- 11 EYLÜL PENTAGON
- 11 EYLÜL SALDIRISININ GERÇEK YÜZÜ
- AFKANİSTAN İŞGALİ
- AMERICAN HEGEMONY
- AMERİKAN HEGEMONYASI
- ANDREW MARR
- ANDREW MARR NEWSWEEK
- BP
- BRİTİSH PETROLEUM
- FAREED ZAKARİA
- FAREED ZAKARIA PAULO THROCKMORTON
- GEORGE KENNAN
- GEORGE KENNAN ÇEVRELEME POLİTİKASI
- GEORGE KENNAN CONTAINMENT
- GEORGE W. BUSH
- HANS MORGENTHAU
- İRAN DEVRİMİ CIA
- İRAN DEVRİMİ MUSADDIK
- İRAN DEVRİMİ ÖNCESİ
- İRAN DEVRİMİ ÖNCESİ VE SONRASI
- İSLAMOFOBİ
- KEN BOOTH
- KERMIT ROOSEVELT
- KERMIT ROOSEVELT İRAN DEVRİMİ
- NEO CONSTUCRIVIST
- NEO-CONLAR
- OMAR TORRIJOS
- OMAR TORRIJOS PANAMA
- OMAR TORRIJOS PLANE CRASH
- ROBERTO ARİAS
- ROBERTO ARİAS PANAMA
- ŞİMDİ HEPİMİZ AMERİKALI MIYIZ
- ŞİRKETOKRASİ
- ŞİRKETOKRASİ NE DEMEK
- SOFT POWER
- ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ÇOK TARAFLILIK
- WİLSONCULUK
- YUMUŞAK GÜÇ
- ZİAUDDIN SERDAR
Sebep olduğu tüm belalar için daha iyi nedenleri olan bir adamla hiç tanışmadım .
— Thomas FAWLER
2003′ ün ortasında o zamanlar BBC’nin siyaset muhabiri olan Andrew MARR, Newsweek’de ”Hepimiz Amerikalıyız” diye ilan etti. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerle küresel bağlamda dünyada artık mesafe mefhumunun yitirildiği düşünülerek yer küre kasaba olarak nitelendirilirse hiç yanlış olmayacaktır; aynı zamanda Marr’ın iddiası da yabana atılmamış olacaktır. Bugün dünyada yaşayan nüfusun % 4 lük kısmının geri kalan %96 lık kısım üzerinde hakim olduğunu düşünmek mümkündür. Marr, insanların bu şekilde çift kimlikli hale geldiğini iddia edilerek Amerika etkisinin bu yüzyıl hakim olacağı tezini savundu. Andew MARR’ın ”Şimdi Hepimiz Amerikalıyız” tezine; Ken Booth, canlanan küresel güçle” böylesi bir siyasi hakimiyet nasıl adlandırılacak? ” sorusu ile eleştirel bir bakış açısı sunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Amerika’nın 21.yy siyaseti göz önüne alındığında böylesi bir hakimiyetin ”Hegemonya” kavramı ile bağdaşmadığını anlamak çok güç olmayacaktır. Çünkü ABD’nin uluslararası arenadaki mevcut siyasetinde hegemonya kavramının karşılığı yoktur. Hegemonya için kabul ve meşruiyet gerekldir. Bu bağlamda, ABD’nin dış politikasında özgürlük ve demokrasi vaadiyle işgal ettiği ülkelerde insanlık suçu işleyerek doğruluk şişesini taşa çalarak parçaladığını görmek zor olamayacaktır. Dünya uçağında eğer ABD kaptan ise, uçaktaki yolcuların hayatını hiçe sayacak manevralar yapması ve yolcuların mevcut manevralara sessiz kalması, kamuoyunda” Bu bir Amerikan yüzyılı mı olacak ?” sorusunu akla getiriyor. Bu sorunun ışığında ABD dış politikasının, ABD’li dış politikacılar tarafından kendi ülkelerinin geçmişteki figürlerinin tekrar yorumlanması ile oluşturulması çalışılmıştır. Bu yorumlardan en meşhur olanı ise Wilsonculuktur. Bu gelenek ABD değerlerinin evrensel uygulanabilirliği konusunda özdeşleşmiştir. Demokrasi, hukuk devleti; bu değerleri az ya da çok barışçıl şekilde, kuvvetle ilerletme projesi, neo-conlar yönetiminde şekillenmiştir. Neo-conlar Wilson’u” başarısız bir idealist olarak değil, emperyal bir çağın ateşindeki bir ulusta figür olarak” dahası Wilsonculuk’un temelde bir demokrasi ya da uluslararasıcılık doktrini değil, ABD’nin” tepenin üzerindeki şehir” fikrinin doktrini olduğunu vurgular. ABD’nin yönetiminde etkin olan Neo-conlar’ın bu tezleri, ABD’yi uluslararası arenada herşeyin üzerinde; deyim yerinde ise” dünyanın jandarması” yapar mı(!) ABD yönetimi, ideolojik hırs ve gücü azami seviyeye çıkararak Wilsonculuk’un emperyal versiyonunu uygulaması; ABD’deki siyasi realistler