MEŞRU OTORİTE VE YENİ TÜRKİYE'NİN MÜESSES NİZAM ARAYIŞI

SİYASET

Erdoğan’ın “Büyük Türkiye” ideali, sadece bir siyasi vizyon değil; aynı zamanda tarihsel hafızası, medeniyet değerleri ve jeopolitik gerçekliklerle örtüşen bir stratejik yol haritasıdır. Bu haritada CHP’ye yer yoktur. DEM Parti gibi yapılar bile, doğru yaklaşıldığında sisteme entegre edilebilir. Ancak CHP, tarihi kodları gereği dönüşemez.

21.yüzyıla “değişim yüzyılı” demek yanlış bir ifade olmasa gerek.
Gelişen teknolojiyle birlikte ortaya çıkan yeni insan modeli, yalnızca bireyin değil, dünyanın da dönüşümünü tetikleyen güçlü bir faktör haline gelmiştir.

Elbette her yüzyıl kendi içinde bir değişim taşır; ancak bu yüzyıldaki dönüşüm, ne Fransız İhtilali'nin doğurduğu yeni siyasi konjonktürlere ne de Reform ve Rönesans’ın yarattığı kültürel sıçramalara benzemektedir.

Bu tarihî olaylar elbette dünyayı derinden etkileyen, hatta günümüzü şekillendiren gelişmelerdir. Ancak 21. yüzyıldaki değişimin kapsamı, hızı ve etkisi, insanlık tarihinde daha önce benzeri görülmemiş bir boyuta ulaşmış durumda. Bu yazının odağında değişen dünya ve değişmeye çalışan Türkiye yer alacaktır.

Birinci Dünya Savaşı'nın ardından İngiltere’nin Orta Doğu'da ve dünyanın muhtelif yerlerinde kurduğu uydu devletler zincirine, ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle birlikte Türkiye de eklenmiştir.

Bu noktaya nasıl gelindiği sorusuna verilebilecek birçok yerinde ve güçlü cevap vardır. Ancak biz, bu yazıda özellikle içten çürüme ve medeniyet- kültür reddi gibi kavramlar üzerinden meseleyi ele alarak bir okuma yapmayı amaçlıyoruz.

Bunu yaparken yalnızca geçmişe takılı kalmayacak; geçmiş, şimdi ve gelecek ekseninde meselelere değinerek okuyucuya daha geniş bir perspektif sunmaya çalışacağız.

Dünyanın yaşadığı bu büyük dönüşüm, devletlerin iç yapılarında olduğu kadar dış ilişkilerinde de ciddi kırılmalara sebep olmaktadır. Siyasi iktidarların meşruiyet anlayışları, güvenlik politikaları ve halkla kurduğu ilişki biçimleri yeniden tanımlanmakta; bu değişim süreci, yalnızca sistematik değil, aynı zamanda kültürel ve sosyolojik bir dönüşümü de beraberinde getirmektedir.

Bu bağlamda, “otoriterleşme” kavramı da sıkça tartışılmaktadır. Batılı perspektifler, Türkiye gibi ülkelerdeki güçlü liderlik modellerini genellikle bu kavramla değerlendirmekte, ancak bu değerlendirmeler çoğu kez konjonktürel dinamikleri göz ardı eden, yüzeysel analizlere dayanmaktadır. Oysa meseleye daha derinlikli ve yerli bir perspektiften bakıldığında, Türkiye’deki yönetim tarzı, zannedildiği gibi bir otoriterleşmeden ziyade, devletin beka refleksiyle şekillenmiş bir yeniden yapılanma sürecidir.

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktür, yalnızca iç siyasetle açıklanamayacak kadar derin ve çok katmanlıdır. Suriye sınırında yaşananlar, İsrail’le karşı karşıya gelinen anlar, küresel anlamda artan savaş riski ve silahlanma yarışları; ülkemizin sadece bir bölgesel aktör değil, aynı zamanda bir küresel güç adayı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durum, klasik demokrasilerin kriz içinde olduğu, otoriter rejimlerin meşruiyet kazandığı yeni bir dünya düzenine doğru evrildiğimizi göstermektedir.

