RUSYA’NIN GÜNCEL SORUNLARI HAKKINDA

ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Bildiğimiz üzere Rusya Sovyetlerden günümüze Avrasya coğrafyasında hem ekonomik hem de coğrafi anlamda en büyük devlet olma durumunu sürdürmekte ve Batı’ ya karşı Doğu’da kendi kaynakları ile bölgesel bir güçtür. Özelliklede günümüzde Avrupa’da ve Amerika’da görülen sıkıntılar karşısında Rusya hem ekonomik hem askeri hem de yaşam standartları konusunda artan bir statüye sahiptir. Bunun sebeplerinden en önemlisi ise Rusya’nın istihbarata olan yatırımının batı devletlerine göre eşit veya daha üstün olması ki bu husus büyük bir devlet için en önemli konulardan bir tanesidir çünkü uluslararası büyük devletler kendi komşuları, düşmanları veya dostları hakkında ne kadar bilgiye sahip ise o denli büyüktürler. Günümüzde ayrı bir güç kaynağı olan siber teknoloji Rusya’da yine diğer ülkelere göre en üstün durumdadır. Daha geçen günlerde yaşanan Amerikan seçimlerine Rusya siber saldırısı krizi bu konu da ne denli uzman olduklarının göstergesidir adeta dünyaya bir mesaj verilmek istenmiş, dünyanın günümüzdeki en güçlü devleti dediğimiz  ABD Başkanı'nı biz seçiyoruz sizin büyük ve güçlü diye gördüğünüz Amerika’yı biz yöneteceğiz dercesine bir meydan okuma göstermiştir. Bilindiği üzere Amerika’da görülen en büyük sıkıntılardan birisi günümüzde yönetim krizi dediğimiz durumdur ve bunu bugün bütün batı devletlerinde görmemiz mümkündür. Halk artık seçimlerden bıkmış durumda seçimlere destek vermemektedir bunun göstergesi ise seçimlere katılan sayısının çoğu zaman yüzde ellinin altında olmasıdır, artık seçimler adeta büyük lobilerin ve yandaşlarının işçilerinin oylarıyla gerçekleşmekte ve seçimler ülkede lobiler arasında ekonomik üstünlük savaşlarına dönmüş durumdadır. Bugün Obama adeta Trump’a başkanlığı devretmeme çabası içinde sürekli bahaneler ortaya koymaktadır. Tam tersine ise Rusya’da görülen Putin hayranlığı ve Putin’in 1999’dan günümüze kadar Rusya’da Başbakanlık ve Başkanlık görevlerinde yaklaşık yirmi yıldır lider konumunda olması Rusya’ya yönetimde ayrı bir refah oluşturmuştur. Batıya karşın Rusya’da yönetim düzeninde istikrar hakimdir. Öbür yandan Rusya’nın kendi ekonomik olarak gelişmiş bir ülke olması da önemli faktördür. Bunu en büyük iki etkeni ise Batı’nın Rusya’ya karşı koyduğu ambargolar sayesinde gelişen milli ekonomisi ve sahip olduğu doğalgaz kaynaklarıdır. Bu iki sebep ve Rusya’nın doğuda yani Avrasya'da lider konumda olması Çin, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, İran, gibi Doğu devletleri ile arasında bulunan ekonomik ve siyasi konumundan dolayıdır. Bu makalede asıl incelenecek konumuz günümüzde güçlü, halada güçlenmeye devam eden ve Türkiye ile de barışçıl bir politika izleyen Rusya’nın günümüzdeki uluslararası ve milli sorunları ele alınacaktır.

