İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
İlk sayısını 27 Mart 1891’de neşreden Servet-i Fünûn dergisi fenni meseleler, teknolojik gelişmeler, keşif ve buluşlar üzerine çok sayıda makale yayımlamakla beraber, dönemin edebiyatına adını verecek kadar önemli edebî faaliyetlerde de bulunmuştur. Servet-i Fünûn yayın hayatının daha en başından musavver bir dergi olma iddiasıyla yola çıkmıştır. Böylelikle dergi daha ilk çıkmaya başladığı tarihten itibaren görme, keşfetme, izleme yöntemini kullanacağını duyurmuş olur. Bu durumun fenni yazılarla, bilimsel gelişmelerle, 19. Yüzyıl asır sonunun konjonktürüyle karşılıklı bir ilişki sonucu olduğu açıktır. Ancak bu bilme ve görme hali sadece fenni alanda kalmamış, dönemin yazarları tarafından her alana aktarılmıştır. Dergide yazan birçok edebiyat yazarı bu anlamda görme ve gördüğünü yazma meselesinin savunucu olmuşlar, realizmi öne çıkarmışlardır. Bu anlamda seyahat yazıları da görme meselesinin yansıdığı en önemli alanlardan biridir. Karşılaşma, izleme ve hatta yer yer dikizleme şeklinde büyük bir merakla yazarlar farklı coğrafyalara gitmişler ve bu coğrafyalar üzerine mektuplar, hatıralar, makaleler kaleme almışlardır.
Bu noktada seyahatname türünün dergide nasıl icra edildiğine bakmanın hem yazarların hem derginin hem de kısmen derginin çıkarıldığı dönemin Batı/Doğu tahayyülünü anlamlandırma oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Batı’yı ve Doğu’yu “görmek” üzere yola çıkan yazarların anlattıklarının gerçek olup olmamasından ziyade onların “ne gördüklerini” incelemek ve bu açıdan öteki hakkında nasıl bir söylem inşa ettiklerini deşifre etmek daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Çünkü farklı coğrafyalara seyahat eden yazarlar o ülke hakkında söz söylerken aslında çoğu zaman kendini ve kendini konumlandırdığı yeri merkeze alarak “öteki” hakkında bir söz söyleme girişiminde bulunur. Dolayısıyla, kurduğu söylemde söylemin sahibi kendisini, kendinden menkul, özerk ve hükümran bir özne olarak kurar[1] ve öteki hakkında söz söyleme gücünü kendine verir. Ben de bu yazımda M. Sadık tarafından yazılan “Amerika İhtisâsâtı”[2] ve “Cenubi Ânâm’da Seyahat”[3] metinlerini 19. Yüzyıl asır sonu Osmanlı aydınlarının oryantalist ve oksidantalist bir bakışla merkezden uzak yerleri nasıl ötekileştirdiklerini anlamlandırmak adına incelemeye çalışacağım.
Edward Said Oryantalizm’[4]in girişinde Doğu’nun yaratılmış bir kavram olduğuna dikkat çeker. Buna göre Doğu Avrupalı gözün ürettiği bir “öteki”dir. Bu sebeple, Batılı gözle ve dil aracılığı ile üretilen Doğu onu gerçekten deneyimleyen, onun içinde ve koşullarında yaşayan insanlarca bilinen Doğu’dan farklılık gösterir. Burası, yıllarca sömürgeleştirilmesi neticesinde Avrupa’nın kendi dilinin temellerinin olduğu bir alan, kültürel bir rakip ve öteki olarak konumlandırılır. Bu noktada Said oryantalizmin anlamını otorite sürdürme çabası olarak genişletir. Doğu’ya dair üretilen her bilgi sanki onun tabiatının bir parçasıymışçasına kabul edilir. Böylece oryantalizm kendini bir üstünlük kurma taktiği, bir yönetim ve hükümet biçimi olarak göstermeye başlar. Fakat tüm bu bilgiyi onun doğası halinde kurmak, bu üstünlük taktiğinin üzerini de örtecektir. Batı kendisini ancak bu örtük çabayla, kendisiyle birlikte ötekini de kurarak üretebilecektir. Dolayısıyla, Doğu’ya dair kurulan imaj, sömürgeci gücün kendisine dair olan imajı güçlendirir ve kendisini bir özne olarak kurmasını sağlar. Böylece Doğu karşımıza kendisi dışında gelişen ilgisiz varsayımlar olarak çıkar. Bu varsayımlar bir hayal ihtiyacından değil, güç ve üstünlük ilişkilerini pekiştirmek ihtiyacından doğar ve böylece Doğu, Doğu’ya takdim edilir. Öyleyse bir egemenlik kurabilmek için yapılması gereken birinin “Batı” diğerinin ise “Doğu” olduğuna muhatabını inandırmak olacaktır.