Nitekim Fransız bir derginin kapağında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump, Putin ve Çin Devlet Başkanı’nın birlikte fotoğraflandığı ve “Yeni Dünya Düzeni” başlığının atıldığı dikkat çekici bir örnekle bu dönüşüm açıkça ilan edilmiştir. Bu görsel sadece bir dergi kapağından ibaret değildir; küresel medya, Batı tipi demokrasilerin çözülmesini ve yerine daha otoriter ama halk desteğine dayanan sistemlerin geçişini meşrulaştırmaktadır. Fransa’da Le Pen gibi halkın ciddi desteğini almış bir isme siyasi yasak getirilmesi de bu yönelimin Batı’da dahi belirginleştiğini göstermektedir.  Tam da bu noktada “meşru otoriterlik” kavramı akademik bir çerçevede yeniden ele alınmalıdır. Otoriterlik, geleneksel olarak negatif çağrışımlar barındırsada, halk iradesiyle şekillenmiş, milli çıkarları önceleyen, karar alma mekanizmalarını etkinleştiren bir otoriterlik biçimi; mevcut tehditler karşısında bir zorunluluk haline gelebilir. Demokrasi ise artık sadece seçimden seçime sandığa gitmek değil, kriz zamanlarında milletin bekasını önceleyen güçlü ve kararlı liderlikle birleşen bir sistem olarak yeniden yorumlanmalıdır. Ancak bu süreçte en büyük engellerden biri, geçmişin vesayetçi anlayışının bugünkü temsilcisi olan CHP'dir. CHP yalnızca bir muhalefet partisi değildir. Bu yapının kökleri Jön Türklere, İttihat ve Terakki zihniyetine, yani Batı’dan emir alan bir jakoben vesayet düzenine uzanır. İmamoğlu örneğinde gördüğümüz gibi, çalarken organize olan ama paylaşırken birbirini ihbar eden, ekonomik-siyasi her hamlede Türkiye’nin ayağına takoz koyan bir yapıdır.  Batı’yla senkronize çalışır, halkın değerleriyle kavgalıdır ve Türkiye’nin stratejik hamlelerine sürekli direnç gösterir. “Libya’da ne işimiz var?”, “Suriye’de asker neden var?”, “Somali’ye neden yardım ediyoruz?” gibi söylemler; Türkiye’yi içine kapatmak, hareket alanını daraltmak ve küresel sistemin bir piyonuna dönüştürmek isteyen zihniyetin uzantılarıdır. Bu tablo, Türkiye’nin sadece dış politikada değil, iç politikada da yeni bir müesses nizam kurma zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Erdoğan’ın “Büyük Türkiye” ideali, sadece bir siyasi vizyon değil; aynı zamanda tarihsel hafızası, medeniyet değerleri ve jeopolitik gerçekliklerle örtüşen bir stratejik yol haritasıdır. Bu haritada CHP’ye yer yoktur. DEM Parti gibi yapılar bile, doğru yaklaşıldığında sisteme entegre edilebilir. Ancak CHP, tarihi kodları gereği dönüşemez.

Bu nedenledir ki Türkiye'nin önündeki en önemli mesele, halkın desteğiyle güçlenmiş merkezi bir otorite inşa etmek ve bu otorite eliyle yeni bir milli düzen kurmaktır. Bu milli düzenin içinde milli bir muhalefet de elbette dahildir.  Demokrasi, bu bağlamda “herkesin her şeyi yapabildiği bir kaos” değil, milletin değerleriyle örtüşen bir düzen ve meşruiyet zeminidir. Halkın temsilcileriyle kurduğu bağ, bu meşruiyetin temelidir. Otoriterliğin bir diğer işlevi, sistemin geleceğiyle çelişen yapıları etkisizleştirmek ve bu unsurları sistemin dışına iterek kalıcı bir milli düzen inşa etmektir.

