İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
SAFEVİ DEVLETİ: ŞEYH CÜNEYD, ŞEYH HAYDAR VE ŞAH İSMAİL
Özet
Bu çalışmanın konusu Safeviler’in Şiileşme sürecidir. Makalede Sünni bir tarikat olan Safeviyye’nin, Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın siyasi ve askeri faaliyetleri sonucu Şah İsmail tarafından nasıl Şii bir devlet haline getirildiği ortaya konulmaya çalışılacaktır. Gerek tarikatın gelişiminde gerekse devletleşme sürecinde en önemli etkeni teşkil eden Türkmenlerin, Şiilikle benzeşen bazı ögeleri Anadolu’dan İran’a taşımaları ve bunun sonucunda Şah İsmail’in Şii bir devleti kurması, hem İslam tarihi hem de İran ve Türkiye tarihleri açısından önemini koruyan bir hadisedir.
Anahtar Kelimeler: Safeviyye, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar, Türkmenler, Şiilik, Şah İsmail.
Giriş
Şah İsmail tarafından 1501’de kurulan Safevi Devleti adını, merkezi Erdebil’de bulunan Safeviyye tarikatı şeyhi olan Safiyüddin’den almıştır. Safiyüddin’in etnik kimliği belirsizdir diyenler yanında, soyunun Hz. Ali’nin torunlarından ve yedinci imam olan Musa el-Kazım’a dayandığı da söyleyenler de vardır.[2]Faruk Sümer Safevi Hanedanı’nın seyyidlikle alakasının olmadığı, soyun Firuz Şah adlı Sincarlı bir Kürt’e dayandığını söylerken,[3] Mirza Abbaslı, Safeviler’in nesebi konusunda, İbn Bezzaz tarafından yazılan Safvetü’s-Safa’da birçok çelişkiler bulunduğunu ve kökenlerini Şia imamlarına ve Hz. Peygamber’e bağlamaya çalıştıklarının görüldüğünü, Safiyüddin’in asıl dedelerinin isimleri arasında Ebu Bekir, Osman ve Ömer olması, Hz. Aişe’ye dualarda bulunulmasının da dikkat çekici olduğunu söyler. Şayet şeyh Şii olsaydı; onun müridlerinden ve Camiü’t- Tevarih’in müellifi olan Reşidüddin Fazlulah’ın bundan bahsedeceğini bildirir. Ayrıca V. V. Bartold’un da şeyhin Sünni bir Şafii olduğu konusundaki görüşünü belirtir. İbn Bezzaz’da geçtiğine göre şeyhin aşırı görüşleri hoşgörmediği, bunun yanında çeşitli tarikat ve akımlara olumlu baktığını bu yüzden de farklı bölgelerden birçok mezhep ve tarikattan insanların (Şafii, Hanefi, Mevlevi, Kübrevi, İsnaaşeri ve İsmaili) ona geldiğini söyler.[4]
Şeyh Safiyüddin’in mezhebini belirlemede tarihçiler çelişkiye düşmüşlerdir. Bu, İran’da Sünni-Şii yapının içiçe geçtiği, tasavvufi yapıyla İmamiyye’nin birbirine meczedildiği şeklinde yorumlanabilir. Şah İsmail’in çıkışına kadar Sünni-Şii bölünme söz konusu değildi. Hatta tasavvufi yapılarda kaynaşma vardı. Alauddin es-Semani (ö.1335), Seyyid Ali el-Hemedani (ö.1385) gibi sufi filozoflar eserlerinde Sünni fikir ile Şia İmamiyyesinden ortak ögeleri ele almışlar, gaib imam akidesini kutba yapılan rabıta olarak yorumlamışlardır. İbn Arabi’nin (ö.1239) hem Sünni hem Şii topluluk üzerinde etkisi büyüktür. Şihabuddin Sühreverdi (ö.1191) de sufilik açısından Sünnileri, irfani açıdan Şilleri etkilemiştir. [5]
