derin sulardır,

Hikmet kaynağıdır, akan deredir.

Süleyman’ın Meselleri, bap 18

1) ÖLÜMDEN ÖNCEKİ DANS**

Evvel zaman içinde Anadolu’nun bir dağında bir dağ keçisi ailesi yaşıyordu. Anne, baba bir de yavru dağ keçisinden oluşan bu aile şükür ki karınlarını bu bereketli topraklarda rahatça doyuruyorlardı.  Yavru keçi bir yaşını doldurmaya yakındı.

Doğumundan bir yıl geçene kadar yavru keçide bir değişim olmadı. Bir yıl geçip bahar gelince yavru keçi bazı uyanış emareleri gösterdi. Yelinlerinde sular dolaşmaya başladı. Kan damlaları başka bir sanata bürünerek gönül perdelerini açmaya yeltenip damarlarında dolaşmaya başladı. Bir baş dönmesi hissetti.   Bazen annesine şirinlikler yaptığında heyecanlanıyor, vücudu genç kız hormonlarının dalgalarıyla titriyordu.

Gözleri artık ergenlik heyecanı ile titriyordu. Annesi yavrusuna dikkat kesilince onun gönlünde silkinmeleri fark etmekte gecikmedi. Kızı artık ömrünün baharındaydı. Ne yakın, ne uzak o artık gönlünün beyefendisine kavuşacaktı. Annesi, dağlı insanların yalan adeti olduğu üzere, gönlüne gem vurdu ve sadece bakışlarıyla ile ona kılavuzluk yaptı. Kızına baktığı zaman, sanki demek istiyordu ki; “Bahtsız yavrum neden oynaşıyorsun, bir bilemedin iki aya kalmaz kavuşursun gönlünün erine.” Elbette, anne tecrübesi ya. Bilmesine biliyordu da kavuştuktan sonra ne olacağını kızına anlatmaktan da çekiniyordu. Doğum sancılarını, onun doğururkenki kasık ağrılarını hatırladıkça ilk kavuştuğu günü hiddetle lanetleyip kızsa bile her bahar geldiğinde, bir önceki seneye göre daha çok özen göstererek süslenip püsleniyor, hakkının davasını gütmekten de geri durmadığı için, kızının da bu husustaki kararına karışma hakkını kendisinde bulmuyordu. Ama  artık gelin görün ki yavrusunun kendisini ertelemeyeceğini de anlamıştı.

Bundan sonraki gece, nasıl bir genç kız ev halkından saklanıp, gönlünü ateşlere düşüren yiğidini onu kaçırması için tenhada bekliyorsa, yavru keçi de dağların sarp kayalıklarından tırmanarak, ıssız bir yerde beklemesi gerektiği hissiyle yola düşmüş bulundu. Evinden çok uzaklaştığı ve şafağın sökmesine yakın bir vakitte gönlü aradığı yiğidini görmenin feveranına düştü. Kalbi hızlı hızlı vurdu, dizleri büküldü, adım atamaz hale geldi. Olduğu yere yığılıp kaldı ve gönlünü yakan dağ oğlağını gelmesi için bekledi.  Zaten kızların erkeklerin ayağına gittiğini kim görmüş ki? Nasıl olur da bir çebiç kızlık gururunu incitir, hayâsını ortadan kaldırır, ucuza varır erkeğine? Naz olmadan olmaz! Bu yüzden olduğu yerde sabit kaldı. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı ve derin bir nefes aldı.  Oğlak kendisine bir çekidüzen verdi ve hızlı adımlarla gelin hanıma doğru koşmaya başladı.  Bunu görünce ergen keçi, kendisini iyice kaybetti. Kavuşmanın heyecanı onu iyice sardı. Şen ve tok bir sesle böğürmeye koyuldu. Oğlak dikkat kesildi ve ne dediğini anlamaya çalışarak “Ne duruyorsun? Kimden korkuyorsun? Haydi, gel ve gönlümün ateşini dindir.” diye yorumladı.

Oğlak bir düğün alayında halay çekiyormuş gibi, göğsünü kabartarak, hızlı bir salıntıyla yol aldı. Kavuşmalarına birkaç adım kalmıştı ki birden nereden geldiği belirsiz bir silah gümbürtüsü duyuldu ve yankısı dağlardan geri döndü. Oğlak bir anlık affallamadan sonra, hızla koşmaya başladı ve dağların eteklerinde kayboldu… Ergen keçinin, muradına kavuşamadan dansı yarıda kesildi.