Bu noktada Said hümanist çerçevede üretilen ve tarafsız, objektif olduğunu iddia eden bilginin mutlaka politik bir zemini olduğuna dikkat çeker. Zira, bilgi insani bilimler dahilinde üretiliyor olsa da bu bilgi üretildiği toplumsal bakıştan bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla, sömürge sonrası çalışmalar her ne kadar ötekine odaklansa da odaklanan bakış Avrupa’nın ya da Amerika’nın toplumsal koşullarının ve bakış açılarının şekillendirdiği bir bakış olmaktan kaçamayacaktır.[5] Said’in “oryantalizmi” ile 19. Yüzyıl asır sonu Osmanlı döneminin tarihi bağlamı birçok açıdan birbirinden farklıdır. Ancak Said’in kavramsallaştırdığı çerçeve birçok farklı koşula da genişletilebilecek ve bu farklı koşullarda oluşmuş çalışmaları anlamlandırmada yararlı olabilecek bir zemin sağlamıştır.
Bu açıdan, ben de bu yazımda oryantalizm kavramını daha genel anlamda, Doğu ile Batı arasındaki tahakküm ve hegamonyaya dayanan düzensiz güç ilişkileri olarak öne çıkarıyorum. Çünkü Batı’nın yahut kendini merkeze yerleştirenin “konumsal üstünlüğü” ötekine bakarken de ister istemez Said’in bahsettiği bir bakışı gerektirecektir. Yani böyle bir ilişkinin illaki sömüren ile sömürülen arasındaki ilişki tarzını tarif etmesi gerekmez. Osmanlı emperyalist merkezinin kendinden uzak topraklar ile ilişkisi de yer yer böyle bir ilişkidir.
Bu açıdan, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan, Serveti Fünun dergisinde yazan bu yazarların merkez ve çevre bölgeleri arasında kurdukları ilişkide de, Said’in kavramlarında işaret ettiğine benzer bir gerilim söz konusudur. Bu yazarlara oryantalist demenin bu anlamda çok doğru olmadığının farkında olarak, yine de onların ötekileştirici ve ötekiyi oryantalize edişlerinin oldukça bariz olduğunu söyleyebiliriz.
“Cenubi Ânâm’da Seyahat”, Asya’nın güneyi ve Ânâm bölgesi hakkında yazılmış bir seyahat metnidir. Başı Fransız seyyah Kupe’nin çektiği 23 kişilik ekiple gerçekleşen bu seyahatte ekiple beraber hareket edenlerden birisi de M. Sadık’tır. “Cenubi Ânâm’da Seyahat”de M. Sâdık’ın, kendinden daha Doğu’ya bakarken kendisini merkeze yerleştirmesiyle elde ettiği “konumsal üstünlüğü”, ötekine bakışını belirlemiştir. Fransız hükümetinin göreviyle giden ve oldukça oryantalist bir tavırla bu coğrafyalar hakkında bilgi almaya çalışan Kupe’nin yanında, Osmanlılı M. Sadık’ın bakışının bu anlamda Fransız bir seyyahtan ne kadar farksız olduğu dikkat çeker. Bu da bize Geç Osmanlı Döneminde, en azından Servet-i Fünun dergisindeki tavırdan anlaşılacağı üzere, imparatorluğun merkezinde yaşayanların kendinden eminliğini ve ötekiye bakarken kendilerinin konumsal üstünlüğünü sürdürdüklerini gösterir.