Şeyh Safiyüddin’in 1334’te vefat etmesinin ardından oğlu Sadreddin (ö.1392), ondan sonra da onun oğlu Hace Ali geçmiştir ki; şeyhliğin babadan oğula geçişi, tasavvufi geleneğe aykırıdır.[6] Şeyh Sadreddin, tarikatın nüfuzunu oldukça geliştirmiştir. Onunla çağdaş olan İbn Haldun (ö.1406), ondan bahsederken “şeyhlerin şeyhi” sözünü kullanmıştır. Tarikat zirve noktasına Hace Ali (ö.1427) zamanında ulaşmıştır. Sünni çiygiyi devam ettiren şeyhin Kudüs’e yerleşmesi, ardından hacca gitmesi ve orada Suriyeli alimlerle tanışması, tarikatın Suriye’de yayılmasına yardımcı olmuştur. Hace Ali’nin çağdaşı olan İbn Hacer el-Askalani (ö.1449), şeyhin taraftarlarının yüz bini aştığını kaydeder.[7] Safevi şeyhlerinin ünü Osmanlı saraylarına kadar vardığı için her yıl Erdebil’e, “çerağ akçesi” adıyla değerli hediyeler gönderilirdi.[8] Bu bilgi, tarikatın belli bir döneme kadar Sünni çizgide seyrettiğine delalet eder. Safeviler hakkında ciddi çalışmalar yapan Michel M. Mazzaoui de Cüneyd’e kadar tarikatta Şii veya Rafizi fikirlerin olmadığını ileri sürer.[9]
Şeyhin vefatının ardından tarikatın başına oğlu İbrahim (ö.1447), daha sonra da onun oğlu ve tarikatın devletleşme sürecinde bir köşe taşı olan Cüneyd (ö.1460) geçmiştir. Aradaki sürede şeyhliği Cüneyd’in amcası olan Cafer devam ettirmiş, Cüneyd’in Şii ve Rafizi fikirler nedeniyle Sünni çizgideki amcasıyla arası açılmıştır. Cüneyd’in kendisi için tehlike oluşturacağını bilen Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah, dünürü olan Cafer’i uyarmış ve Cüneyd, sadık müridlerini yanına alarak Erdebil’i terketmek zorunda kalmıştır. Şeyh Cüneyd, Karabağ ve Ermenistan üzerinden Anadolu’ya geçmiştir. Buraya gelmesinde Osmanlı sultanlarının Safevi şeyhlerine hediyeler göndermesinin payı olabilir.[10]
Şeyh Cüneyd
Şeyh Cüneyd dönemi, Erdebil tekkesinin siyasallaşmaya doğru evrilip, siyasi taleplerin ön plana geçtiği dönem olması açısından bir kırılma noktasını teşkil eder. Cüneyd, şeyhliğn yanında sultanlığa da tevessül etmiştir. Seyyidliği ilk defa kullanan da odur.[11]O, Anadolu Türkmenlerinin inaçlarını yakinen görüp bildiği için, bu zümrelerde Ehl-i Beyt’e mensup olmanın ne derece önemli olduğunu müşahede etmiş ve bu potansiyel güçten yararlanmasını bilmiştir.[12]
Cüneyd, Anadolu’ya gider gitmez II. Murad’ın yanına gitti ve ona birtakım hediyeler sundu. Sultandan, dua ve ibadette bulunabilmesi için Kurtbeli denen yerde oturmasına müsaade istedi. Sultan Murad hediyeleri kabul etti ve durumu veziriyle görüştü. Bunun sonucunda Cüneyd’e “ Bir tahtta iki padişah sığmaz” diye cevabıyla birlikte iki yüz flori ve dervişlere de bin akçe harçlık vererek gönderdiler. Cüneyd buradan ayrılıp Karaman’a gitti. Sünni şeyhe, sahabeler için inen ayetler hakkında ayetler inerken orada mıydın tarzındaki soruları, hilafetin Hz. Ali’nin ve onun evladının hakkı olduğu üzerine yaptığı tartışmada fikirleri açığa çıktığı için sırasıyla Varsak’a, Antakya’ya ve Halep’e, oradan da Canik’e gitti. Bu bölgelerde fazla kalamamasının nedeni, itikadındakı yanlış fikirlerden rahatsız olan Sünni şeyhlerin şikayetleridir.[13]
Cüneyd’in aşırı fikirleri konusunda bir kesinlik olmamakla beraber, Şiiliğe meylinin olduğu anlaşılmaktadır. Bu fikirleri ne zaman benimsediği konusunda farklı görüşler olmakla beraber, Faruk Sümer bunları Anadolu seyahatleri sırasında (1449-1456) edindiğini, Anadolu Türkmenlerinin önemli bir kısmını Safevi tarikatına bağladığını, bu yüzden amcasıyla giriştiği mücadele sonucunda Anadolu’ya gittiğini ileri sürerken,[14]Mustafa Ekinci, II. Murad’ın ona yurt vermeme nedeninin ve Karaman’daki şeyhin onu tekfirlikle suçlaması onun Şii düşüncelere sahip olduğuna delildir der ve ekler. Anadolu’yu gezerken batıni görüşlerden etkilenmiş, Sünni şeyh ve yöneticilerden gördüğü muamele, görüşlerinin daha da keskinleşmesine sebebiyet vermiştir.[15]