Ruslar geçmişten günümüze birçok ağır darbe almış olmasına rağmen kendini ağır şartlar altında toparlamasını bilerek tekrar kendini ayağa kaldıran millet olarak tanınmışlardır. İki asır Moğol istilalarının altında ezilen Ruslar Moğolları etkisiz hale getirerek Rus çarlığını dünya haritasına çizmişler, o zamanki şartlarda güçlü ve söz sahibi olan bir imparatorluk kurmayı becermişlerdir. Öbür yandan zayıflayan ve güçsüzleşen Çarlık Rusya’yı yıkarak yepyeni bir düzen olan SSCB’yi kurmuşlar ve kısa süre içeresinde dünyada tekrar söz sahibi olmayı ve Batı ülkelerine karşı muhalif büyük güç olmayı başarabilmişlerdir. SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bocalayan Ruslar tarihinden ders alarak ve  Rusya’nın tekrar bir güç haline geleceğine inanmışlardır. Rusya Federasyonu’nun ilk Devlet Başkanı Boris Yelts’in gerek iç politikada gerek ise dış politikada “ABD’nin 200 yıllık demokrasi tecrübesini göz ardı edemeyiz” diyerek haritaya adını yazdıran yeni ülke için Batı modelini seçmiş ve bu modeli hayata geçirmeye başlamıştır. Dönemin Rusya Dışişleri Bakanı Andrey Kozırev’in de bütün sorunların yalnızca Batı’nın yardımıyla çözülebileceğine inanması, Yeltsin’in işini kolaylaştırmıştır. Başlangıçta Yeltsin’in bu yaklaşımını ciddiye almayan Batı, çok geçmeden Yeltsin’in demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçiş konusunda kararlı olduğunu anlamıştır.

Yeltsin ve Kozırev’in izledikleri Batı yanlısı dış politika, Sovyetler Birliği’nin emperyalist yapısının ortadan kaldırılmasını, ABD ile nükleer alandaki rekabetin sona erdirilmesini ve stratejik işbirliğinin kurulmasını, NATO ile işbirliğinin geliştirilmesini, BM Güvenlik Konseyi’ndeki diğer daimi üye ve Avrupalı müttefiklerle ilişkilerin kurulmasını, DTÖ ve G-7 gibi uluslar arası kurumlara üyeliği öngörmüştür. Ancak özellikle SSCB’nin yıkılışını sindiremeyen çevreler, Yeltsin ve takımının bu politikalarını “idealist” ve “romantik” olarak nitelendirmiş ve iktidarı, Rusya’yı “ABD’nin küçük müttefiki” haline getirmekle suçlamaya başlamışlardır. Komünist ve milliyetçiler, Yeltsin’i neredeyse hain ilan etmişlerdir. Bu ortamda Rusya’da çok sayıda siyasî parti ve akım ortaya çıkmıştır ki, bunlar arasında Yeltsin iktidarına ve politikasına en fazla karşı çıkan Avrasyacılar olmuştur.

Rusya’nın tarihini ve geleceğini sorgulayan ve Rusya’ya Doğu kimliğini yakıştıran Avrasyacılığın temelinde, aslında başta ABD olmak üzere Batı karşıtlığı yatmaktaydı. Eleştirilerin sayısı ve dozu artınca Yeltsin, muhalefetin baskısı altında dış politikada bazı değişikliklere gitmek zorunda kalmıştır. İlk dönemlerde Moskova, başta Orta Asya cumhuriyetleri olmak üzere eski Sovyet cumhuriyetlerine daha fazla önem vermeye başlamıştır. Rus yetkililer, eski Sovyet cumhuriyetlerinde askerî üslerin varlığının önemini anlamış ve bu varlığı devam ettirebilmek için çaba göstermeye başlamışlardır. Diğer taraftan Moskova, NATO’nun Balkanlar politikasına karşı çıkmış, hatta Yeltsin NATO’nun Bosna Sırplarına yönelik hareketlerini “soykırım” olarak nitelendirmekten kaçınmamıştır. Ayrıca NATO ile yakın iş birliği geliştirmeyi planlayan Moskova çok geçmeden NATO’nun genişleme planlarına da karşı çıkmış ve bazı tehditlerde bulunmuştur.

