Xaniyê bavê te bi çin e
Baran dibarî hat me bîhn e
Gava çavê te li min ket te go wî eva kî ye li hêviya min e
Va Şivan e lê tu yarkê min eŞivan Perwer
Serzenişlerim, bağrışlarım, sevdam yalnız sanadır *
Kışın son demlerinde güneş telli duvaklı bir gelin misali duvağını yalnız Nemrut’a açtırırken bir araya gelmişler. Hava alabildiğince soğuk. Beyaz renkten başka hiçbir şey gözükmüyor. Ama onlar keskin bir rüzgârın yüzlerini parçalamasına aldırış etmeksizin süzmüşler ufuklarını Nemrut’un…
“Eve gitmemiz lazım, burada kalırsak donacağız” diye söylenince yâri, sadece gülüp geçmiş bizimkisi. Ona göre böyle bir şey mümkün değil, yapılması gereken tek şey, birbirine sokulmak, donmamaya çalışmak, karın altına inip rüzgârdan korunmakmış.
Yâri, buna itiraz edip:
– Bahar gelene kadar donmasak bile, bu çorak yerlerde filiz verilmez! demiş.
Üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen hıçkırıklara boğularak böyle anlattı Ahmet Abi serencamlarını. Aslında baştan belliydi akıbetimiz diyerek ilk nefeste yarıladı sigarasını.
Eğdi başını;
Ve devam etti intizarına yarım yamalak Türkçesiyle. Yani biraz Türkçe çokça Kürtçe…
Sen aldın ellerini benden dedi usulca, seni kaybetmeme ve yıllarca gözyaşı dökmeme de sen izin verdin. Ne zamana kadar beni oyalayacaksın ki gönül meyhanende sarhoşluğum geçsin. Yetmedi mi bu kadar çektiğim ezalar. Daha ne kadar ardım sıra deli diye bağıracak mahallemizin esmer tenli çocukları…
Titredi, sesi kısıldı; kaç yıllık hasretimin goncası dedi. Cebinden çıkardığı tütün tabakasının bir sağına bir soluna hafifçe vurdu, açtı tabakasını bir sigara daha sardı uzattı mertliğinin terennümü olarak…
Bilmiyorum ki dedi neden darılmıştı bana neden küsmüştü neden uzaklaşmıştı? Ben onu gördüğümde ufacıktı, köyümüzün sarp bozkırlarının tek düz yeri olan, tek katlı okulun bahçesinde merdivenlere oturmuş o güzelim mozaik zeminde beştaş oynuyordu. Nerden bilebilirdim ki av avcısını avlayacak…
Şalvarına dökülen tütünleri elleriyle rüzgâra karşı bir o tarafa bir bu tarafa doğru savururken neden sonra fark etti poşusunun sırtından aşağıya kaydığını, bir el çabukluğuyla düzeltti ve devam etti; Söz vermişti bana eğer bir gün olsun onun gecesindeki şema yanmadıysam, Onu Binevş kendimi Cembeli görerek elinde getirdiği şart fincanı içinde ne olduğuna bakmadan elinden içmediysem, aşk şerbeti ile onun bahçesindeki her bir gülü tek tek sulamadıysam, evet o haklı. Ben yalancıyım, ben bahtsızım ben entrikacıyım benim hain… Ne derseniz deyin serbestsiniz söyleyin çekinmeyin. Çünkü aşkın kanununda bunlar hiçbir zaman yasaklanmamıştır. Söz vermiştik birbirimize, aşk kalesini bütün güzellikleriyle beraberce inşa edecektik. Ne çabuk unuttu. Bütün âlemde yalancı olan ben olmamalıydım bir yârim var derken be … Yoruldu, sigara yakmak için hareketlendi.
Bu sıcak yaz gününde İskender’in Bukefalos’u misali yalnızca onun yanında ehlîleşen simsiyah atının üzerinde cirit oynarken giydiği bir o yana bir bu yana savrulan gri paltosuyla oturuyordu Ahmet Abi, döndü, esmerlik çekilmişti yüzünden simsiyah ve kaskatı kesildi, düşmedim diye başladı sözüne; bahtsızlar yağmuruna yakalandım ama düşmedim, herkesin kapılarını bana kilitlediği bir dünyada bir başıma kaldım, yapayalnız, düşmedim, aşk zincirleri ellerimin içindeyken paslandı, kurtlar türedi ellerimde düşmedim. Çünkü bilmediğim kendimi, onun göz bebeklerine bakarken gördüm, keşfettim. Amansız deliliğim, onun gönlünden akan suların kıyılarında duruldu.
Durdu bir an derin derin düşüncelere daldı; güneş batmak üzereydi, hava açıktı, uzaktan da olsa Nemrut bütün azametiyle göz kamaştırmaya devam ediyordu. Kim aklını çelmiştir acaba diye bir iç geçirdi, onun adını aşk defterimden sildim diye kim yalan söylemiştir. Evdal’ın turnası taşırdı mektuplarımızı; Evdal’ın kumruya olan aşkının yalancısı diye kim söylemiştir.
Baktı şöyle gökyüzüne, güneş korkudan Nemrut’un arkasına gizlendi, ayağa kalktı, döndü azametli dağa doğru, amansız Fırat’ı arkasına alarak, bütün bedeniyle haykırdı: Neden ey yar? Neden izin vermiyorsun ki kumrular tekrar taşısın mektuplarımızı… Keşke gelseydin de bir nevroz günü Dersim’den Van’a bütün nehirler şahlandığı zaman geceleri rüyalarımı basacak olan pireboklar ateş kenarında halayımıza dâhil olsalardı. Gelseydin de Beko Avan düğün alayımızın başını çekerken Mem ile Zin tanışsaydı. Yeniden kederlerimizi paylaşsaydık, tekrar çağırsaydık yıldızları gecelerimize. Gel artık ey yar gel ki Molla Cezeri’nin sırtını dayadığı taşlar yeniden senin güzelliğinle kızışsın, tekrar keşfetsin sırrını taşın, başı hotozlu teyze ve senin aşkınla ısınan taşlarda yaptığı tandır ekmeği ile tekrar bereket dağıtsın bu mahzun halka… Gel artık darılma bana, küsme, çevirme yüzünü çünkü sen pireboklardan beni kurtaracak çaremsin, özgürlüğümsün.
İşte böyleymiş Ahmet Abinin hikayesi ve dudaklarından belli belirsiz şu sözler çıktığında sözü bitireceğimi anladım;
“Ya hûnê min xelatkin ya hûnê min celladkin…”
Oktay KAYMAK*