Suriye’de tarikatını yaymak için etkili ve geniş faaliyetlere başlayan Cüneyd’e, Suriye, Irak ve Osmanlı ülkesinden birçok müridler katılmıştır. Bunların arasında Şeyh Bedreddin isyanına katılan kişiler de vardır.[16] Şeyh Bedreddin’in öğretilerinin Bektaşi ve Safevi hareketlerinde taraftar olan Anadolu Türkmenleri üzerinde etkisi olduğunu Adel Allouche de belirtir.[17]
Şeyh Cüneyd’in, Türkmenler arasında fikirlerini yayarken seyyid olduğunu söylemesi, taraftarlarının artmasını sağlamıştır. Bu anlayışın arka planında imamet düşüncesinin etkisinin olduğu düşünülebilir.[18] İslam’ın Türkmenler arasında yayılması, İranlı veya İran’dan beslenmiş Türk sufiler (Ahmet Yesevi gibi) aracılığıyla olduğu için Türkmenler, İran mistisizmini İslam üzerine bina etmekte zorlanmadılar.[19] Yalnız burada Anadolu Aleviliği ile Safevi Şiiliğini birbirinden ayırmak gerekir. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak şöyle diyor: 13. yüzyıl Anadolu’sunda bir şekilde İsmaili etkilerle karşılaşılması, İsmaili Şiiliğin burada bulunduğu sonucunu çıkarmaz. Aynı şekilde 15. yüzyıl sonlarında Safevi propogandası sonucu Anadolu’da Alevi topluluklar arasına On İki İmam Şiiliğinin etkileri girse de Alevileri İmamiyye mezhebine dahil etmek mümkün değildir.[20] Türkmenlerin benimsedikleri şeyler, Hz. Ali ve on iki imam kültleri ile bazı Şii motifler olmuştur.[21]
Şeyh Cüneyd’in Anadolu’daki bazı Kızılbaş müridleri ona mehdi, peygamber hatta Allah gözüyle bakacak kadar aşırı bir sapkınlık içindeydiler fakat Cüneyd’in uluhiyyet fikrine nasıl baktığı konusunda yeterince bilgi bulunmamaktadır.[22]Faruk Sümer Kızılbaş Türklerin uluhiyyet fikirlerinde Orta Asya’dan getirdikleri eski inanç ve anlayışlarının etkisi olduğunu söyler.[23]
Son olarak Canik’e gelen Cüneyd, Trabzon Rum İmparatorluğu’nun zayıflığından faydalanarak Trabzon topraklarına doğru ilerleyip onlarla bir muharebeye girişmiş, Rumlara zayiat verdirse de şehri zapdetmeyi başaramadığından Trabzon’dan ayrılmış ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yanına Amid’e gitmiştir. Şeyhin binlerce silahlı müridinin olması ve bunu ortak düşman olan Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı kullanma fikri, iki lideri birbirine yaklaştırmış, Cüneyd’in, Uzun Hasan’ın kızkardeşi Hatice Begüm ile evlenmesi bu dostluğu daha da pekiştirmiştir.[24] Bu evlilikle Cüneyd, hem Akkoyunlu diyarında hem de civar yerlerde itibar kazanmış, propogandasını yaptırmak için etrafa müridlerini gönderme fırsatını bulmuştur. Amid’de üç yıl kadar kaldıktan sonra Erdebil’e dönmüş fakat Cihanşah’ın baskısı sonucu tekrar burayı terketmiştir. Topladığı binlerce silahlı müridiyle Gürcistan ve Çerkezler üzerine sefere çıkan Cüneyd, Şirvanşah hükümdarının güçleri tarafından öldürülmüştür. Cesedinin Kurbal /Kurnal veya Erdebil’e gömüldüğü konusunda rivayetler vardır.[25]
Şeyh Haydar