Rusya’nın dış politikasındaki bu ani değişikliğin bir başka nedeni de hiç şüphesiz ekonomik sorunlardır. Batı’yı kendisine model alan Rus yönetimi, ekonominin çöküşünü engelleyememiş ve bunun neticesinde Batı modelinin aslında Rusya için pek uygun olmadığını anlamıştır. Böylece Rusya ile Batı arasındaki fark daha da fazla açılmıştır. Yine “iktidar faktörü” de Rus dış politikasının değişmesinde önemli rol oynamıştır. Silahlı Kuvvetler, güvenlik birimleri ve askerî çevreler, Rusya’nın Batı ile iş birliğine ve karşılıklı silahsızlanmaya gidilmesinden rahatsız olmuşlardır. Zira bu alanlara ayrılan bütçe her geçen gün azalmıştır. Dolayısıyla bu çevreler de Yeltsin’in dış politikadaki öncellikleri tekrar gözden geçirmesini talep etmişlerdir. Yeltsin’i dış politikayı gözden geçirmeye iten bir başka neden de Rusya içindeki genel hava idi. Her ne kadar Rusya büyük sorunlarla karşı karşıya kaldıysa da halk Rusya’yı Küba’dan Vietnam’a kadar etkisinin yayıldığı SSCB’nin varisi olarak görüyor ve Rusya’nın da tekrar canlanacağına inanıyordu. Yeltsin’in Batı karşısında izlediği teslimiyetçi dış politika, halk arasında rahatsızlıklara yol açmıştır. İç politikada sorunlar yaşayan Yeltsin, dış politikada da halkın tepkisini almaktan çekinmiş ve bundan dolayı bir taraftan iktidarının başında yakınlaştığı Batı ile arasını açarken, diğer taraftan da SSCB’nin izlediği dış politikaya dönmüştür. Bu politikanın temelinde ise Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da Moskova’nın varlığını arttırmak, Arap ülkeleri, Kuzey Kore ve Küba başta olmak üzere “geleneksel dostlar” ile ilişkileri geliştirmek gibi amaçlar yatıyordu.

Boris Yeltsin’in, Vladimir Putin’e devrettiği Rus dış politikası işte böyleydi. Putin’in devlet başkanı seçildiği ilk yıl, öncelikli olarak Rus dış politikası tekrar gözden geçirilmiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı İgor İvanov ve dönemin Milli Güvenlik Başkanı Sergey İvanov’un hazırladıkları Rusya Federasyonu Dış Politika Konsepti’nde “XXI. yüzyılın başındaki uluslararası konjonktür, Rusya Federasyonu’nu çevresindeki gelişmeleri yeniden gözden geçirmeye zorlamakta ve bundan dolayı da Rus dış politikasının öncelikleri belirlenerek ve eldeki araçlar da kullanılarak bu politikanın hayata geçirilmesi gerekmektedir” şeklinde satırlar yer almıştır. Bu konseptte Rusya’nın uluslararası arenadaki konumunu güçlendirmek, Rusya’nın çıkarları göz önünde bulundurularak dünyadaki süreçleri etkilemeye çalışmak, diğer ülkelerde yaşayan Rus vatandaşlarının haklarını ve Rus dilinin konumunu korumak gibi hususlar yer almıştır. Diğer bir deyişle Moskova, çok yönlü bir politika izlemeyi kendisine amaç edinmiştir. Ancak birçok konuda hâlâ belirsizlikler kendinden söz ettirmiştir. Örneğin, bir taraftan NATO ile iş birliğinin geliştirilmesi, dünyada güvenlik ve istikrarın sağlanması için vazgeçilmez bir unsur olarak görülürken, diğer taraftan da Moskova, NATO’nun genişlemesini bir tehdit olarak algılamıştır. Aynı şeyi ABD ile ilişkiler için de söylemek mümkündür.

