Türkiye’de sosyal bilimler alanında eğitim veren çoğu üniversitede teori ile pratik arasındaki çelişkiden dem vurulur, teorinin analitik düzlemden reel dünyaya aktarılışında yaşanan sorunların çokluğundan şikayet edilir.
Bu genel itibariyle modern dünyayı algılayış biçimimizle de sıkı sıkıya ilintilidir. Zira bir teorinin kanıksanması mevcut yapının sabitlenmesiyle ilişkilidir. Ne var ki gerçek hayatın akışkanlığı ve olguların -çoğu zaman- öngörülemezliği teorileri kadük bırakır. Bir sosyal bilimler öğrencisinin dünyayı algılamada yaşadığı sıkıntı özünde teorileştirilmiş bir dünyanın içerisine hapsolmuş olmasında aranmalıdır. Ne yazık ki çoğu sosyal bilim öğrencisi teori ve giriş temalı kitap ve makalelerin dehlizinde boğulmaktadır. Böylesi bir durum, yaşanılan dünyanın adeta metafiziksel bir teoriler yumağı döngüsünde açıklanmaya çalışılmasına zemin hazırlamaktadır.
Marshall Poe, ‘‘İletişim Tarihi’’ adlı eserinde insanların genetik olarak dinlemeye ve izlemeye daha yatkın olduklarını ifade ederken okuma ve yazmaya evrimleştirilmediklerini belirtir. Poe’ya göre, insanlar izlemeye ve dinlemeye bayılırlar dolayısıyla bunlara eklenen konuşma ile birlikte bizlere haz verir. Okuma ve yazma ise her şeyden önce sonradan öğrenilir ve dolayısıyla bir maliyet gerektirir. Poe, insanın doğası itibariyle okumayı ve yazmayı sevmediğini söyler ve ekler; okumak bir kişinin yapabileceği en heyecanlı şey değildir ve bu yüzden çoğu insan uyumak için okur. Poe’nin görüşlerinden hareketle sosyal bilimler alanında yükseköğrenim gören öğrencilerin durumunu gözler önüne serebiliriz. Çoğu sınav zamanı dahi okunmayan bir yığın dolusu teori kitaplarıyla sıkıştırılmış bloklar gibi mezun olan gençler alanlarında gündemi, günceli ve daha genel kapsamıyla toplumsal olanı ıskalamaktadırlar. Teori kitaplarının okunması elbette ki bir zorunluluktur. Teori bilmemek veya okumamak gibi bir seçenek söz konusu olamaz. Ancak teorilerin yedirilmesi süreci atıl bırakıldığı sürece ifade ettiği anlam ve sağlayacağı fayda istenilen düzeyi yakalayamayacaktır. Öte yandan okuma kültürünün zayıflığı ve maliyeti eklendiğinde sosyal bilimler alanında eğitim almak bir işkenceye dönüşebilmektedir.
Sosyal bilimlerin fen bilimleri gibi deneyselleştirilebilecek bir yaklaşıma hep uzak olduğu iddia edilmiştir. Teori-pratik arasındaki asimetrik ilişki ile okuma-yazmanın istenilen düzeyde olmaması karşısında sosyal bilimlerin makus talihini ve hazin bir hale dönüşen tablosunu değiştirmek mümkündür. Bu noktada sosyal bilimlerin edebiyat ile yakın temas halinde olması gerekiyor. Özellikle Türkiye’de sosyal bilimler alanında ders veren akademisyenlerin öğrencilerine roman tavsiye etmesini veya zorunlu tutmasını önemsemek gerekir. Edebiyatın bir simgeler bütünü olarak anlatım gücü, çoğu teorinin anlaşılmasına, tarihsel hadiselerin yakından irdelenmesine ve toplumsal tavır ve psikolojik düşüncelerin hissedilmesine yardım eder. İktisat, Siyaset Bilimi, Tarih, Sosyoloji ve Uluslararası İlişkiler gibi aklınıza gelebilecek sosyal bilimlerin günceli, gündemi ve toplumsal olanı ıskalamamak adına Edebiyat’ın kurmaca metinlerine ihtiyacı vardır. Kurmaca metinler içerisinde -ki hacim ve anlatım kapsamı açısından daha büyük olması hasebiyle- romanlar, sosyal bilimlerin sıkışıklığını ve teori bazlı daralmasını açabilecek bir dünya sunar. Edebiyatın kurmaca metinler olması, gerçekliğin hayal dünyasıyla yer değiştirmesi anlamına gelmesi ve bunun sosyal bilimlere zarar vereceği mantığı gerçeğe pek yakın durmamaktadır. Hayal gücünün sınırlarını zorlamak gerçekliğin daha net ve anlaşılır görünmesine imkan tanır. Roman okumak, sosyal bilimlerin kabuğundan çıkmasına katkı sağlayacağı gibi toplumsal düzleme yaklaşmasına da öncülük edebilir.
Romanlar üzerinden sosyal bilimleri okuma yapma pratiği her geçen gün artıyor. Bu durum, bir bakıma edebiyatın sosyal bilimlere adaptasyonunu hızlandırırken üniversitelerin öğrencilere sosyal bilimleri anlaşılır ve yapılabilir kılmasına destek vermektedir. Her ne kadar okuma eylemi çok düşük olsa da çoğu insan romanlara karşı antipatiyle yaklaşmamaktadır. Zira kurgusal metinlerin konuşma ve izlemenin verdiği kadar olmasa da haz duygusuna hitap etme özelliği vardır. Sanatın diğer dalları da -özellikle sinema ve dizi sektörü- kuşkusuz romanlar gibi sosyal bilimlere katkı sunabilmektedir. Romanların insan zihnindeki etki gücünü hafife almamak ve üzerine eğilmek son derece önemlidir. Bir öğretim görevlisinin konusuyla ilintili bir tavsiye romanı, öğrenci üzerinde teori kitabından daha fazla etki edebilir ve/veya teoriyi tamamlayıcı/pekiştirici bir işlev görebilir. Yaşanmışlık ve yaşanabilirlik çerçevesinde kurgulanan romanlar, sosyal bilimlerin kaybolmuşluğuna çare olabilir.
Roman okumanın bir tavsiye işi olup olamayacağı tartışılabilir. Edebi eserlerin herkesi aynı oranda etkileyebileceği de düşünülemez. Ancak üzerinde durulan temel nokta romanın -bilhassa klasikler- sosyal bilimleri açıklamada vereceği katkı bağlamındadır. Bir teoriyi, kavramı veya tarihsel momenti içerisinde yediren ve bunu kurmaca metin etrafında şekillendiren bir yapıt, öğrencinin teori kitaplarıyla olan savaşını dindirebilir ve anlam dünyasını zenginleştirebilir. Romanların okuma alışkanlığına kazandırdığı olumlu etki hiç kuşkusuz yadsınamaz. Dolayısıyla romanın estetik boyutunun sosyal bilimlerin teorik altyapısıyla harmanizasyonu, daha kalıcı bilginin üretilmesi ve bunun öğrenciler nezdinde daha sağlıklı tüketilmesini mümkün hale getirebilir. Bir teori kitabının yanına bir romanın eşlik etmesi birbirlerini tamamlayan makine dişlilerin vazifesini görür. Toparlayacak olursak sosyal bilimlerin Türkiye özelinde genel kanı haline dönüşen teori sarmalı ve toplum ve görünürden uzak yapısını roman başta olmak üzere edebiyat ve sanat ile kırılabileceğini söylemek mümkündür.
Abdulkadir AKSÖZ