Cüneyd’in öldürülmesinin ardından, Uzun Hasan tarikatın başına 1470’te Cüneyd’in on yaşındaki oğlu, kendisinin de yeğeni olan Haydar’ı geçirmiştir. Haydar on sekiz yaşındayken Uzun Hasan’ın Trabzon Rum İmparatorunun kızıyla yaptığı evlilikten doğan kızlardan biri olan Marta (Halime Begüm) ile evlenmiş, bu evlilikten de Ali, İsmail ve İbrahim dünyaya gelmiştir.[26]
Babasından tarikatın liderliğini, kendisi için savaşacak sufi mürid topluluğunu ve Akkoyunlular içerisinde itibarlı bir konumu devralan Şeyh Haydar, Akkoyunlu sarayında aldığı askeri eğitim ve saray disipliniyle bir sultan, tarikatın yüklediği sorumluluklarla da bir derviş kimliği ve şahsiyetindeki kararlı özelliğinin getirmiş olduğu cesaretle bazı faaliyetlere girişmiştir. Kendisini babasının intikamına adamış, müridlerine silah eğitimi vererek küçük bir ordu hazırlamış, tekkesini silah deposu haline getirmiş, müridlerine on iki dilimli, üzeri beyaz bir bezle sarılı kırmızı ve uzun bir tac (Tac-ı Haydar) giydirmiştir. Bundan sonra bu tarikat mensuplarına Kızılbaş denmiştir. Bu terimin ilk kez II. Bayezid tarafından 1501 Şerur Savaşı’nda Akkoyunlu Elvend ve Kürt emir Hacı Rüstem’e gönderilen mektuplarda kullanıldığı ve dönemin arşiv kaynaklarına şu şekilde geçtiği belirtilir: “Taife-i bağiyye-i kızılbaşe hazellehumullah” ve “cemaat-ı kızılbaş”[27] Osmanlılar’ın başta tahkir amacıyla kullandıkları bu kelime, daha sonra genelleşmiştir.[28]Tacın kızıl olmasının nedeninin altında, 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu’daki göçebe Türklerin kızıl börk giymesi etkili olmalıdır.[29]
Şeyh Haydar kendisini görmeye gelen müridlerden en yeteneklilerini seçiyor, onları özel bir eğitime tabi tutarak halife ünvanıyla Anadolu’ya gönderiyordu. Bunlardan birisi de Kızılbaş isyanıyla meşhur Şah Kulu’nun babası Tekeli Hasan Halife’dir.[30]
Haydar son olarak gayri müslim Çerkezler üzerine akınlar düzenledi, aldığı ganimetleri müridleri arasında paylaştırdı. Bu vesileyle müridleri daha da arttı. Çerkezlerden vergi alan Şirvanşah Ferruh Yesar’ın, Akkoyunlu Yakup Bey’den yardım istemesi üzerine Haydar ve Akkoyunlular arasında yapılan savaşta Haydar öldürülerek cesedi teşhir edildi.[31]
Sultan Yakup (1479-1491) babası Uzun Hasan’dan sonra Akkoyunlular’ın en önemli hükümdarlarındandır. Onun zamanında güçlenmeye başlayan ve Şiiliği yaymayla meşgul olan Şeyh Haydar ile girdiği savaşı kazanmış, Haydar’ın ailesini İstahr Kalesi’ne kapatmak suretiyle hapsetmiştir.[32]
Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’a en büyük eleştiri, çağdaşları olan Fazlullah b. Ruzbahan Huneci’den (1460-1521) gelmiştir. 1490’da tamamladığı Tarih-i Alem Ara-yı Emin adlı eserinde şöyle demiştir:
Kendi babalarının irfan ve ruhaniyet yoluna gitmemekle, ülke ve vilayetler ele geçirmek için çalışmakla en adi hile yoluyla dilencilik (dervişlik) külahını hükümranlık tacıyla değiştirerek kılıç ve savaş işiyle uğraşmışlardır.[33]
Şah İsmail
Şeyh Haydar’ın öldürülmesiyle ailesi hapsedilmişti. Bu hapis dört yıl sürdü. Onları buradan kurtaran ve Tebriz’e getirten kişi, Akkoyunlu Yakup’un ölümünden sonra başa geçen Rüstem Bey’dir. Amacı, kardeşi Baysungur’a karşı Safevi tarikatının desteğini almaktı. Kardeşi ile giriştiği mücadele sırasında İsmail’in abisi Ali’nin öldürülmesi üzerine tarikat şeyhleri İsmail’i Erdebil’e oradan da Lahican’a götürdüler. O, artık tarikatın lideriydi.
