İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır
Suyun içinde gürül gürül yanan
Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları
Bekçi Halilin kız kardeşinin oğluna ait
Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan
Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum
Hiç kimsenin bilmesine imkan yok
İmkan ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı
Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum
Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili
Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum
Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil
Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil
Annemi babamı karıştırmayın işin içine
İnanmazsınız ama onların şuncacık
Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok
Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?
Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz
Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi
Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de
Kirli çamaşırları tahta döşemelerin
Üzerinde bırakmamanızı yalvararak istiyeceğim
Yalvararak istiyeceğim diyorum Medeni Adam
Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem
Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir
Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi
Hatta Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğini
Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya
Bile giymek istemem istemiyeceğim
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan
Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok
Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler
O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı
Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi
Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım
Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi
-Ben bunu ispat edeceğim-
Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya
Beyaz ve yumuşak
Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var
Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz
Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu
Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz
Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz
Siz bizi görmüyordunuz
Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk
Siz onu çok öpüyordunuz
Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı
Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım
Annem böyle konuşmak ayıptır dedi
Annem o kadına şeytan diyor
Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar
Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı
Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz
Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel
Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç
Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor
Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum
Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı
Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum
Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız
Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız
Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor
Sizin o kadını sevmiyor Süleyman
Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor
Ben de onu seviyorum
Onu ve bizim evi seviyorum
Bizim evin her tarafı tahtadandır
Ayrıca matmazelin üzerine
Bir akrep atabileceğimi de düşünün
Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz
Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar
Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı
Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez
Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün
Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
Her biri bir damla atıyor aşağıya
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
Yağmur bizim için yağıyor
Çalılar için Süleymanın tabancası için
Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine
Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor
(1953, EYLÜL)
12 MAYIS 1881… Ölüm ve Tunus… Ötesi Yok…
Karanlıklar çöktü yine Müslümanlar yüreklere. Hangi kelimeler anlatacaksa susmayın ve söyleyin. Kana susamış bir Avrupa’ya direnen milyonlarca Müslüman’ın destanıdır; Ötesini Söylemeyeceğim Şiiri. En masum bir sesin haykırışıdır Dünya’ya. 10 yaşındaki Tunuslu bir kızın insanlık dersini okutur Sezai Karakoç bizlere. Alınan canlar sayısız ve ucu bucağı yok ölümlerin. Osmanlı hâkimiyetinden düşen topraklardan sadece biridir, Tunus. Fransızların işgaline maruz kalan ve şehitlerin sayısı milyonlara ulaşan, yetimi, öksüzü ve kimsesiziyle dört bir yanı Müslüman gözyaşıyla dolan şehirdir; Tunus. İnsanın aklına bir soru takılıyor: Neresi bu Tunus? Sezai Karakoç önce bunu bize anlatıyor, önce Tunus’un biz olduğunu ve bizden olduğunu söylüyor. Aynı Anadolu toprakları gibi, aynı Türkmenistan gibi, Osmanlı’nın hâkimiyetinde büyümüş her toprak parçası gibi.
“Tahta ve evler” yağmurla konuşan ve bu konuşmasıyla bizim tarihimizi anlatan en güzel anlatıcılardır. Samimiyet ve sıcaklığın yeridir böyle evler. Bugün bile Anadolu’da kapısını çalsanız boş döndürmeyecek evler; işte bu evlerdir. Yağmurla birleşince bu evler konuşur ve konuşturur her şeyi. Yağmur rahmettir bizde. O yağıyorsa bir şeyler olacaktır elbet. Allah yeryüzünde bir şeyleri temizlemek için yollar rahmetini. O gün 10 yaşında bir kızın evlerini çatırdatan yağmur acaba “özgürlük” mü getirecekti? Ama Bay Yabancı bilmez, bilemez bunları. Onlar bizim kültürümüzü ve değerlerimizi anlayamazlar. Belli ki kurtuluş geliyor, bağımsızlık geliyor. Küçük bir kızın yüreğinden gelen ses eşlik ediyor yağmurun gelişine ve yağmurun sesi kelimelere düşüyor, şiir oluyor dizelerde.
10 yaşında bir yürek bile o kadar bunalmış ve daralmış ki, adeta haykırıyor ve bütün Müslümanların sesi olarak şu sözü söylüyor: “Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar.” Ötesi yoktur bu sözün. Bıçak gibi keser “işte o kadar” demek. Belli ki bir direnişin sembolü ve bu direnişin sonunda ölüm ya da özgürlük olacaktı. Tarihsel olarak şiire bakarsak; Sezai Karakoç bu şiire 1953’ün Eylül ayında bitirmiş. Tunus ise 20 Mart 1956’da bağımsızlığına kavuşmuştur. Yani direnişin olayların en çetin olduğu zamanlarda ve Fransızların def olup gitmesi için canların hiçe sayıldığı bir dönemde yazılmıştır, bu şiir.
“Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor” ya da “Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir.” Bu sözler hem o dönem hem de şuan içinde bulunduğumuz dönemin Ali gibilerine tokat gibidir. Her dönemde Ali gibi gücün karşısında eğilen ve onların gömleğini istedikleri zaman giyen birileri vardır. Müslümanlığın hakkını vererek zalimin karşısında direnip şehit olmak yerine, rahat edebilmek için onlardan olmayı seçen Ali gibilerimiz var maalesef. Oysaki Ali demek; Allah’ın kılıcı demektir. Zalimlerin zulmünü “Korkaklıkta ar ilerlemekte şeref vardır.” sözünü taşıyan Zülfikar’ı ile kesendir; Ali. Ama böylelerinin aklı ermez hiçbir zaman. Çünkü 10 yaşında bir kızın kardeşidir; Ali. Bazı şeylerin farkına daha yeni yeni varmaya başlıyor ve o süslü gömlekler, giyimler ve kuşamlar onun dikkatini çekiyor, bilse de bilmese de onlardan oluyor. Aklı eren birisi onların hiçbir şeyini istemez. Tunuslu kızın Matmazel Nikol’un kıvrım kıvrım eteğini giymek istememesi, bunun en güzel örneğidir.