“Kurumuş bir bataklığın içine firarla kurban kendini ateşten kurtarabilmiştir. Ateşin bir derece intifasından sonra çayırlar içinde iki vahşi bulup bunların delaletiyle Bandon kasabası ve Zebankan nehrini bulabildiler. Nehrin bir tarafından diğer cihetinde bulunan vahşilerle kupanın hizmetkârı Zanayu bir müddet lakırdı etti. Kadınlar çocuklar kulübelerine girip çıkmakta ve bu yeni gelenlerin kimler olduğunu merak etmekteydiler.” (vurgular bana ait)
Bu coğrafyada yaşayan insanlarla ilk karşılaşma anının anlatıldığı şu parçada kullanılan kelimeler oldukça dikkat çekicidir. Oldukça ilkel tasvir edilen coğrafyada yaşayanlar “vahşi” olarak nitelendirilmiştir. M. Sadık bu insanlarla kendisi arasında ciddi anlamda bir mesafe koyar. Neredeyse, M. Sadık tarafından kurulan bu söylemde bu insanlar birer hayvan gibi tasvir edilmiştir.
“Akvam-ı vahşiye arasında fevkalade gördükleri hallerin tesiri ziyadedir. Hokkabazlar namını verdikleri kabile efradının bir takımı saklı bir şeyin yerini haber vermek gibi şeyler de yapar. Bir takımı da tedavi ederler.
İki kısım Sadatlar birbirine akraba nazarıyla bakarlar. Sair akvam-ı vahşiye mevtalarını defin bunlar ise ihrak ederler. Ateş sadatları su sadatlarından daha ziyade akvam için korkuludur. Akvamı vahşiye arasında su sadatlarının samenlerinden biri hiddet ederek memleketlerini su içinde bıraktığını ve hemen tekmil ora ve hayvanlarını ihlak ettiği rivayeti vardır. Bu rivayet cenubi Anam akvamının tufanı ne surette şerh eylediklerini gösterir.”
M. Sadık böylece kendinden Doğu’yu sürekli gizemle ve olağanüstü olaylar ve anlayışlarla dolu anlatır. Bu coğrafya üzerine kurulan böyle bir imaj, M. Sadık’ın hem Doğulu insanların geri kalmış bir konuma sokmasına, böylelikle kendinin ileride olduğunu ima etmesine sebep olur. Bunun sonucunda da kendisini Doğu’nun ilerlemesini sağlamakla yetkilendirmiş olur. “Sömürgeci söylemin öteki ile Batı arasında kurduğu zamansal mesafeyi işaretleyebilmesi, pekala “ilkel”, “geri”, “geleneksel”, vb. terimler aracılığıyla da mümkün olabilmektedir. Bu tür zamansallaştırma araçları, Fabrian’ın da belirttiği gibi[6], öteki’ni zamansal dizge içinde geri itmeye yarar.”[7] Bu anlamda Servet-i Fünun dergisinin yayın politikasından da anlaşılacağı üzere, dergi yazarları kendilerini bilimle, terakkiyle, medenilikle işaretleyerek, Osmanlı'nın merkezi olan İstanbul’u kendi İmparatorluğu altındaki vilayetlerdense, Avrupa’ya yer yer daha yakın hissetmişlerdir.
Servet-i Fünun dergisinin, 19. yüzyıl sonu bakışının getirdikleriyle vilayete karşı mesafeleri yer yer Batıya olan mesafelerinden fazla olsa da, Batı’ya karşı da başka türlü bir eleştirellikle baktıklarını söylemek mümkünüdür. Oryantalizm ile oksidentalizm arasındaki ilişkiyi birbirinin zıddı yahut birbirini tamamlayan unsurlar olarak okumak çok doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Ancak “ötekiyi kurma”, “öteki hakkında söz söyleme” söz konusu olduğunda oryantalizmle oksidentalizmin bağdaşacağı birçok ortak noktaları olduğu da açıktır.