Bölgesel öncellikler konusunda da Rusya net bir tavır ortaya koyamamıştır. Orta Asya ve Kafkaslar, Balkanlar, AB ülkeleri, yani hepsi birden Rusya’nın öncelikleri olarak belirlenmiştir. Neticede sadece Afrika ile Latin Amerika ülkeleri, Rusya’nın “öncelikleri” arasında yer almamıştır. Moskova’nın Kozırev’in belirlediği Batı modelinden vazgeçmesi ve NATO ile AB’nin genişlemeye devam etmeleri gibi nedenlerden dolayı alternatif birlikteliklerin kurulması da sık sık gündeme gelmeye başlamıştır. Rusya’nın, Çin ve Hindistan ile stratejik iş birliğini geliştirme çabaları, ŞİÖ’nün öneminin artırılması, Avrasya Birliği fikrinin ortaya atılması gibi gelişmeler, bu alternatiflerden bazılarıdır. Ancak BDT ve belki de kısmen ŞİÖ hariç, Rusya’nın birlik oluşturma gibi çabaları pek başarılı olamamıştır. Rusya’nın Batı ile Doğu arasında gidip gelen bir dış politika izlemesinde, hiç şüphesiz Rusya’nın ve Rus halkının kimlikleri konusunda bir mutabakata varamamaları da önemli rol oynamaktadır. Nitekim Rusya’da “kimlik” konusunda görüşler ikiye ayrılmaktadır. Toplumun bir kısmı, Rusya’nın Bizans’ın varisi olduğunu ve dolayısıyla Rusya’nın Batı’ya ait olduğunu ileri sürerken, bir başka kısım da Rusya’nın, Türk İslam Devleti olan Altın Orda’nın varisi olduğunu ve Rusya’nın geleceğinin Avrasya’da olduğunu savunmaktadır.

Rus dış politikasındaki değişen havanın, Vladimir Putin’in ikinci devlet başkanlığı süresince de devam ettiğini söylemek mümkündür. 20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketinin SSCB’nin yıkılışı olduğunu sık sık dile getiren ve bundan yakınan Vladimir Putin, gerçekleştirdiği reformlar ve “sempatik tavırları” ile yurt içinde olduğu gibi, yurt dışında da beğeni toplamış, dünyanın birçok ileri gelen lideriyle samimi ikili ilişkiler kurmuştur. 11 Eylül olayları ise Rusya ile başta ABD olmak üzere, Batı’yı birbirine tekrar yakınlaştırmıştır. 11 Eylül sonrasında Vladimir Putin, terörle mücadele konusunda uluslararası koalisyona katılırken, Batı dünyası Putin’e büyük saygı duymuştur. 11 Eylül’den kısa bir süre sonra Putin, Almanya Parlamento’sunda yaptığı konuşmasında Soğuk Savaş’ın sona erdiğini bir kez daha ilan etmiştir. Almanya Parlamentosu onu ayakta alkışlarken, 11 Ekim 2001 tarihli Die Zeit gazetesi, “Putin, Batı’ya Katılıyor” başlığını atmıştır. Gazetenin Moskova’daki muhabiri ise daha da ileri giderek, “Teröristlere Karşı ABD ile Birlikte ve NATO’ya Üyelik” başlığını kullanmıştır.