tarafından, uzun zaman” milliyetçi uluslararasıcılık” olarak tanımlanmış ve eleştirilmiştir. Aynı zamanda ABD yönetiminin hırsı, realizmin kurucu babaları George Kennan ve Hans Morgenthau tarafından eleştirilmiştir. Ken Booth, dünyanın geri kalanının devam etmekte olan bir Amerikan işi olduğu inancıyla hareket eden Wilsoncu misyonerlerin genellikle bu tip itirazlara karşı bağışıklığı vardır, tezini ileri sürerek bu durumun tehlikeli ve kendini kandıran bir idealizm olarak nitelendirmiştir. Tehlikeli idealizmin örneğini uzakta aramadan Vietnam savaşında görmek mümkündür. Her küçük Vietnamlı’nın içinde ortaya çıkmayı bekleyen bir Amerikalı olduğu inancı yüzünden giderek kazanılmaz olan bir savaşa kendini itmiştir. 11 Eylül Afkanistan’ın işgali, SSCB’den sonra islam düşmanlığı, Irak’ın işgali ve demokrasiyi Orta Doğu’ya yayma hırsı, Bush’un imajının zedelenmesine yol açtı. ABD’de bu mevcut düzene kızan bazı vatandaşlar, demokrasi ile işlerin dört yılda bir değişeceğine inanıyor. Eğer bu mümkün olsaydı, global dünyanın merkezi ABD’de demokratik seçimlere katılma oranı söz konusu iddia ile doğru orantıda olurdu. Bugün tam aksine ABD’nin 2012 başkanlık seçimlerinde seçmenlerin sadece % 53.6’sı oy kullanmıştır. ABD’nin dış politikasındaki saldırgan tavrı Bush’un yerli eleştirmenleri: Neo-con iddiacılığı ve sert güç yerine ”yumuşak güç” fikrinin benimsenmesi ”ticaret ve kültür aracılığı ile etki ”dış ilişkilerde çok taraflılık” niteliklerinin benimsenmesini iddia etmişlerdir. Ancak bu yumuşak politika ile ABD’de bazı kesim süper güç olamayacağını anlamıştır ki bu bağlamda da ABD’nin mevcut politikalarına ve geçmişte uluslararası arenadaki diğer aktörlerle ilişkilerine bakıldığında, kapitalist sistem içerisinde şirketokrasi amaçlı bir politika izlendiğini görmek mümkündür. ”Yarım yüzyıl boyunca Panama, Washington’la güçlü bağlar içinde bulunan varlıklı ailelerce yönetildi. Bunlar, Amerikan çıkarlarını korumayı görev edinmiş sağcı diktatörlerdi. Halkın, korkunç yoksulluk içinde, büyük plantasyon ve şirketlerin kölesi halinde yaşaması umurlarında değildi. Son diktatör Arias’ı Omar Torrijos bir darbeyle indirip devlet başkanı oldu. ”Panama örmeğinden yola çıkarak ABD’nin dış ilişkilerine bakıldığında, zayıf bölgeleri bağlı olduğu merkezden kopararak ilgili bölgeye tabiri caizse kendi valisini atadıktan sonra bölge ABD şirketleri tarafından sömürülmeye başlanıyor. Panama’da darbe ile başa geçen Torrijos Washington’un ya da başka bir yerin kuklası olmadı. Daha sonra 31 Temmuz 1981’de bir uçak ”kazasında” hayatını kaybetti. Bunun üzerine Latin Amerika basını ”CIA suikastı” başlığını manşetlerde gazetelerin gündemine taşıdı. Daha önce dönemde ise Orta Doğu coğrafyasında İran’a bakıldığında 1951 yılı onlar için dönüm noktası olmuştur. O dönemde İran, doğal kaynaklarını ve halkını istismar eden British Petrolium (BP) a cephe almıştı. ” İran’ ın çok sevilen, demokratik biçimde seçilmiş başkanı Muhammed Musaddık İran’ın tüm petrol varlıklarını millileştirdi . ”Buna öfkelenen İngiltere, ABD’den yardım istedi. Ancak her iki ülke de askeri bir müdahalenin SSCB’nin tepkisini çekeceğinden korkuyordu. Bu yüzden Amerika, askeri güç kullanmak yerine CIA ajanı Kermit Roosevelt’i gönderdi. Roosevelt para ve çeşitli yollarla yanına adam topladı. Topladığı insanlarla hükümete karşı gösteriler düzenledi ve isyanlar başlattı. Bu algı operasyonu ile Musaddık halk nazarında istenmeyen adam olarak görüldü. Sonunda Musaddık indirildi ve yaşamın geri kalan kısmını ev hapsinde geçirdi.