“Hem taklit etmek istiyorsun hem de zıddın olarak, senden farklı olarak görüyorsun. Hem benzemek hem farklı olmak. Hem hayran olmak hem ötekileştirmek. Hem merak etmek hem korkmak. Bunlar işin içine ötekilik girdiğinde hep yürürlükte olan meseleler. (…)Batı’nın Doğu hakkında yazdıklarını, yaptıklarını ele alırken Doğu’nun özneliği çoğu zaman çok da sorgulanmıyordu. Alanına nüfuz edilmiş de olsa bir özne olarak dünyanın geri kalanı ne yapıyordu sorusu. Batı onu araştırır, kategorize eder, kurgularken, Doğu öylece pasif ve dilsiz/ sessiz bir nesne olarak duruyor muydu? (…) Amacı sömürgeci olmasa da Batı kavramı Doğu’da saf, nötr ve öylesine bir kavram değildir. (..) Osmanlı erken Cumhuriyet tarihine baktığımızda Batı sonsuz anlamları ve çağrışımları olabilecek bir anahtar kavramdır. Fakat Batılılaşma hep çok çalışılmış bir şey olmasına rağmen bu meselenin merkezinde yer alan Batı kavramının nasıl, neden ve hangi mekanizmalarla işlevselleştirildiğine bakılmamıştı. Benim söylemeye çalıştığım şeyse oksidentalizmin de tıpkı oryantalizm gibi bir söylem olduğuydu.”[8]
Bu açıdan aslında Said’in Doğu’nun yaratılmış bir kavram olduğu vurgusu, buna göre Doğu’nun Avrupalı gözün ürettiği bir “öteki” olduğu ve bu söylemi kurarken kullanılan söylemsel taktiklerin çoğu, Doğulu gözün Batı’ya bakışında da geçerlidir diyebiliriz.
“Siz Beyoğlu’nda oturdunuz. Değik memalik-i Osmaniyenin, nefs-i İstanbul’un bile ahvalini layıkıyle öğrenemediniz. Beyoğlu Avrupa ile memalik-i İslamiye arasında bir berzahtır. Buradan İstanbul’a siz durbin ile görürsünüz. Lakin kullandığınız durbinler hep çarpıktır”(…) Cevdet Paşa’nın yukarıdaki alıntısı, bir yanıyla oryantalist, sömürgeci bakışı eleştiren, Batılılaşmayı da çoklu bakış açılarıyla görmeyi ve değerlendirmeyi öneren bu yaklaşımı desteklerken, diğer yandan Osmanlı Batılılaşması/ modernleşmesi süreçlerinin zaman zaman gözden kaçan bir başka özelliğini hatırlatır. “Avrupa ile memalik-i İslamiye arasında bir berzah olan Beyoğlu, ya da “burada”, “içimizde” bir Avrupa şehri olarak Galata, yapanları, yaşayanları, mimarisi, yaşam tarzı ile hep orada olan, hem bir replika hem bir modeldir. Her ne kadar Cevdet Paşa’nın vurgusunda “memalik-i İslamiye”nin kıyısında, sınırında oluşuna, o yarı çeperden içeri çarpık bakışa yönelik bir eleştiri öne çıksa da diğer yanda, içeriden oraya, çepere, modele bir bakış da söz konusudur.”[9]
Zeynep Uysal’ın vurguladığı bu “iç içelik” hali Servet-i Fünun dönemini tartışırken sınırları ayırmanın güçlüğüne de işaret eder. Bu bağlamda aslında dergideki seyahat metinlerinde oryantalist ve oksidantalist bakışlar oldukça barizken, bunları kategorilendirmek oldukça zordur. Asır sonunda Osmanlı’da ve özellikle İstanbul’da yaşayan bu yazarlar için öteki üzerine kurulan söylemi anlamak daha çok yönlü bakmayı da gerektirecektir.
Bu açıdan yine M. Sadık tarafından Kadri ismi kullanılarak yazılan “Amerika İhtisasatı” adlı yazı hem yazarın Amerika’ya bakışı, hem de derginin kendinden Batı’ya bakışını anlamak için önemli bir metindir. “Amerika İhtisasâtı” başlıklı yedi mektup bulunmaktadır. Bu mektuplar, Chicago şehrinde düzenlenen uluslararası bir fuara katılmak için Amerika’ya gelen bir seyyahın Amerika gözlemlerini yansıttığı mektuplardır. Mektuplarda sadece sergiden bahsedilmemiş, New York- Chicago arasındaki izlenimlere de bol bol yer verilmiştir. Bahsi geçen Chicago sergisine Osmanlı İmparatorluğu da davet edilmiştir. Sergide inşaat, mimari, elektrik malzemeleri, makineler gibi birçok ürün ve buluş sergilenir. Sergiye verilen böyle bir önemin görme, keşfetme meselesinin asır sonu için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Osmanlı seyyahı sadece sergiye değil şehre de meraklı bakışlarla bakar.