Lahican’da yedi yıl kalan İsmail, yörenin önemli Şii alimlerinden Kadı Şemsettin Lahici’den Farsça, Arapça, Kur’an, tefsir ve İsnaaşeriyye Şiası usulünü tahsil etti. Savaş tekniklerini Kızılbaş reislerinden öğrendi. Bu süre zarfında Anadolu’nun Karacadağ, Tuman, Mişkin bölgelerinden kızılbaş Türkmen toplulukları onun ziyaretine gelmeye devam etti.[34]
Akkoyunlu Rüstem Bey’in 1498’de ölümünün ardından İran’ın karışıklık içine düşmesini fırsat bilen Şah İsmail, Erdebil’e geçse de yerel hakimlerin baskısı sonucu Erzincan’a gitmiştir. Yanına Osmanlı tebaasından binlerce kişi- Ustacalu, Şamlu, Rumlu (Sivas, Amasya, Tokat bölgeleri) Tekelü, Dulkadr, Karaman bölgesi ve Varsak Türkmenleri gitmiştir. Şeyhleri Allah olarak gören bu insanların, ölüme koşarak gidecek kadar manevi motivasyonları kuvvetliydi.[35]
Şah İsmail, Türkmen boyları üzerine nüfuz kurmayı ve onlardan bir ordu kurabilmeyi başarabilmiştir. İlk faaliyeti, Şirvanşah Ferruh Yesar’ı, ardından Akkoyunlu Elvend Bey’i yenmiş ve 1501’de İran şahı olmuştur. On dört yaşında on iki imam adına hutbe okutup, para bastıran ve İsnaaşeriyye’yi* resmi mezhep olarak ilan eden birinin üzerinde önemle durulması muhakkaktır.[36]Şah İsmail, Safevi tarikatının şeyhlik, şairlik, askeri beceri ve Ehl-i Beyt’e mensubiyeti açısından çok yüksek bir karizmaya sahip bir kişilik olarak karşımıza çıkar. Öyle ki; kısa zaman içinde bölgedeki güçleri alt ederek İran topraklarında merkezi bir otorite kurmayı başarmuştır.[37]
Şah İsmail’in Şiiliği ifrat derecesindedir. Tebriz’e ilk girdiğinde üçte ikisi Sünni olan halkı Şiiliğe zorlamış ve bu konuda takibat yaptırmış, meşhur Sünni alimlerin kabirlerini açtırıp kemiklerini yaktırmış, ilk üç halifeye ve Muaviye’ye lanet edilmesini ve buna uymayanların katledilmesini emretmiş, ezana “Eşhedü enne Aliyyen veliyullah” ile “Hayye ala hayri’l-amel ibarelerini ekletmiştir.[38]
R.M. Savory’e göre İslam tarihinde ilk defa büyük bir devlete zorla dini anlayışını değiştirme yolunun altında, yeni kurulan Safevi Devleti’ni, dönemin güçlü Sünni komşusu olan Osmanlı Devleti’nden ayrı kılacak bir anlayışla destekleme ihtiyacı yatmaktadır.[39]
Safevi Devleti’ni kuran ve onu idame ettiren unsur Anadolu’nun orta ve güney bölgelerindeki Türkmen topluluklarıydı. Bu gruplar 14. yüzyılda Moğolların Diyarbekir valisi Uyrat Ali ve İlhanlı hükümdarı arasındaki mücadeleler nedeniyle Anadolu’dan İran’a yoğun bir şekilde ve devamlı olarak göç etmişlerdi. Zaten Safevi sarayında Çukurova Türklerinin varsağıları dinleniyor, Fuzuli ve Ali Şir Nevai’nin divanları okunuyordu. Şah İsmail, Farsça’dan çok Türkçe şiirler yazıyordu.[40] 16. yüzyıl kaynaklarında devletten Türkmen devleti diye bahsedilmesi bu gerçeği doğrular niteliktedir.[41] Şah İsmail dönemiyle ilgili müellifi bilinmeyen Cihan Ara-yı Şah İsmail Safevi adlı eserde İsmail’in Erdebil’den Gilan’a gelmiş bir Türk genci olduğu defalarca tekrarlanmıştır.[42]