Batı ile yakınlaşma çerçevesinde Rusya, ABD’nin Afganistan hareketini desteklemiş, ABD’nin Özbekistan’da üs açmasını kabul etmek zorunda kalmış, NATO ve AB ile iş birliğini geliştirmeye başlamıştır. Irak Savaşı bile Rusya ile Batı arasındaki ilişkileri soğutmamıştır. Moskova, Fransa ve Almanya gibi ABD’nin Irak operasyonuna karşı   çıksa da, açıkça rahatsızlığını dile getirmemiştir. Ancak, BDT coğrafyasında arka arkaya meydana gelen renkli devrimler, Rusya ile Batı arasındaki yakınlaşmanın sağlam temellere oturmadığını göstermiştir. Gürcistan’dan sonra Ukrayna’da da Batı’nın desteğiyle bir devrimin gerçekleşmesi ve Batı yanlısı Viktor Yuşenko’nun hakimiyeti ele geçirmesi, Rus dış politikasının önceliği olan BDT coğrafyası için tehlike arz etmeye başlamıştı. Devrimler karşısında Moskova, ABD ve AB’yi Kremlin’in etkisini kırmaya çalışmakla suçlamıştır. Buna karşılık olarak Batı’nın Moskova’yı Çeçenistan politikası nedeniyle eleştirmesi ve Kremlin’in merkeziyetçi politikasını anti-demokratik olarak nitelendirmesi, Moskova’yı dış politikada başka dayanaklar aramaya sevk etmiştir. Çin ile özellikle ŞİÖ çerçevesinde ilişkilerin geliştirilmesi bu yeni arayışın bir örneğidir. Rusya, önceki yıllarda ABD ile arası soğuduğu zamanlar AB ile yakınlaşırken, AB ile arası bozulduğu zaman da ABD ile yakınlaşmıştır. Ancak, Ukrayna’daki devrim sırasında ve sonrasında Rusya hem Washington’u hem de Brüksel’i karşısında bulmuştur. Orta Asya cumhuriyetlerinde de devrim çalışmalarının yürütülmesi ve birtakım denemelerin yapılması, Rusya ile Batı arasındaki “soğukluğu” arttırmıştır. Rusya’nın tekrar Batı’dan soğumasındaki neden artık çok farklıydı. Rusya kendisini tekrar süpergüç olarak hissetmeye başlamıştır. Kendisine bu hissi veren ise enerji kaynakları olmuştur. Enerji konusu, Rusya’nın dış politikasının önemli bir unsuru haline gelirken, enerji fiyatlarının her geçen gün artması ve Orta Doğu’nun istikrarsızlaşması, dünyada Rus enerji kaynaklarına olan ihtiyacı da artırmıştır. Diğer taraftan ABD’nin politikasının ters sonuçlar vermesi, AB’nin ise kendi içerisinde sorunlarla boğuşması da Moskova’nın lehine olan gelişmelerdir. Nitekim, Batı’nın “kara liste”ye aldığı ülkeler teselliyi Moskova’da bulmaktadırlar. Böylece Rusya, tekrar güçlü bir oyuncu olarak karşımıza çıkmıştır. Rusya’nın 2006 yılında BM Güvenlik Konseyi’ne ve G-8’e başkanlık etmesi uluslararası arenadaki rolünü daha da artırmıştır. Rusya’nın İslam Konferansı Örgütü’ne gözlemci statüsünde de olsa üyeliği ise Rusya’nın Batı ile Doğu arasında bir köprü vazifesi üstlenmek istediğini göstermektedir. Bu son gelişmelerle birlikte Rusya, yeniden “büyük güç” olma hayalleri kurmaktadır. SSCB’nin mazisi, Rusya’nın dünyadaki en büyük topraklara sahip olması, zengin petrol ve diğer doğal kaynaklar, yürüttüğü başarılı uzay çalışmaları, büyük bir orduya ve nükleer silaha sahip olması gibi etkenler Moskova’nın, ülkelerinin “büyük güç” olması gerektiğini düşünmesini sağlamaktadır. Rusya’nın bu algısını hayata geçirmesi için ise “yakın çevre” olarak da adlandırılan bölgede hâkim durumda olması ve bu bölgede rakiplerini devre dışı bırakması gerekmektedir. Bunun farkında olan Rusya, “yakın çevre”nin önemli ve vazgeçilmez parçası olan Orta Asya’ya yönelik siyasetini de gözden geçirmiş ve SSCB’nin parçalanmasından sonra elinden çıkardığı bölgede tekrar etkisini arttırmaya başlamıştır.

Rüstem Kamenov

 

 

 

 

 

Rüstem Kamenov
Rüstem Kamenov

IR (Researcher on Russia and Central Asia)

Yorum Yaz