“New York’tan hareket edip Pensilvanya tarık-i latifini temaşa, “Eliye Gahne” cibalini müşahede, Suskehana nehrinin at nalına benzeyen meşhur köşesini ve Pitsburg şehrinin uzun bacalı sayısız fabrikalarını rü’yet ederek Ohayo ve İndiana meraları içinden geçip Chicago’ya vasıl olanlar acaib-i seb’a alemin sekizincisi addolunmaya başlayan işbu şehr-i cedid ve garib hakkında fikirlerde hasıl olan tasavvurat ile şehrin manzara-i hakikiyesi arasında fark bulurlar, yani insan umduğunu göremez.”[10]
Edward Said, oryantalist metinlerde, ötekinin söylemsel olarak inşaa edildiğini belirtir. Metinsel bir evrende üretilen bu söylem, temsil sistemine dayanmaktadır. Bu durumun aslında kendinden daha Batı’da bulunan coğrafyalara bakarken de mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bu seyyahın daha Chicago’yu görmeden orası hakkında bir tasavvuru vardır. Bu tasavvur ise metinsel bir söyleme dayanmaktadır. Bu yüzden de aslında ister onaylasın ister değillesin seyahat metinleri ister istemez kendinden önceki metinlere referans verir. Seyyah da Chicago’ya vardığında tasavvurlar ile şehrin hakiki manzarasını farklı bulmuş, umduğunu görememiştir.
“Hanelerinin fevkalade irtifaından dolayı vasi’ sokakları – adeta mahzen gibi- rutubet kokan ve duvarlarında sızıntı asarı gösteren şu şehr-i cesimi görüp de bundan yirmi bir sene evvel vukua gelen harik-i müdhişin enkazı ve külleri arasından çıkmış olduğuna insan güç inanabilir.Dünyanın her tarafından muhacerat eden milel-i muhtelife mensupları ile meskun olan Chicago şüphem yok ki elli seneye kalmaz dünyanın en büyük şehri şanını kazanmakla beraber ümit etmem ki en kasvet-engizi sayılmayacak mamafih Chicago bugün bile bilad-ı fevkaladeden maduddur, zira şehre yirmi altı demiryol hattı müntehi oluyor ki işbu hututun ticaret-i seneviyesi üç yüz milyon liraya çıkıyor. Fakat şu derece-i ticaret-i fevkalade bile beni etrafa hükümsüz nazar atmaktan azade bırakamıyor, cesamette dahi letafet mültezim değil midir? Chicago’nun cesamet ve harikuladeliği de hep ihtiyari surette ve bila-tenasüp yayılmış yalnız emri neşaatda sevda-yı cesamet gözetilmiş ve umumda bir çirkinlik kalmıştır.”
Servet-i Fünun yazarı bir yandan daha yeni kurulan bu şehrin ulaşım ve ticaretinin bu denli gelişmesini takdir ederken, bir yandan da kendisi açısından kusurlarını sayıyor. Maddi açıdan başarılı olan bu şehrin letafetinin ise olmadığını, tenasüpsüz olduğu içinse umumda bir çirkinlik olduğunu söylüyor.
“Umumda şu yirmi katlı haneler kadar letafetsiz şey görmedim desem becadır. Bunlar adeta son derece cesim arı kovanlarına benziyor. Kovanın delikleri de yirmişer katlı hanelerin müteaddid pencereleridir. Gazetenizde resmi münderic Masonlar mabedi, Oditoryum, Takuma offis, Zişambır, Ukumers namlarıyla bu haneler Chicago’ya fenni mimaride yalnız “daha yüksek” olma kavline ittiba eder “ictimagah-ı sevda-geran irtifa” süsünü veriyor. Ben burada hükm ettim ki her şeyi mürtefi’ ve cesim görmek hevesine düşmüş ve bu hevesleriyle kainatı mütehayyir bırakmak sevdasına kapılmış olan Chicagolulara letafet-i hüsn ahengi ve tenasüb-i zarifaneyi anlatabilmek ihtimalinden kat’ı ümit etmelidir.”