Osmanlı Devleti tarafından dışlanan ve yönetimden rahatsız olan Türkmenlerin yüzlerini Safeviler’e çevirmeleri ve onların tahrikleri sonucu Anadolu’da isyanlar çıkarmaları, (Şah Kulu, Nur Ali Halife, Turhallı Celal) Osmanlı ile Safevileri karşı karşıya getirmiş, Yavuz Selim’in Şah İsmail’i 1514’te Çaldıran’da mağlup etmesiyle de sonuçlanmıştır.[43] Safeviler’in kayıpları bununla sınırlı kalmamıştır. Ona bağlananların gözünde Şah İsmail yenilmezdi ve artık bu inanç yıkılmıştı. Çünkü o, hem şah hem de mürşid-i kamildi.[44] Şah İsmail 1524’te ölümüne kadar sakin bir yaşantı sürmüş, devlet işlerini emirlerine bırakarak av ve eğlence ile meşgul olmuştur.[45]
Sonuç
Safevi Devleti’nin kuruluşunda dinamik rol oynayan Türkmenlerin gerek İran coğrafyasında gerekse Anadolu’da yaptıkları propogandalar etkisini göstermiş, Şeyh Cüneyd’in devlet kurma teşebbüsü, torunu Şah İsmail tarafından gerçekleştirilebilmiştir. Cüneyd’in seyyidlik iddiasını öne atması, ona ve ondan sonra gelenlere Mehdi gözüyle bakılması, işleri daha da kolaylaştırmış fakat taban itibariyle çoğu Sünni olan bir devlete, Şiiliğin dayatılması ile daha sonraki dönemlerde İran halkını birbirine bağlaması açısından olumlu fakat etkisi günümüzde de hissedilen Sünni-Şii çatışmasını yani iki ayrı dünyayı yaratması açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail’in çocuk denecek yaşta büyük atılımlar yapmaları, ordu ve üniforma hazırlayacak kadar cesur ve kararlı olmaları ve dinmek bilmeyen bir istekle diyar diyar gezmeleri araştırılması gereken konular olarak hala güncelliğini korumaktadır.
Aynur Emer
BİBLİYOGRAFYA
Abbaslı, Mirza. «Safevilerin Kökenine Dair.» Belleten, no. XL/158 (1976).
Allouche, Adel. Osmanlı Safevi İlişkileri Kökenleri ve Gelişimi. Çeviren Ahmet Emin Dağ. İstanbul: Anka, 2001.
Aşıkpaşazade. Tevarih-i Al-i Osman. Düzenleyen Ali Bey. İstanbul: Matbaa-i Amire, 1332.
Çelenk, Mehmet. «Safeviler Döneminin Şii Sünni İlişkileri Üzerindeki Etkisi.» www.emakalat.com/index.php/emakalat/article/viev/137. (Kasım 02, 2014 tarihinde erişilmiştir).
Dalkıran, Sayın. «İran Safevi Devletinin Kuruluşuna Şii İnançların Etkisi ve Osmanlının İrana Bakışı.» e-dergi.atauni.edu.tr/atauniilah/article/download/1020003040/1020002934. (Kasım 03, 2014 tarihinde erişilmiştir).
Ekinci, Mustafa. «Erdebil Tekkesinin Kuruluşu ve Gelişmesi.» Doktora Tezi. Şanlıurfa, 1997.
—. Şah İsmail ve İnanç Dünyası. İstanbul: Beyan, 2010.