Panama ve İran örneğine bakıldığında, ABD’nin aleyhine bir tutum sergilendiğinde eğer askeri güç kullanma imkanı varsa, askeri güç kullanılıyor; eğer yoksa CIA’ya da farklı yollar kullanılıyor. ABD şirketlerinin ve popüler kültürünün dünya çapında farklı coğrafyalarda milyonlarca insanın hayatını sömürgeleştirmeye yeltendiği bu şekilde anlaşılmış oluyor. Ken Booth, ABD’deki seçimlerin halk üzerinde hiçbir etki yapmadığını ileri sürüyor. Washington’daki siyasetçiler değişiyor ancak politikada ciddi bir değişme olmadığından yakınıyor ve aynı zamanda ”Amerika politikasında müthiş bir değişim mi? sorusuna kesin bir ifade ile hiç heveslenmeyelim cevabını vermesi dikkat çekiyor.
Filistinli bir gazeteciye Amerikalılar’atek tek bir şey sorsaydı bunun ne olacağı soruldu: ”Biz sizin acılarınızı hissediyoruz, sizin de bizim acılarımızı hissetmenin zamanı gelmedi mi? ”örneği Ken Booth’un 11 Eylül sonrası George W. Bush’un politakalarını eleştirdiğini söylemek yanlış olamayacaltır. Gazetecinin ” biz sizin acılarınızı hissediyoruz” ifadesi ile söylemek istediği 11 Eylül saldırıları ile ABD’de ortaya çıkan korku iklimidir. ABD, SSCB’nin dağılmasından sonra kendine küresel bağlamda düşmanı islam olarak seçti. Çünkü sosyalizmin sınır tanımayan, ırk tanımayan, renk ve dil tanımayan havası islamda görüldü ve islam tehdit olarak algılanarak, ABD’nin gündemine islamofobi oturmuştur. Blair’in danışmanı Cooper: Dünya’nın Batı gibi yaşamak istediğini ve gönüllü bir emperyalizmin söz konusu olduğunu iddia etti. Cooper 11 Eylül’den sonraki Afkanistan’ın işgalini ” savunmacı emperyalizm” olarak tanımlayarak” medenileştirme misyonu” ve ”beyaz adamın yükü” gibi deyişler yerini ”koruma sorumluluğu” ve ” uluslararası toplum” deyişlerine bıraktı. Ken Booth’un başta söylediği gibi ”kendini kandıran ve tehlikeli idealizm” söylemi, ABD’nin iktidar hayallerinin arkasında sadece maddi çıkaralar değil bu çıkarlara paralel olarak arka planda hayalci bir idealizmin olduğunu göstermektedir ki sadece ABD dış politikasında olayların maddi boyutu ile ilgilenen kimsenin tam anlamıyla olayları idrak etmesi imkansızdır.
Booth’un görüşlerine Fareed Zakaria, Ziauddin Serdar gibi isimlere yer vermesi ilk bakıldığında olayları ABD aleyhinde eleştiriyormuş izlenimi verse de daha sonradan anlaşılıyor ki Bush aleyhinde ancak ABD’nin lehine yapıcı eleştiriler kaleme almaktadır. Bush’u ”terörle savaşı ilan eden George W. Bush, Afkanistan saldırısını emretti. Irak’ın işgalini yönetti” cümleleri ile eleştiriyor. Bush’un dış politikasından gerçekten rahatsız olduğunu ise ”ideolojik küstahlıkları, zihinsel izolasyonlarına, milliyetçi evrenselcilikleri de başkalarının fikirlerine olan nazik saygı eksikliklerine denk olan bir yönetime başkanlık etti. Shekespeare hayatta olsaydı, başkan Bush’un rolünü, dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi alay edilen bir figür olarak değil, ulusal ve ailevi bir trajedinin merkezi olarak yazardı” sözlerinden anlaşılmaktadır. Ona göre Bush; bu şekilde düşmanlarının husumetini kazandığı gibi dostlarının da husumetini kazanmıştır.
Kitlelerce ABD’nin dış politikasından duyulan rahatsızlık, Soğuk Savaş Clinton dönemindeki diplomasiye nostalji olarak bakılarak bu kültürün kaybedilmesi ile büyük oranda ilgi ve alaka barındırmaktadır. Ken Booth’un ABD dış politikasına getirdiği eleştirilerin ABD’nin lehine olduğunu son olarak dış ve iç politika için sunduğu reçete ile anlamak mümkündür. Ona göre, gücün budanması, dünya siyasetinde olumlu bir otoriteyi yeniden tesis edebilmek için, Washington’un dünyayı dinleyen ve onunla ilgilenerek ona ”nazik saygılı” davranması, siyasi ve dış dünya elitlerinin aç gözlülüğünü kırması ve en önemli olarak değişimin idraki ile mevcut politikanın iyileştirilmeye çalışılması söz konusu olacaktır. Ancak CIA’nın 2030 Global Trendleri ışığında ve Ken Booth’un söylemi ile Birleşik Devletler dünya siyasetindeki hegemonik otoritesini yeniden tesis edebilir ancak küresel bir emperyal güç olmayı başaramayacaktır. Dolayısıyla ”Şimdi Hepimiz Amerikalı mıyız?” kavramı daha da tartışmaya kapalı bir hale gelecektir.