Türkiye özelinde bu yapıların başında CHP gelmektedir. Meşru otoritenin yükseltilmesi, doğrudan doğruya CHP’nin pasifize edilmesini, siyaseten etkisizleştirilmesini ve Batı’ya her anlamda entegrasyonu savunan bu yapının sistem dışına çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır.

Zira CHP yalnızca muhalefet değildir; Türkiye'nin milli iradesine karşı konumlandırılmış, devlet aklının dönüşümüne direnen, vesayetçi bir aktördür. Bu yapı, demokrasiyi yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece savunan, milli bağımsızlık adımlarında ise sistemin fren mekanizması gibi çalışan bir konumda durmaktadır.

Dolayısıyla Türkiye’de meşru otoriterlik, bir güvenlik refleksi olmanın ötesinde, milli düzenin inşası için stratejik bir zorunluluktur. CHP’nin sistemin dışında tutulması ve giderek siyasal gücünü yitirmesi, yeni Türkiye düzeninin ön koşullarındandır. Bu bir tercihten öte, tarihî bir mecburiyet olarak değerlendirilmelidir.

Burada cesur bir soru sormak gerekir: Türkiye’de otoriterleşme eğilimleri var mı? Evet, ama bu eğilim Batı'nın dayattığı jakoben laikçi, seçkinci, Batıcı otoriterlikten çok farklıdır. Türkiye’deki otorite arayışı, halktan gelen bir iradeyi yansıtmaktadır. Erdoğan yönetimi, her seçimde milletin onayıyla yeniden yetki almış, halkın meşruiyetini kazanmıştır. Bu nedenle Türkiye’de inşa edilmesi gereken müesses nizam; halkın iradesini esas alan, kriz zamanlarında bile kararlı hareket edebilecek güçlü ve merkezi bir yönetim modelidir.

Otoriterliğin bir sebebi de CHP gibi yapıları pasifize edebilmektir. Zira CHP, klasik demokratik rekabetin sınırları içinde değerlendirilmesi mümkün olmayan, devletin içinden devlete karşı örgütlenmiş bir aygıttır. Onu pasifize etmek; yalnızca siyasi bir görev değil, stratejik bir zorunluluktur. Bu yapılmadığı sürece Türkiye her atılım döneminde içten sabote edilmeye devam edecektir.

Bugün mevcut hükümetin bu büyük dönüşümü başarıp başaramayacağı ise cesaretine, vizyonuna ve risk alma kapasitesine bağlıdır. Eğer bu adımlar zamanında, kararlılıkla atılmazsa; tarih bu fırsatın kaçırıldığını yazacaktır. Ancak doğru stratejilerle ilerlenirse, Türkiye sadece bugünün değil, yarının da küresel aktörü haline gelebilir. Riskler elbette vardır; ama bu risklerin hesaplanarak, gerektiğinde demir yumrukla hareket edilmesi şarttır. Bugün olmazsa yarın mutlaka olacaktır; çünkü bu millet kendi medeniyetine sırtını dönenlerle değil, ona sahip çıkanlarla yol yürümeyi tercih edecektir.

Bununla birlikte, mevcut iktidarın kendi içinde yaşadığı kurumsal yozlaşma ve bürokratik hantallık da dikkatle izlenmelidir. Bu büyük dönüşümün başarıya ulaşabilmesi, yalnızca niyetle değil, aynı zamanda liyakatli kadrolar, şeffaf denetim ve titiz stratejik planlama ile mümkündür. Eğer bu hususlar göz ardı edilirse, meşru otorite arayışı bürokratik statükoya yenik düşebilir. Unutulmamalıdır ki cesaret kadar basiret de gereklidir; yoksa istikamet kaybolabilir. Yine de bugün olmazsa yarın, bu millet mutlaka kendi medeniyet çizgisinde yükselen yeni bir düzeni inşa edecektir.

Enes Özdemir

Enes Özdemir
Enes Özdemir

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) 3. sınıf öğrencisiyim. İlim ve Medeniyet Topluluğu’nda başkan yardımcılığı ve başkanlık görevlerinde bulundum, h ...

Yorumlar
Yorum Yaz