Erşahin, Seyfettin. Akkoyunlular. Ankara: Yayınevi Yok, 2002.
Fığlalı, Ekrem Ruhi. Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri. İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, 2004.
Garthwaithe, Rene. İran Tarihi. Çeviren Fethi Aytuna. İstanbul: İnkılap, 2011.
Gündüz, Tufan. "Safeviler". 35.cilt. TDV İslam Ansiklopedisi.
__"Şah İsmail" 38.cilt. TDV İslam Ansiklopedisi.
Hakyemez, Cemil. Osmanlı İran İlişkileri ve Sünni Şii İttifakı. İstanbul: Kitap Yayınevi, 2014.
Hinz, Walther. Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd. Çeviren Tevfik Bıyıklıoğlu. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1948.
Kaplan, Doğan. «Şiiliğin İran Topraklarında Egemenliği.» Marife, Kış 2008.
Karaca, Behset. Safevi Devletinin Ortaya Çıkışı ve II. Bayezid Dönemi Osmanlı Safevi İlişkileri. Cilt 9, Türkler içinde. Ankara, 2012.
Kevserani, Vecih. Osmanlı ve Safevilerde Din Devlet İlişkisi. Çeviren Muhlis Canyürek. İstanbul: Denge, 1992.
Ocak, Ahmet Yaşar. Babailer İsyanı. 2. Baskı. İstanbul: Dergah, 1986.
—. Zındıklar ve Mülhidler. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998.
Öngören, Reşat. «Sünni Bir Tarikattan Şii Bir Devlete.» Bilgi ve Hikmet (İz Yayıncılık), no. 11 (Yaz 1995).
Sümer, Faruk. Safevi Devleti'nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türkmenlerinin Rolü . Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1992.
Teber, Ömer Faruk. «XVI. Yüzyılda Kızılbaşlık Farklılaşması.» Doktora Tezi. Ankara, 2005.
Tihrani, Abu Bakri. Kitab-ı Diyarbekriyya. Çeviren Mürsel Öztürk. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2014.
Üstün, İsmail Safa." İran." Cilt 22. TDV İslam Ansiklopedisi.
Yazıcı, Tahsin. «Cüneyd-i Safevi.» Cilt 8. TDV İslam Ansiklopedisi.
Yınanç, Mükrimin Halil." Cüneyd". Cilt 3. İslam Ansiklopedisi.
[1] İstanbul Üniversitesi Yeniçağ Tarihi Doktora Öğrencisi.
[2] Tufan Gündüz, “Safeviler”, DİA, c. 35, s. 451.
[3] Faruk Sümer, Safevi Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türkmenlerinin Rolü,(Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1992), s. 1 vd.
[4] Mirza Abbaslı, Belleten, XL/158, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1976) s. 289 vd.
[5] Vecih Kevserani, Osmanlı ve Safevilerde Din Devlet İlişkisi, çev., Muhlis Canyürek, (İstanbul: Denge, 1992), s. 152 vd.
[6] Tufan Gündüz, “Safeviler”, c. 35, s. 451.
[7] Adel Allouche, Osmanlı Safevi ilişkileri Kökenleri ve Gelişimi, çev., Ahmed Emin Dağ, (İstanbul: Anka, 2001), s. 40 vd.
[8] Walther Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, çev., Tevfik Bıyıklıoğlu, (Ankara: Türk Tarih Kurumu), 1948, s. 15 vd.
[9] Reşat Öngören, “Sünni Bir Tarikattan Şii Bir Devlete”, Bilgi ve Hikmet Dergisi, Yaz-1995, sayı: 11, s. 83 vd.
[10] Mükrimin Halil Yınanç, “Cüneyd”, İ.A, c. 3, s. 242; Tahsin Yazıcı, “Cüneyd-i Safevi”, DİA, c. 8. s. 123-4.
[11] Ömer Faruk Teber, “XVI. Yüzyılda Kızılbaşlık Farklılaşması”,(doktora Tezi, Ankara, 2005), s. 60 vd.
[12] Sayın Dalkıran, “İran Safevi Devleti’nin Kuruluşuna Şii İnançların Etkisi ve Osmanlı’nın İran’a Bakışı”, e-dergi.atauni.edu.tr/atauniilah/article/download/1020003040/1020002934, s. 55. (erişim: 03.11.2014)
[13] Aşıkpaşazade, Tevarih-i Al-i Osman,( İstanbul: Matbaa-i Amire, 1332), s. 264.