2) ÖLÜMDEN SONRAKİ SAİR HÜKÜMLER

Onu vuran avcılar naaşının başında dikiledurdular. Akıbeti hakkında kelam etmeye başladılar. O ise ölüm fırtınasına yakalanmış gözleriyle etrafındaki insanları süzüyordu. Daha önce böyle bir mahlûkat görmediğine emindi.  İnsanların sesleri ona hiç hoş gelmiyordu. Ta ki birisi hançerini âdemelmasına dayayıncaya kadar.  Artık ne duydu, ne de gördü. Ancak gözleri bir noktaya dikildi ve sürekli birisini gözler gibi kitlendi. Baktı, baktı, baktı… Avcılardan birisi onun bakışlarını okumuş olacak ki bağırarak “ Ölümden ve öldürmekten daha kötü bir şey olamaz!”  bunu duyan bir diğeri ”Yazık sana! Nereye gidersen git, rızkının peşinden koşmak zorundasın. İnsanlar hiç mi et yemesin?” diye cevap verdi. Bir diğeri, destekler mahiyette, alaylı bir tavırla  “Ha, senin hayvan hakları savunucusu bir avcı olduğunu unuttum! Kusuruma bakma.”  deyiverdi. İçlerinde ki en yaşlı ve tecrübeli avcı bakışlarını bu tartışan avcılar üzerinde gezindirerek olayı yatıştırmayı umdu. İlk konuşan avcının üzerinde bakışlarını yoğunlaştırınca, ilk avcı tartışmayı farklı bir zemine taşıması gerektiğini anladı. Tartıştığı arkadaşına dönerek,“ Haydi söyle o zaman! Neden dağ keçisi geldiğimiz zaman olduğu yerden hiç kıpırdamadı?” dedi.

Arkadaşı bu soru üzerine biraz afallayarak, yaşlı avcıya dönüp bir hayretle, “ Doğru söylüyor. Sen tecrübelisin, daha iyi bilirsin. Neden kıpırdamadı?” Yaşlı avcı: ”Hiç unutmam, bir yaz günü, tam birisini köşeye sıkıştırmıştık. Sanki, horoz bacağı yemiş. Bir yerden bir yere atlıyor, bir kayadan öte bir kayaya zıplıyordu. Ne yaptık ne ettik ama onu öldürmeyi beceremedik.”  Bunun üzerine genç avcılardan birisi hemen atıldı ve bir ironi ile “ Vallahi kardeşler ben inandım. Kesinlikle doğru söylüyor. Avcı var, avcıcıklar var! Biz öldürmeye karar verdik miydi bizden daha iyisi yoktur.”  diye yaşlı avcının sözünü kesti.

Yaşlı avcı daha ciddi ve içten bir sesle sözü tekrar alarak; “Şakası bir yana benim duyduğum ve bildiğim şöyledir;  Genç dağ keçilerinin renkleri güzelleşsin diye çoban yıldızını görmeleri gerekir.  Onu gördüğü zaman keçiler, kendilerinden geçerler.  Onu gördükleri demde sağa sola dikkat kesilmezler, sadece ona odaklanırlar.  Biz işte bu sırada onu yakaladık.” deyince ilk avcı tekrar üzerine basarak, yüksek bir sesle, yaşlı avcının sözlerini müdahale etmek zorunda hissetti kendini:  “ Hayır! Onu öldürdük. Yakalamadık.” Bunun üzerine ikinci avcı “He, tamam onu öldürdük. Kurşuna dizdik.” diye ilk avcıya kızıverdi.

Yaşlı avcı sorunu çözmek adına ayağa kalktı. Bir iki adım attı ve sigarasını yakarak, sarp kayalara doğru dumanı üflerken, bir anda arkasına dönüp bütün avcılara doğru “ Neyi bekliyorsunuz, gün ağardı, kara bulutlar göründü, yağmur yağdı yağacak. Bir an önce şunu parçalayıp, işkembesinden kurtulup, evimize doğru yol alalım. Hadi acele edin!”  dedi.

Sonrasında avcılar vakit kaybetmeden, el birliğiyle, dağ keçisinin alın çatıdan başlayarak, göbeğinin üstünden devam edip, kuyruk sokumuna kadar yardılar. İşkembesinden kurtulduktan sonra, dört parçaya bölüp, sırtlarına yüklediler. Köylerine doğru yol alırken, sadece izlemekle yetinen ilk avcı da küfür dolu adımlarla, peşlerinden yürümek zorunda kalmıştı.

3) NETİCE-İ KELÂM

Gel zaman git zaman, gecelerin birinde, bir tan vaktinde, güneş davetkâr gölgeler düşürüyordu,  gün ağarmak üzereydi.  Bir genç adam, küçük bir odanın içinde, klavyenin başında uyukluyordu. Esnedi. Uzun esmer kollarıyla bacaklarını uzatarak, tembel tembel gerindi. Bu kadar yeter dedi. Hikaye hitama erdi diye mızmızlandı. Sonra siyah saçlarına aldırmaksızın, yerinden kalktı. Yatağına uzandı… Ama uyuyamadı! Peki, hangi avcı öldürmüş olabilirdi bu dağ keçisini? O gün, dut ağacının altında resmini çizdiği dağ keçisini, kim vurmuş olabilirdi? Birden, yazdığı hikâyeyi tekrar okudu.  Bütün avcıların ellerinin kıpkırmızı ve kana bulanmış olduğunu gördü. “Ölümden ve öldürmekten daha kötü bir şey olamaz!”  diyen avcı hariç. O hiç dokunmamıştı cesede. İşte o zaman dağ keçisini öldüreni anladı...

4) UYUYAKALDI.


*Dağ Keçisi

**Ji bo birâninâ Mamoste Bavê Nazê


 

Oktay KAYMAK

Oktay KAYMAK
Oktay KAYMAK

PSIR Doctrine, Practice and Theory oktaykaymak02[at]gmail.com

Yorum Yaz