Bir de baba imgesi karşımıza çıkıyor. Kibrit misali iç içe sıkışmış tahta evlerimiz, babalar yoksa alev gibidir. Öksüzdür çünkü. Direnci kırılmış ve yıkılmıştır. İnsanın bir babası olsa yeter, Bay Yabancı, Medenî Adam. Tunus’a medeniyet götüren tepesi demirli askerlerin, Tunus’taki çocukların babalarını alıp bilinmezliğe götürmesi karşısında sessiz kalacağını düşünmeyin, Bay Yabancı. Bütün Tunus, siz fark etmeseniz de sizi biliyor ve seyrediyor. Sizin bütün ahlaksızlıklarınızı, aldatmacalarınızı ve bize uymayan değerlerinizi biliyor. Ama söylemiyor… Çünkü o, Bay Yabancı, Müslüman bir genç kız. 10 yaşında bile olsa annesi tarafından yetiştirilmiş ve ahlakla donatılmış bir kızdır. Onlar önemsemese bile 10 yaşında olduğunu, o tekrar tekrar söylüyor. Olgun yaşta birinin yoksun olduğu ahlaka 10 yaşında sahip olduğunu göstermek için söylüyor. İslam’da kötülüklerin sahibi de başı da “Şeytan”dır. Aynı o kadın gibi. Annesi ona bu yüzden “Şeytan” diyor. O masum çocuk her şeyi izah edebilecek bir soru yöneltiyor. “Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz” Tüm o süslü şeytanlarınız bizim kadınlarımızdan güzel ama bundan daha önemli bir şey varsa Bay Yabancı, bizim kadınlarımız daha efendi ve utangaçtır. İşte Müslümanca yetişmek ile şeytanca yetişmenin farkı bu dizelerde ortaya çıkıyor. Sezai Karakoç kısa ve öz bir şekilde, bütün Avrupa kadınını tek bir dizeye ve Müslüman kadınını ise onun karşısında tek bir dizeye sığdırıyor.
İşte bunlardan dolayı biz sizi sevmiyoruz, Bay Yabancı. Sizin saçlarınız bizimkiler gibi değil. Sizler bizi sevmeseniz de, biz birbirimizi seviyoruz. Bizden onlar bizi sevse yeter zaten. Müslüman bir erkek ve bunların temsilci olan şiirdeki Süleyman’da sizin kadınlarınızı sevmez. Ahlak yalnızca Müslüman kadın da değil, erkekte de vardır. Ve onlarda sizi ve kadınlarınızı sevmez. Çünkü bizim evimizi her tarafı tahtadandır. Tahta; bizdir, tarihimiz, dinimiz ve değerlerimizdir. Her tarafımız onlarla örülü olduğu sürece, Bay Yabancıları sevmemize gerek yok bizim. Onların hiçbir değeri bizim tahtalarla örülü evimize giremez, eğer o tahtaları sağlam örersek. Hem onlarda bizim değerlerimizi ya da yaşayışlarımızı bilmezler. Yağmur yağarken bile kaçar onlar ve bir akrebi bile tutmayı bilmez o narin elleri.
Sezai Karakoç, Balkon Şiirinde olduğu gibi ölüm temasını burada da işlemiştir. Bizim ölümlerimizin bile farklı olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Bay Yabancılar için ölüm sıradandır. Onlar için ölüm bir bitiştir. Bizim için ise sonsuzluğun başlangıcıdır. Onlar ölülerini unutup giderken, görmezden gelirken, bizler asla böyle yapmayız. Onların nerede olduğunu biliriz ve nasıl konuşulacağını da. Ekmek nimettir bizde. Baş üstünde tutarız. Yerde görsek alır kaldırırız ekmeği. Müslüman bir ölünün en güzel nimeti ise Kur'an’dır ve onu okuyacak bir nesildir. İşte Bay Yabancıların ne Kur’anı ne de ardından onu okuyacak birileri vardır. İşte bu yüzden şapkalarınızı(bütün değerlerinizi) da alın ve gidin.
Sezai Karakoç, son dizelere gelirken o kanlı elleri bir kez daha kovuyor ve artık gitmeleri için her şeyin hazır olduğunu söylüyor. Melekler, yağmur, damlalar… Sanki Ebrehe ordusunun karşısındaki Ebabiller gibiler. Hani Kabe’yi yıkacağını düşünen ve bütün ihtişamı ve gösterişiyle Allah’ın evini yıkmaya gelen orduya, bir grup Ebabil, ağızlarında kızgın taşlarla nasıl galip gelmişti. İşte her Müslüman yürek Kabe’dir. Her Kabe’ye yetecek kadar Melekler vardır. Sağanak sağanak yağan her bir yağmur damlasını bu meleklerden biri taşır. Bu yağmur, bu sefer Tunus için yağıyor. Tunus’un özgürlüğü ve bağımsızlığı için yağıyor. Bu yağmur, 20 Mart 1956’ya kadar hiç dinmedi ve zaferlerin sahibi Allah zalime karşı galip geldi.
Bugün de kan gölüne dönmüş Müslüman coğrafyamızda yağmur şiddetini arttırdı ve zafer yakındır…
İnşallah…
Elif
15.10.2020 / 16:42Bu kadar güzel anlatılabilirdi. Elinize sağlık.