[14] Sümer, a.g.e., s. 7.
[15] Mustafa Ekinci, “Erdebil Tekkesi’nin Kuruluşu ve Gelişmesi”, (doktora tezi, Şanlıurfa, 1997), s.73 vd.
[16] Hinz, a.g.e., s. 18.
[17] Adel Allouche, a.g.e., s. 49 vd
[18] Mustafa Ekinci, Şah İsmail ve İnanç Dünyası, (İstanbul: Beyan, 2010), s. 31.
[19] Sayın Dalkıran, a.g.m., s. 80.
[20] Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, 2. Baskı (İstanbul: Dergah, 1986), s. 147.
[21]Ahmet Yaşar Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları), 1998, s. 80.
[22] Reşat Öngören, a.g.m., s. 83.
[23] F. Sümer, a.g.e., s. 8; Rene Garthwaithe, İran Tarihi, çev., Fethi Aytuna, (İstanbul: İnkılap,2011), s. 147 vd.
[24] Hinz, a.g.e., s. 20 vd.
[25] M. Ekinci, Doktora Tezi, s. 76 vd.
[26] Hinz, a.g.e., s.62 vd.
[27] Ömer Faruk Teber, Doktora Tezi, s. 29 vd; Seyfettin Erşahin, Akkoyunlular, (Ankara: yayınevi yok, 2002), s. 168.
[28] Reşat Öngören, “Safeviyye”, DİA, c. 35, s.461;
[29] F. Sümer, a.g.e., s. 3.
[30] Sayın Dalkıran, a.g.m., s. 62.
[31] Tufan Gündüz, “Safeviler”, DİA, c. 35, s. 451; daha geniş bilgi için Adel Allouche , a.g.e., s. 60 vd; Hinz, a.g.e., s.68 vd.
[32] Abu Bakri Tihrani, Kitab-ı Diyarbekriyya, çev., Mürsel Öztürk, (Ankara:Türk Tarih Kurumu, 2014), s. 4.
[33] Mirza Abbaslı, a.g.m., s. 309.
[34] Tufan Gündüz, “Şah İsmail”, DİA, c. 38, s. 253.
[35] F. Sümer, a.g.e., s. 18 vd. Safevi Devleti’ni kuran Türkmenler yalnızca ismi geçenler değildir. Faruk Sümer kitabında bu oymaklar hakkında geniş bilgi verir.
[36] Cemil Hakyemez, Osmanlı iran İlişkileri ve Sünni Şii İttifakı, (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2014), s. 24.
*İsnaaşeriyye (İmamiyye), Hz. Ali ve onun soyundan gelenleri Allah’ın emri ve Hz. Peygamber’in vasiyeti ile meşru imam sayan ve on iki imama inanmayı kabul edenlerin mezhebidir. İbadet ve muamelatta İmam Cafer Sadık’a dayandıkları için Caferiyye diye de adlandırılırlar. Ekrem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, (İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, 2004), s. 137.
[37] Mehmet Çelenk, “Safeviler Döneminin Şii Sünni İlişkileri Üzerindeki Etkisi”, www.emakalat.com/index.php/emakalat/article/viev/137.( erişim: 03.11.2014)
[38] Sayın Dalkıran, a.g.m., s. 65.
[39] Doğan Kaplan, “Şiiliğin İran Topraklarında Egemenliği”, Marife-Şia Özel sayısı,Kış/3( 2008): s.196.
[40] F. Sümer, a.g.e., s. 3 vd.
[41] Behset Karaca, “Safevi Devleti’nin Ortaya Çıkışı ve II. Bayezid Dönemi OsmanlıSafevi İlişkileri”, Türkler, c. 9, (Ankara: 2012), s. 409.
[42] Mirza Abbaslı, a.g.m., s. 317.
[43] Ömer Faruk Teber, Doktora Tezi, s. 117 vd.
[44] İsmail Safa Üstün, “İran”, DİA, c. 22, s. 400.
[45] Tufan Gündüz, “Şah İsmail”, c. 38, s. 254.
Yorum Yaz