Heffernan makalesinde doğu ve batı üzerine kurulan zıtlıklardan bahseder. Doğu geleneksel olanı, dinsel olanı temsil ederken, Batı modern olanı ve bilimi temsil eder. Heffernan’ın doğu / batı zıtlığını oluşturduğunu söylediği bu kavramlar, aydınlama görüşünün kavramlarıdır. Aydınlanmanın ve hümanist felsefenin temel göstergeleri olan gelişme, ilerleme, modernleşme ve evrensellik ilkeleri aynı zamanda sömürge iktidarının “modernleştirme ve medenileştirme” misyonunun mihenk taşını oluşturur.[11] Bu anlayışa paralel olarak Servet-i Fünun’daki seyahat yazılarına baktığımızda Batı’nın teknolojik gelişmelerinin, ulaşım, inşaat, makineleşme gibi maddi unsurlarının, Doğunun ise letafet, huzur, ahlak, güzellik gibi manevi unsurlarının öne çıkarıldığı görülür. Bu anlamda, bu metinde de kısa sürede gerçekleştirdiği tüm bu maddi kazanımlara rağmen Chicago, seyyahımız için hükümsüz nazardan başka bir anlam ifade edememiştir. Üstelik seyyah her şeyin ihtişamına düşkün olan Chicagolulara güzelliği ahengi ve zarifliği anlatabilme ümidinin de kalmadığını belirtmiştir.
Daha sonra şehirdeki dükkanları tarif eden seyyah her türlü alet edevat ve ürün çeşitliliği karşısında şaşırır, lokantalar oteller buralarda harcanan paralar hakkında da malumat verir. Bu açıdan şehre ve şehir hayatına duyarlı bir bakışın olduğu söylenebilir. Şehir seyyah için önemlidir ve ülkenin gelişmişliğine dair de önemli bir göstergedir. Tiyatro hususu da seyyahın öne çıkardığı bir diğer husustur. Şehirdeki tiyatroyu Avrupa ve özelde Fransa ile kıyaslayarak şehrin kültürel gelişmişlik kıstasını da ortaya koyar.
Sonuç olarak, 19. Yüzyılın asır sonunda çıkan Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan seyahat metinlerine baktığımızda yazarların hem kendinden daha Doğu’ya hem de kendinden daha Batı’ya bakarken İstanbul’u merkeze aldıklarını ve diğer coğrafyaları “ötekilik mekanı” olarak inşa edildiği görülür. Dolayısıyla bu ötekilik mekanlarına karşı bakışlarında da kendilerini konumlandırdıkları merkezin ideolojisi, toplumsal koşulları ve ahlak anlayışları etkili olmuştur. Batı’nın terakkisi ve bilimi takdir edilirken dahi Servet-i Fünun dergisi yazarlarının bir İmparatorluğun vatandaşları olarak konumsal üstünlüğü elden bırakmadıkları açıktır. Bu anlamda kendilerinden Doğu’ya da, Batılı çağdaşları kadar oryantalist bir bakışla baktıkları görülür. 19. Yüzyıl sonu İstanbul’unda birçok sınırın iç içeliğine rağmen bu yazarların ötekilik mekanlarında kurdukları söylem Said’in işaret ettiği gerilimli ilişkiyi yansıtmaktadır.
Maide Terzi
Kaynakça
[1] Meyda Yeğenoğlu, Sömürgeci Fantaziler: Oryantalist Söylemde Kültürel Ve Cinsel Fark (İstanbul: Metis, Ocak 2003), 20.
[2] Kadri, “Amerika İhtisâsâtı”, S.F., c. 5, nr. 119, 10 Haziran 1309, s. 226–227.
[3] M. Sâdık, “Cenubî Ânâm’da Seyahat”, S.F., c. 5, nr. 121, 17 Haziran 1309, s. 267–269.
[4] Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları (İstanbul: Metis, Mart 1999)
[5] Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları (İstanbul: Metis, Mart 1999)
[6]Johannes Fabian, Time and the Other.
[7]Meyda Yeğenoğlu, Sömürgeci Fantaziler: Oryantalist Söylemde Kültürel Ve Cinsel Fark (İstanbul: Metis, Ocak 2003), 128.
[8] Olcay Akyıldız, “ Akademi Söyleşileri IV: "Yerleşik algıları kırmak her zaman gerekli" t24.com.tr (Erişim Tarihi: 03.06.2019) https://t24.com.tr/k24/yazi/olcay-akyildiz,1506.
[9] Zeynep Uysal, Metruk Ev (İstanbul: İletişim Yayınları, 2014), 25.
[10] Kadri, “Amerika İhtisâsâtı”, S.F., c. 5, nr. 119, 10 Haziran 1309, s. 226–227.
[11]Meyda Yeğenoğlu, Sömürgeci Fantaziler: Oryantalist Söylemde Kültürel Ve Cinsel Fark (İstanbul: Metis, Ocak 2003), 126.
Yorum Yaz